KUR’AN AÇISINDAN, VARLIKTA
PSİKOLOJİK YAPININ İLK OLUŞUMU drmavi
-------------------
Baş piskopat Şeytan neden var?
İblis Şeytan olarak yaratılmadı
Şeytan ol diye de yaratılmadı.
Meziyetlerle donatıldı;
Melekte Adem'de olduğu gibi...
Hem de nuraniler meclisindeydi.
Ama o kendini seçti, değerler hiçti.
Şeytanın olduğu her yer insan nefsinin olduğu her yerdir.
Şeytanın olduğu hiç bir yer yoktur ki orada bir vukuat
olmasın.
Her vukuatta bir şeytan ve şeytanlaşan insan parmağı
bulunmasın.
Her insanda psikolojik bir vaka mutlaka var.
Belli Psikolojinin kıyamete kadar çok işi var.
----------------
Rahman’a tam ayna, varlıkların takvimi, en alası…Melekleri
ardında bırakmış insan nev’inin en muallası…
Kimi zaman da insan, benlik sevdalısı, nefis ve şeytan
yanlısı hatta esasen sultanı olduğu mahlukatın en ednası
İnsan, Kur’an’ın kitaplaşmışı, evrenin canlanmışı…Psikoloji,
bu canlı kitabı okumaya çalışan minik bir göz, gözde bir kirpik, kirpikte bir
köz… O, İçte bir göz, gözde öz, özde ilahi bir söz haline geldiğinde, “İnsan
meçhulünün sırlarını işte şimdi çöz!” mazhariyetine ermiş olacaktır…
<strong><span
style="color:#ff0000;">HZ.ADEM, ŞEYTAN VE PSİKOLOJİK
YAPI</span></strong>
Ruhun mahiyetinin bilinemez oluşu, akıl, kalp, nefis,
vicdan, zihin, bilinçaltı, duygular, düşünceler, davranışlar konusunda tarih
boyu, filozofların, mütefekkirlerin, mutasavvıfların, ilim adamlarının ve
araştırmacıların farklı yorumlarla açıklamalar yapmalarına sebep olmuştur.Tıp
ve psikoloji gibi ilimlerde de insanı hala detaylandırmaktadır.
Sözgelimi sevgi, bir kalp işi midir, akıl işi midir, nefis
işi midir? Öfke, nefret, kin, haset, kibir, kaygı, korku, üzüntü gibi duygular,
gerçekten sadece duygu mudur? Düşünceyle hatta duyularla ilgi ve ilişkisi yok
mudur? Bu konuda kalp masum mudur, nefsin, inanan lar için şeytanın,
bilinçaltının katkısı yok mudur? Yoksa sorun sadece beyinden ve sinir
sisteminin işleyişinden mi kaynaklanmaktadır? Şehvet dediğimiz zaman, akıl ve
kalbi hemen bir tarafa ayırıp, hedef tahtasına şeytanı mı, nefsi mi yoksa her
ikisini mi koyalım?
Duygular, düşünceler ve davranışlar, ruhumuzun kendini ifade
etme ve gerçekleştirme biçimleridir. Duygu ve düşüncelerin ruh dan ayrı
kategorik bir varlıkları yoktur. Ruhun mekanizmaları, işleyen fakülteleri
durumunda olan irade, vicdan ve nefsin fonksiyonları ve tezahürleri
sayılabilirler.
Bedensel parçalarımız ise soyut duygusal ve düşünsel plan ve
proje taslaklarının uygulama alanı, inşaat sahası gibidir. Ancak bedenimizde
farklı duyuların ve organların çeşitli görevlerinin olması gibi, ruha ait,
işaret ettiğimiz mekanizmaların da aynı şekilde çok farklı, değişken ve
kompleks işleyişleri, icraatları olabilmektedir. Duygu ve düşüncelerin belli
davranışlarla ortaya çıkmalarında ise, iç oluşumlar kadar dış etkenler de
önemli rol oynamaktadır.
İnsan, dairevî bir ruh varlığında, prizma yapısıyla
düşünülse, vicdan-kalp ve duygular yönüyle esas olarak Allah’a, akıl-irade,
düşünce, bilgi ve nefis yönleriyle de dünyaya olumlu olarak yönelmesi
istenmiştir. Duygu ve Düşünce, İnsanın ilk ve en önemli varlık gerekçesidir.
Melek, cin, ruhaniler, madde dünyası var edilmişti ama henüz düşünen insan
yoktu. Düşüncenin ana malzemesi bilgiyle donatılan Hz.Adem, bu düşünce evrenine
adım atarken, varlık da gerçek anlamını bulmuş, ilk düşünen insan, bir
Peygamber olarak gönderilmişti.
İman ve ibadet mükellefiyeti, Kur’an’da çok tekrar edildiği
gibi akıl sahibi, aklını kullanan ve düşünen varlıklar yani insanlar ve cinler
içindir. “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler (ve tanısınlar)
diye yarattım” (51/56) ifadesi, insanın yaratılış amacına farklı bir anlam
yüklemektedir; o da, ibadet sorumluluğunun ve Allah Kültürüne sahip olmanın
ancak Kalp ve duygularla, akıl ve düşün celerle mümkün olduğudur. Bu yüzdendir
ki Peygamberimiz (S.A.V.)düşünceyle ibadeti eşdeğer hatta üstün tutmuş, evreni
anlatan ayet leri okuyup da düşünmeyen ve duygulanmayan insanı kınamıştır.
Düşüncenin ana ilgi alanı Allah Kültürü olmalıdır. Çünkü
bütün varlık O’nun eseridir. Evren ve insan O’nun; İlim, İrade ve Kud ret
sıfatlarının ürünüdür. O’nu düşünmek, O’nu O’na uygun tanımak, aslında evreni
ve insanı gerçek anlamıyla düşünmek ve tanımak anlamına gelir. Bu perspektiften
bakınca, insanın (Kur’an’la beraber) evreni ve insanı bütün yönleriyle
düşünmesi, tanıması ve Yaratıcısıyla ilişkilendirmesi, bir yaratılış amacı ve
kulluk görevi olmaktadır.
Allah adına, Allah’ın var ettiği dünyayı ve o dünyayı mamur
hale getiren, düşünen insanı düşünmek ve tanımak! Bu bakış açısıyla insanın, iç
dünyasındaki çatışmalara yaklaşmak, hayat mücadelesinde ve insanlarla
ilişkilerinde karşılaştığı problemlere çözüm aramak, daima insan ve toplumu
mutlu edecek yöntemler geliştirmek, böylece düşüncenin hakkını vermek temel
hayat felsefemiz olmalıdır.
Kur’an açısından düşüncenin, varlık platformunda ilk
şekillenmesine baktığımızda, karşımıza temelde şu ana alanlar çıkmakta dır:
Cenab-ı Hakk’ın ayetlerdeki beyanları (ki biz bunlara “İlahi Düşünce” gibi bir
kavram kullanmayı uygun bulmuyoruz), melekî düşün ce, insanî düşünce ve şeytanî
düşünce. Melek tamamen olumlu-pozitif düşüncenin, şeytan tamamen
olumsuz-negatif düşüncenin tem silcisi olarak karşımıza çıkar. Adem ise, her iki
düşüncenin kaynağı olabilecek bir yapıya sahip bulunmaktadır. Nitekim olumsuz
duygu ve düşünce, ilk kez Peygamberde değil, oğlunda tezahür eder.
Allah, meleklere:
“Ben yeryüzünde bir Halife (düşünen ve yöneten insan)
yaratacağım” (2/30) demişti. Bu beyan düşüncenin eylemden önce nasıl bir
proğramlayıcı olduğunu göstermektedir. Melekler, Allah’ı tesbih ve takdis
ettiklerini ve kan döken, anarşi çıkaran insanın yaratılışının hikmetinin ne
olduğunu sorarak, olumlu ilk bakış ve düşünce örneğini sergilerler. Bu yaklaşım
şekli de, eylemin düşünce meydana getirdiğinin ifadesidir.
Melekler bu düşünceleriyle insanın, olumsuz bütün
hallerinin, ancak Allah’a yönelmekle, O’nu tanıyıp, tesbih ve takdir etmekle
önlenip, olumluya yönlenebileceğine parmak basmış oluyorlar. Ne var ki iyi
niyetli her düşünce ve bakış, isabetli olmayabilir ya da yetersiz kalabilir.
Melekler düşünce ve eylem üretmekten çok, uygulanacak olumlu eyleme göre
şekillendirilmiş saf güzellik ve iyilik temsilcisi varlıklardır.
Allah: “Ben sizin bilemeyeceğinizi bilirim” diyerek,
meleklere, Adem’e öğrettiği (Allah’ın kendi isimlerine, İnsan yapısıyla ilgili
bilgilere, varlıklara, eşyaya, nesillere vb. bilgileri) isimleri sordu. Onlar
bilemeyince Adem’e sordu, o bilince de meleklere: “Dememiş miydim?” dedi. Bu
diyalog, olumlu düşüncenin ve yorumun, güvenilir kaynaktan gelen doğru bilgiye
dayanması, öncelikle de araştırılması gerektiğinin dersini vermektedir.
Burada dikkatimizi çeken bir konu şudur. Tefsirciler Adem’e
öğretilen bilgi konusunda genellikle dünya hayatına ait eşya isimleri şeklinde
görüş bildirirler. Şüphesiz bu da bütünün bir parçası olabilir. Ancak Her
Peygamber başlı başına insan eğitimcisidir. Bu da onların insanın psikolojik
yapısıyla ilgili her konuda temel kavrayış gücüne sahip bulundukları anlamına
gelir.
Öte yandan öğretilen isimlerin başında Allah’ın isimlerinin
olduğu da düşünülebilir. Esmayı Hünsa çoğunlukla dua amaçlı okunur ve bu güzel
bir uygulamadır. Ne var ki asıl olan bu anlamların muhtevalarını kavramak ve
insanın hem kendi ruh dünyasında hem de insanlar arası ilişki ve iletişimlerde
gereklerini uygulamaya çalışmak olmalıdır. Allah’ın her güzel ismi aslında hem
insanın psikolojik hayatına hem de insanlar arası iletişimde denge ve
verimlilik kazandıracak temel hayat taşlarıdır ve insanlara en mükemmel
davranış modellerini sunmaktadır.
Peygamberlerle beraber Peygamber Efendimizin de insanlara
güzel örnek olarak gösterilmesinin temelinde, Allah’ın bütün güzel isimlerinin
en üst düzeyde temsil etmeleri ve insanlara örnek davranış modelleri
sunmalarıdır.
Ayetlerde bu önemli bilgi konusuna dikkat çekildiği gibi
ayrıca duygu ve düşünce saplantılarına girerek, bozgunculuk yapma, fesat
çıkarma gibi yeryüzündeki olumsuz eylemlere karşı insanoğlunun bilgi gibi güçlü
bir alt yapıya ve desteğe sahip olduğunun, bunun kıymetinin bilinip
değerlendirilmesinin uyarısı da yapılmış yapılmaktadır.
İnsan öncesi bu ikinci diyalogda, dünya ve insan hayatının
üç temel kavramı işlenmektedir: Bilgi, Düşünce ve Eylem.
Kur’an’a göre ilk diyalog “Elestü birabbiküm!..”(7/172) ile
Allah ve ruhlar arasında gerçekleşmiştir. Allah bilgi sahibidir, bir insan
yaratmayı dilemiş, ilim planında var etmiş sonra da varlık alemini ve sonra
Adem’i yaratmıştır. Aynı sıralama Adem için de geçerlidir. Allah onu duygu
sahibi bir varlık olarak yaratıp bilgi vermiş, düşünmesini sağlamış ve eylem
için dünyaya göndermiştir.
<strong><span
style="color:#ff0000;">ŞEYTANİ DÜŞÜNCE
TARZI</span></strong>
Şeytani düşünce tarzı, duygusal bir boyut kazanarak bu
aşamada devreye girmektedir. Allah, anatomik harika yapısı, bilgisi ve misyonu
ile mükemmel yaratılan bu, sanat şaheseri ilk düşünce modeli karşısında,
meleklerden secde etmelerini ister. Bu, o güne kadar melekler arasında, cin
türünün ilk baba-örneği olarak ve İblis ismiyle (18/50), ayrıcalıklı bir
konumda bulunan şeytanın, olağanüstü bir Ego-Ene-Benlik patlaması yapmasına yol
açar. Bu aslında iç benliğinde, bir tohum halinde sakladığı preslenmiş olumsuz
duyguların ortalığa saçılması, negatif karakter yapısının şekillenmesidir.
Şeytan bir anda mı isyan ve inkar psikolojisine girdi, yoksa
bekraundu var mıydı? Bir ayet bu konuda bize ışık tutabilir. Ayet, ‘Biz sizi
yarattık, sonra süretten sürete şekillendirdik, sonra meleklere secde emrettik,
hepsi etti iblis secde etmedi…”demektedir (7/11). Diğer ayette, Allah
yaratmadan önce, meleklere balçıktan bir insan yaratacağını, ruh üfleyince
secde etmelerini bildirir, sonra secde em ri gelir. Şeytana secde etmeme
sebebini sorunca da, çamurdan yaratılmış olduğunu gerekçe gösterir (15/28,33).
Öyle anlaşılıyor ki, şeytan, meleklerin içinde olduğundan,
Adem’in yaratılmadan önce gündeme gelişinden haberdardı, belki de kendi
aralarında, beşerin yaratılışı ve özellikleri konusunda konuşmalar (Mele-i
Ala’daki konuşmalar (38/69) geçiyordu. Şeytan, daha o zamandan, içinden
kuruluyor, “Onu tanımayacağım!” diyordu. Adem’in şekilden şekle tedrici
yaratılışının safhalarını izleyebiliyordu, Adem şekilden şekle girdikçe, iblis
de şekilden şekle giriyor, hınçlaşıyor ve kendisine bir rakip hazırlandığı
düşüncesiyle onu tanıma ma azmini zaten içinde oluşturuyordu. “Onu topraktan
yarattın!” şeklindeki yaklaşımı da, Ademin yaratılışının ve kendisine topraktan
bir rakip olarak hazırlanışın farkındaydı ve ona diş biliyordu. Ona saygı
göstermemeye de muhtemelen kararlıydı.
Basit görünen bir düşünce kıvılcımı, duygu yangınına ve
isyan eylemine yol açar. Negatif duygular, negatif düşünceyle ilk kez şöyle
dillenir:
“Şuna da bak! Sen bunu mu benden üstün yaptın?”,
” Ben ondan üstünüm, onu topraktan beni ateşten yarattın!”
(7/ 12, 17 /61-62).
Şeytan ikinci fıtrat kazanır ve bunu benimser. Çünkü zaten
böyle bir şeye hazırlıklıdır o. Artık mahiyetinde her an kötülük fikri ve onu
yayma yemini hakim olacaktır.
Çünkü şeytanda ilk kez olumsuz bir kısır döngü (Fasit daire)
oluşmuştu. Kibri ve kendini üstün görmesi, ardından secde etme mesiyle halkalar
oluşmaya başlamış, bu Allah’a isyanla devam etmiş ve her an kötülük yapacağına
yemin ederek, Allah’a değil kendisi ne onay vermiş, egosunu zemberek gibi
kurmuş, olumsuzluklara programlamıştır. Bu talep de Allah tarafından kalbinin
mühürlenmesi şeklinde onaylanmıştır.
Artık Şeytanın düşüncesinde iyilik kavramına yer
kalmamıştır. Bu güneşe benzer. Atomlar sürekli parçalanır ve sürekli
yenilenerek enerji üretilir. O da sürekli kötülük üretmeye başladı. Bir insan,
geçici öfke halinde kudurmuş gibi olur, etrafına saldırır, kırar döker,
parçalar, sonra da sakinleşir. Şeytanın her hali böyledir. Bir farkla ki şeytan
en öfkeli halinde bile akli muhakeme ve muvazene gücünü kaybetmez.Ama Tövbe
etmeyi aklının ucundan bile geçirmez. Oysa Adem tövbe-istiğfar duygusuyla ve
Allah’a secde ile bu kısır döngünün oluşmasına meydan vermemişti.
Anlaşılıyor ki şeytan, Adem’den farklı olarak, sadece
düşünce ve eylem varlığı olmayı tercih etmiş, secde etmeyi ret ederek, itaat ve
hayra yönelik bütün duygularını adeta kısırlaştırmıştır. Hadım olan insanın
fonksiyon yitirmesi gibi, şeytan tamamen bir inanç ve iyilik özürlü bir
varlıktır. (Cin süre sinde, cinlerin inanmasından teslim olmasından söz edilir)
İsyan edip secde etmeyen şeytanın birincil duygusu, sahip
olduğu kendince yüksek değerleri kaybetme endişesi olabilir. Çün kü o da, Adem
gibi, meleklerden farklı olarak bazı mahiyet özelliklerine, kapsamlı bilgiye ve
üstün yeteneklere sahip bulunuyordu. Kıya mete kadar ölüm tatmayacak tek varlık
olması (17/62, 38/79-81), insanların göremediklerini görmesi, vesvese verip
nefisleri, duygu ve düşünceleri etkilemesi, peygamberlere bile müdahale etmek
istemesi gibi ( 7/27, 15/39, 22/52-55)
Bu avantajları onda kibir, kendini beğenme, üstünlük taslama
gibi ikincil duyguların beslenmesine yol açmış, Ademin bir rakip gibi karşısına
konması, bir de secde edilmesinin istenmesi, onu büsbütün çıldırtmış, duyguları
kararlı isyan düşüncesine dönüşerek, inat ve israrla isyan bayrağını açmış,
artık o, kendince bir ilk ve varlıkta olmayan orijinal bir şey olmuştu.
Belki da ona en cazip geleni de buydu: İlahlığa alternatif
oluşturmak, dişine göre bulduğu insanlık varlığıyla kıyasıya savaş mak! Böylece
kendisini kanıtlamak ve tatmin olmak!..Adem belki de sadece bir sebep olmuştu,
böyle bir fırsat kolluyordu, bulunca tam zamanı dedi ve adeta kötülüğün tek
ilah adayı gibi varlık piyasasına çıkıverdi. Benzer çıkışın insan temsilcisi
bilindiği gibi Firavundu…
Şeytanı böylesine cüretkar kılan şey herhalde, Melekler
arasındaki tek orijinal model olmasıydı. Bu onu özgün ve farklı
kılıyordu.Yaratıcı olamayacağını bildiği için, yaratıcıdan sonra ilk ve tek
olma düşüncesine kapılacak kadar ayrıcalıklı donanımı vardı. Yaratıp var
edemiyordu ama yaratılan bütün insanların varlık amaçlarını yok edebilirim diye
düşünüyordu.
Şeytanın asıl kahredici azgın duygu tabanlı saldırgan
düşüncesi bundan sonra kendini gösterir, çünkü artık o yeminli bir olumlu
düşünce baş düşmanı olmuştur. Azgınlığın uç noktasına vardırdığı insana
tepkisini, ültimatom çeker gibi Allah’a karşı küstahça şu şekilde yöneltir:
“Yeryüzünde günahları kullarına süslü gösterecek, onları
azdıracağım” (15/39),
“Doğru yolun önüne oturacağım; önlerinden, arkalarından,
sağlarından sollarından sokulacağım, çokları şükredenlerden olmayacak” (7/17).
Şeytan sanki gelecekten haber vermektedir. Ve kesin bir
dille konuşmaktadır. Bu kudurmuş bir öfke halinde söylenmiş heze yanlar mıdır?
Yoksa, meleklerin “Fesat çıkaracak, kan dökecek insan mı yaratacaksın?” diye
sormalarının altında yatan, insan hakkın da bildikleri gelecek bilgiyi mi
biliyordu!..Ya da bir taraftan kendi gücüne ve yeteneklerine bakmış diğer
taraftan da insandaki zayıf noktaları iyi keşfederek; “Ben bunun hakkından
rahat gelirim!” demiş, nefis istekleri karşısında onun cılız bir rakip
olacağını düşünmüştü…Haklı da çıkmıştı!..
Şeytan da olsa doğru söylediği anlar olabilir. Sözgelimi
ihlaslı kulları azdıramayacağını itiraf eder (38/75) Bir ayette Allah, şey
tanın tahminin doğru çıktığını, azgınlaşan insanları (Sebe) örnek göstererek
hatırlatmaktadır (34/20).
Tamamen menfi duygu ve düşünce fasit dairesine hapis olan ve
kinle dolup taşan şeytan, hadislerin de belirttiği gibi, insanın kalbine,
aklına ve nefsine doğrudan ve sürekli uydu yayını yapar gibi, bin bir koldan
çeşitli yöntemlerle yaklaşarak, olumsuz duygu ve düşünceler gönderebilmektedir.
Ne var ki şeytanın yaptırım gücü bununla sınırlıdır; sadece
duygulara kurşun atabilir, düşünce oklarını gönderebilir. Şayet insan kalbini
inançla zihnini bilgiyle donatır, uzmanlardan, olumlu kitaplardan ve güzel
arkadaşlarından destek alırsa, bu zehirli oklara karşı güçlü bir dalgakıran
gibi, kalkan oluşturmuş, duygu ve düşüncelerini koruma altına almış olacaktır.
Şeytanın en büyük taarruz alanı, başkonsolosu ya da
lokomatifi olarak gördüğü nefistir. Çünkü nefis, insanın en zayıf tarafıdır ve
akıl gibi bir muhakeme gücüne sahip değildir. Kalp ve vicdan gibi derin ve
güçlü duygusal bir bağlantısı da yoktur. Nefis, helal haram tanımaz, doymak
bilmez. Özellikle yeme içme, cinsellik, mal, makam ve şöhret tutkusu, şeytanın
ağzını sulandıran başlıca nefsani boşluklardır. Şeytanın, bu yönlerden vurduğu
insan, inanç ve düşünce planında bloke edildiği için, kolayca olumsuz davranışlara
yönlenebilmektedir. İnsan öncelikle şeytanın maşası olan nefsin elinde
dizginlenmiş ve zincire vurulmuş kalbini ve düşünce dünyasını özgürlüğe
kavuşturmalıdır.
Şeytan, intikam duyguları içinde insana, karşı yapacağı
düşünce savaşlarının tetiğine basmadan önce, iki kez diyalektik manevra
yapmıştı. İlkinde, kendisinin ateşten, Adem’in topraktan yaratıldığını ve ondan
üstün olduğunu savunarak, Allah karşısında bir mantık oyununa girmişti.
Diğerinde ise yine Allah’a karşı sinsice bir plana girişmiş, laf oyunu yapmış,
mahşere kadar ömür verilmesini istemiş fakat kıyamete kadar izin
kopartabilmişti.
<span
style="color:#ff0000;"><strong>ŞEYTANIN İLK PSİKOLOJİK
TAARRUZU ÜÇ CEPHEDE SAVAŞ BAŞLATMASI
</strong></span>
<em><strong>1 EBEDİ HAYAT - VAROLUŞ ARZUSU</strong></em>
- Kalbî hissî
<em><strong>2 SALTANAT - ZENGİNLİK
ARZUSU</strong></em> - Aklî ilmî
<em><strong>3 YEME İÇME - CİNSELLİK
ARZUSU</strong></em> - Bedenî nefsanî
İnsana karşı giriştiği ilk taarruzu, Adem ile Havva’nın
duygularına hitap ederek, düşüncelerine yasak meyveden yemeleri fikrini verme
şeklinde gelişti (7/22). Ona göre yasak ağaç, sonsuzluk, meleklik ya da
meliklik-saltanat (20/120) ağacıydı. Ondan yedikleri takdirde sonsuza dek
cennette kalacaklar veya melek olacaklardı. Ya da belki de Adem’e yeryüzünde
tek sultan ve hakim sen olacaksın diye, halifelik misyonunu hatırlatarak
kandırmayı düşünüyordu.
Bir insan için sonsuza kadar cennette kalmak, melek olmak ya
da yeryüzü kralı olmak ne demektir? Şeytanın fısıldadığı bu konu, soru haline getirilip
günümüz insanlarına sorulsaydı ne cevap verirlerdi? Herhalde vicdanı sönmemiş
aklı çürümemiş hiç bir insan (melekliği bilemeyiz ama ) sonsuzluk ve sultanlık
konusunda buna hayır diyemezdi!..Şeytan ilk kumpasında tam isabet yapmıştı. En
azından insanı çok iyi okumuş, kendince gördüğü bu boşluğundan ve zayıf
tarafından yararlanmak istemişti. (7/20).
Şeytanın burada insanı çok iyi tanıdığını, çözdüğünü,
okuduğunu ve insanın mahiyetindeki makam sevgisini, sonsuzluğu ve ölümsüzlüğü
isteme duygusunu tespit edip düşünce oyunlarını bu yöne teksif ettiğini
görüyoruz. Ve şeytan dünyaya inmeyi beklemeden, insana karşı taarruz planlarını
hazırlamış bir bir uygulamaya koymaktadır.
<span
style="color:#ff0000;"><strong>ŞEYTANIN CİNSELLİK BOŞLUĞUNU
KULLANMASI</strong></span>
İnsanın en zayıf taraflarından biri de yeme içme ve cinsel
yönüdür. Şeytanın tuzağını son derce profesyonelce kurduğunu söyleyebiliriz.
Sonsuzluk ve sultanlık gibi insanın duygu ve düşünce dünyasını harekete geçiren
ve nefsini uyandıran bir düşünceyi, Adem ile Havva’ya iletmiş, sonra da son
adım olarak yasak meyveye uzanma eylemine davet etmişti. Kur’an, şeytanın
onları elbisesiz bırakmayı, ayıp yerlerini göstermeyi, böylece cennetten
çıkarmayı planladığını bize anlatır(7/27).
Asıl amacı ise kendince düşmanını, esas savaş alanı ve
arenası olan dünyaya çekmek, orada hesaplaşmak ve işini bitirmekti. Çnkü bunu
planlamış ve azmetmişti. Ve bir ikisiyle hıncı dinecek gibi görünmüyordu,
cehennemin büyüklüğüne göre insanları dolduracaktı. Açıkça süslü bir yalan
söylemişti, çünkü Allah’a karşı ben üstünüm diye ilk yalanını zaten savurmuştu.
<span
style="color:#ff0000;"><strong>ŞEYTANIN DÜNYA
SAVAŞLARI</strong></span>
Şeytan İkinci duygu ve düşünce savaşını, ilk kez yeryüzünde
vermiş, bunu Kabil cephesinde yerini alarak göstermiş, adeta Allah’a karşı
hırsla verdiği baştan çıkarma andını yerine getirmişti. Yeryüzünde meydana
gelen ve sonu kan dökmekle sonuçlanan bu ilk duygusal muharebe, deyim
yerindeyse bir kız yüzünden başlamıştı.
Şeytan ikinci kez insanoğlunun karşı cinsel olan tutkusunu
kullanıyordu. Kabil, cennet kokusunu henüz üzerinden atmamış Peygamber bir
babanın evladı olduğu halde, aslında kardeşi Habil’in eşi olabilecek, aynı
batın ikizi, kız kardeşini arzulamaktadır. Bu ilahi yasağı bilerek çiğnemekte
israrlı olan Kabil, babasının Allah’a hediye sunma önerisini zoraki kabul eder.
Sonuçta Habil’in hediyesi kabul edilince, şeytanda hortlayan tepki duyguları,
kıskançlık ve inat Kabilde de uyanmış, intikam peşine düşerek kardeşini öldürmüştü
(5/30).
Kur’an’da bu olayda, şeytanın doğrudan müdahalesinden
bahsedilmez. Ama şeytanın, insanları baştan çıkarma konusunda ettiği yemin
hatırlanırsa, böyle bir olayda parmağının bulunmadığı da düşünülemez.
Şeytanı böylesine deyim yerindeyse kapsamlı bir özgüven
içinde insanları cehenneme doldurma andını içmesindeki temel espri, zati olarak
sonsuz bir kudretin kendisinde bulunduğuna inandığından değil, insanın nefis
haritasını çok iyi okuduğuna boşluklarını fark ettiğine olan güveninden
kaynaklanmaış olabilir.
<span
style="color:#ff0000;"><strong>Hz. ADEM VE PSİKOLOJİK
DÜŞÜNCENİN OLUŞUMU:</strong></span>
Konuyu, ilk düşünen insana, Hz.Adem’e getirecek olursak,
onun şu üç yönünü ön plana çıkarmak mümkündür:
<span
style="color:#0000ff;"><strong>1-Birincisi, salt akıl ve bir
düşünce insanı olarak Hz.Adem’dir.</strong></span>
Bu yönüyle o meleklerin bilemediği zengin hikmet ve
bilgilerle donatılmış, kendisine yeryüzü halifeliği ve hakimiyeti misyonu
verilmiş ve temsil ettiği üstün manaya secde edilmesi gibi bir iltifata mazhar
olmuştu. Böyle zengin bilgi ve hikmet, halifelik ve dünya neslini başlatma gibi
yüksek, ilk ve orijinal mazhariyetlere ve görevlere sahibi olan Adem’in,
cennette bile olsa, o aklı başında taşırken yoğun düşüncelere dalmaması düşünülemez.
Hz.Adem’in ilk düşünme eylemi, ayetlerden anlaşıldığına
göre, meleklerin bilemedikleri sorulara cevap verirken gerçekleşmiş olmalıdır.
Düşüncenin böylece bilgiye hizmet etmesi, Allah’ın, insanı meleklere iftiharla
takdim etmesine ve saygı secdesi istemesine sebep olmuş, güzel düşünce anında
ödüllendirilmiştir. Hz.Adem, bu bilgilerin yanında düşüncesini, kendisine
yüklenen yeryüzü halifeliği görevine ve yetiştireceği nesline de
yönlendirmiştir diye düşünmekteyiz .Öte yandan da hem eşi Havva’yı hem de şeytanın
manevralarını hesaba katmak ve düşünmek durumunda bulunuyordu. İlk düşünen
insanın, bu gibi konularda düşünmeye başladığı düşünülebilir.
<span
style="color:#0000ff;"><strong>2-İkincisi, duygusal yönüyle
bir kalp insanı olarak Hz.Adem’dir.</strong> </span>
Beşer olarak duygusal yoğunluk yaşadığını görüyoruz. İlki
cennet yalnızlığı içinde, soy ağacı eşini bulunca, muhtemelen düşüncesini aşan
duygusal bir dokunuşla, yasağı delmiş sayıldı. Suçun cezasının, amelin
cinsinden olması, yani soy ağacına yaklaşma, belki de sadece tatma sonucu,
avret yerlerinin açılması da yorumu bu yöne kay dırmaktadır.
(7/22;20/118-119).Teklifin Havva’dan gelme si, ağacın herhangi bir meyve olması
neticeyi pek etkilemez.
Cennet nesil çoğaltma yeri olmadığı için muhtemelen, görev
zamanı gelip dünyaya gönderilinceye kadar, geçici cinsel temas yasağı konmuş
olabilir, Allah doğrusunu bilir. Bu, Hz. Adem’in çocuklarının, ikizlerin
çaprazlama evlenmelerine izin verilmesi gibi geçici bir yasak olabilir. Ayette
belirtildiği gibi, sadece yaklaşma, uzanma, dokunma yasağı konmuş da olabilir..
Allah bilir, belki de Hz.Havva’nın rahatsızlık günleriydi, cennette bu olur
muydu!. Orası gerçekten cennet miydi, dünyanın cennet gibi bir köşesi miydi!
Teklif var mıydı, önce kimden gelmişti, yasak ağaca dokunmak neydi nasıl
olmuştu gibi sorulara takılmak doğru değildir.
Bizce bu, İsmail’e bedel inen Kurbanlığın rengi konusunda
tartışmaya girmek gibi bir şeydir, ayrıntıda boğulmaktır, stratejiden
sapmaktır. Belki de şeytan, menzile ulaşmayı engelleyecek şekilde ayrıntılarda
boğulanlardan hoşlanmaktadır. Benzer sapmayı yapan İsrail oğullarının, Kurban
edilecek hayvanın rengi konusundaki tartışmaları sonucu içine düştükleri kaotik
durumu, Bakara süresi, 67-70. ayetlerde görebilirsiniz.
Ancak bu konuda, Adem’in, şeytanın etkisiyle adım attığını,
üst düşünce boyutundan çıkarak, kalp seviyesinden aşağı düştüğünü düşünmek
yanlış olabilir. Aksine mahiyetindeki çeşitli duyguları kontrol edebilecek
düşünce gücüyle hareket ederek; belki de bilgi ve misyonunu gerçekleştireceği
ve neslini çoğaltabileceği yerin dünya olduğu bilinciyle davrandığını, özgür
düşüncesini kullanarak bir karara vardığını, görev aşkıyla bir ictihad yaparak
o eylemi gerçekleştirdiğini bile söyleyebiliriz. Nebidir, ictihad yapmıştır, ictihadında
yanılabilir ama özür dilemiştir!..
Şeytanın, sonsuzluk ağacı diye takdim ederek ağaçtan
yemelerini istemesi aslında, insan neslinin çoğalmasını istemesinin bir
ifadesiydi şeklinde yorum yapabiliriz. Allah bilir, Kaniatın Efendisi iftihar
edeceği ümmetinin çokluğuyla ne kadar övünüyorsa, şeytan da kendisinin iftihar
edeceği insanların çoğalmasını istemektedir. Kendince ne kadar çok kişiyi
cehenneme yuvarlarsa o kadar intikam almış kinini kusmuş ve rahatlamış
olacaktır…
Muhtemelen o da bir an önce insanla birlikte yere inip,
insanoğluyla savaşmak, kozlarını paylaşmak yolunda can atıyordu. Ademle
şeytanın düşüncesi aynı noktada örtüşüyordu. Dünyaya inmek! Nur ve kir
kulvarlarında yürüyen iki varlığın hedefleri bir noktada kesişmekteydi…Ama
amaçlar farklıydı; biri olumlu diğeri olumsuz!..
Aynı şekilde iki tarafın yasak ağaçtan anladıklarıyla
aynıydı, fakat yaklaşım amacı ve niyet farklıydı. Başka bir ayette temiz ve pis
ağaçtan bahsetmesi de bu bağlantıyı hatırlatmaktadır (14/26). Temiz ağaç,
olumlu duygu ve düşünce, pis ağaç olumsuz duygu ve düşünce meyvesi verir.
Adem’in amacı temiz nesil çoğaltmak iken, şeytan gelecek nesli, Allah’dan
uzaklaştırmanın ve cehenneme atmanın hayallerini kuruyor planlarını yapıyordu.
Adem ile Havva’nın; Allah’a isyan, şeytana itaat ya da
nefsini tatmin gibi bir planı, azmi ve kararlılığı olmamasına rağmen yine de
ilahi bir yasak çiğnenmiştir, Allah’dan bir de azar gelince, her ikisi de
pişmanlık duygusu içinde af dilemişlerdir (2/37) Bu noktada şeytanın Allah’a
isyan etmesiyle, Adem ve Havva’nın Allah’a yönelişi; müsbet ve menfî,
(negatif-pozitif) duygu, düşünce ve davranış farkını da ortaya koymaktadır.
Şeytan kibir, inat ve isyan duygusuna yenilerek kaybetmişi, Adam ile Havva
pişmanlık ve özür dileme duygusuna dayanarak kazanmışlardı.
Şeytan meleklerin arasında, ruhani alemin esrar dolu
güzelliklerinin çinde kazanma kuşağında kaybeden bir varlık temsilcisi
sayılabilir. Adem ile Havva da kaybetme kuşağına girişin adı olan isyan ve
günah merdiveninin daha ilk basamağında dönüş yapıp Allah’a yönelerek
kazananlardan olmuşlardır.
Burda önemeli bir husus göze çarpmaktadır. Hz. Adem’e, sanki
bir beşer olarak irade eğitimi verilmektedir. İlk kez bir insan bilgi, duygu,
düşünce ve önemlisi iradesiyle sınanmıştır. Bir taraftan Allah’ın yasağı, diğer
taraftan şeytanın aldatma adına teşvikleri, öbür yandan da nefis taşıyan bir
insanın duyguları bulunmaktadır. İnsan, iradesiyle ya “Yapma!” şeklindeki
Allah’ın yasağına uyacak ya da “Yap!” diyen şeytanın sözüne kanacaktır. Nefis
yapı olarak şeytanın istediğini gerçekleştirmekten hoşlanmaktadır.
Fakat öbür tarafta kalbe yüce bir duygu ve vicdan, akla güç
bilgi ve görev veren, Ruhun gerçek sahibi olan Allah vardır. İnsan, nefsini
aşarak tercihini Rabden yana kullanınca, Ruhta zafer kazanmış, Allah’ı hoşnut
etmiş olacaktır. Şayet bunu başaramazsa, unutma veya zaaf insanı etkiler de
günaha yönlendirirse, alternatif bir kurtuluş yolu daha vardır; o da pişman
olmak, hatayı anlayıp Allah’tan özür dilemektir.
Hz.Adem’in şahsında bütün insanlığa iki yöne uygulanabilecek
bir bu irade eğitimi ve Allah’a yönelme dersi verilmiş olmakta dır. Bir ayet
dikkat çekici bir ifadeyle, itaat ve isyan yeteneğini ve potansiyelini Allah’ın
verdiğini, fakat nefsin tezkiye edilip temizlenmesi durumunda kurtulabileceğini,
aksi takdirde zararda olacağını vurgulamaktadır (91/7).
Bu insanın, günaha açık bir fıtratının ve psikolojisinin
olduğunun belirtilmesidir. Ve bu özellik yaşanarak gösterilmiş olmaktadır.
İnsan için belirtilen diğer hususiyet düşmanlık duygusudur
ki bu da “Birbirinize düşmanlar olarak yere inin!” (2/41) ayetiyle
ifadelendirilir ki ilk tecellisi Hz.Adem’in iki oğlu arasında gerçekleşecektir.
Hicr süresi 28-29.ayetlerde belirtildiği gibi insanın
topraktan şekillenip, ilahî nefha ile ruhlanması onun, melek ve hayvanlardan
farklı olarak, “Çift tabiatlı” bir varlık olarak; irade mekiği ile iki kutupta
gel-gitlerle yolculuklar yapacak olması, psikolojik duygu ve düşünceler sahibi
olduğu gerçeğini göstermektedir. Hz. Adem ve Havva’nın önce bedensel yapılarıyla
yasağa yönelmeleri sonra ruhsal yapılarıyla Allah’a sığınmaları, insanın ilk
psikolojik alandaki ilk yolculukları ve deneyimleri olarak nitelendirilebilir.
Böylece insan psikolojik olarak, yalpalamasını ve yan çizmesini, sonra da ana
çizgiye dönerek dengede kalmasını öğrenmiş olarak yeryüzüne gelmiş olmaktadır.
Burdan yola çıkarak, Psikolojik hastalıkların ve kişilik
bozukluklarının temel sebebinin oluşmuş olduğunu düşünebiliriz.
Buna Ruh hastalıkları yerine “Nefis Hastalıkları” kavramını
kullanmak daha isabetli olacaktır.
Çünkü Ruh, insana son derece sağlıklı ve mü kemmel bir
bedenle birlikte verilmiştir. Bedene bulaşması sebebiyle ruhta oluşan
olumsuzlukların ana sebebi bedende ve bedene bağlı olarak Nefis arzularında
aranmalıdır. Ruh hastalığı deniyorsa bu aslında bir sonuç belirleme olabilir.
Adı üzerinde hastalık denmektedir. Aslında ruhu hasta hale getiren nefis ve
bedendir, iradesini tamamen bedenden yana kullanan insan iradesidir.
Ruh-Nefis hastalıklarının temelinde yatan ilk çıkış noktası
ve sebep: İnsana ve cinne alt yapısı sınırsız bir “Benlik” verilmesidir
denebilir. İnsan ve cin, onlara verilen maddî ve ruhî yapılarıyla, benlik ve
Yaratıcısı arasında bir ahenk kurmakla yükümlü tutulmuşlardır.
İnsan dışı ama sorumlu tutulan varlık olarak İblis, bu uyumu
bozan ilk örnektir. Ancak o, Hz.Adem bir rakip olarak gelene dek negatif benlik
tabiatını işletme zemini bulamamıştı. Geldiğinde de, önce Ademe karşı üstünlük
olarak kullandığı Enâniyetini, “Rabbim!” diye hitap ettiği halde Allah’a karşı
isyan şekline dönüştürmüş, Allah’ın kendisini azdırdığını savunarak, insanların
O’na kulluk yapması nın önüne geçeceğini ilan etmişti.
Bu yönüyle, en büyük Psikolog olarak nitelendirdiğimiz
şeytanı aynı zamanda ilk ve en büyük Ruh-Nefis hastası olarak da ilan
edebiliriz. Şizofreninin sınır ötesini temsil eden şeytan, Yaratıcı ile
mücadele etmeyi meslek olarak seçmiştir. Konu tamamen, sınırsızlığa baş
kaldıran bir benlik kavgasına dönüşmüştür. İnsanlar içinde de aynı mesleği
sürdüren Firavun, türünün ilk örneği olmuş, kendini tanrı ilan ederek Musa’nın
Rabbine savaş açmıştır.
Şeytanda benlik, her anında, hem bilinçaltını hem de
bilincini tamamen kaplayacak şekilde kin, nefret, düşmanlık ve intikam ateşiyle
yapısına uyum gösterecek şekilde yapılanmıştır.
Hz.Adem ise, sadece Rabbi düşünen meleklerden, sadece
benliğini düşünen şeytandan farklı olarak, bedensel benlik yapısına geçici
olarak takılmış, ama ruhuyla Rabbe yönelerek aradaki ahengi “Ben hatalıyım!”
diyerek tekrar kurmuş ilk örnek varlıktır. Bu aslında ayetin “Cinleri ve
insanları ancak bana ibadet etsinler-tanısınlar diye yarattım”(51/56)
şeklindeki anlamıyla örtüşen bir durumdur.
Burda Ademle Şeytanı ayıran önemli bir faktör vardır. Her
ikisi de yaratılıştan gelen ümit ve korku, sevgi ve nefret, gibi önemli zıt
duygular arasında bir seçim ve tercih yapmışlardır. Şeytan hem ümidi hem de
korkuyu kibir ateşiyle kül etmiş, sevginin ise -Kabilde ilk tezahürünü
görüldüğü gibi- baş katili olmuştur. Sonuçta da o, tamamen bir nefret kimliğine
bürünmüş, benliğinde bir anlık sevgiye bi le yer bırakmamıştır.
Adem ise, muhtemelen işlediği hatayı bile, etkisinde kaldığı
bir kısım sevdaların etkisiyle gerçekleştirmiş, sonra benliğini piş manlıkla,
ümit ve korku dengesi içinde, başlangıçta Muhabbetle yaratıldığı ve geldiği o
asıl sevgi kaynağıyla tekrar buluşturmasını bilmişti.
Şeytan bir dönüş kimliğiydi; Adem de!…
Fakat şeytan Rabden benliğine dönmüştü.
Bir Rab sevgisi vardıysa onu dirilmemek üzere benliğine
gömmüştü. (Şeytanda İstiklaliyet-Bağımsızlık kimliği)
Adem ise benliğinden geçip Allah’a dönmüştü. (Ademde
Aidiyet-Bağımlılık kimliği)
Benliğindeki günah ateşini, daha kıvılcım iken, tövbe ile
Rahmet denizinde söndürmüştü!..
Cennette, benlik tarafından olumsuz olarak değerlendirilecek
duygu ve düşünceler olmamalıydı. Tezahür eden Adem ve şeytan olayları
karşısında, insanların benlik yeri olan dünyaya inmeleri kaçınılmaz oldu.
İlerde insan tekrar ilk mekanına avdet edince, için deki tüm benlik
olumsuzlukları çekilip alınacak, bütün benliklerde sadece huzur ve mutluluk
hakim olacak, insanlar benlik savaşçıları olarak değil benlik kardeşleri olarak
karşılıklı oturacaklardır (15/47).
Benlik ahenginin sırrı, benliğin Allah’a dönük olmasıdır.
Gerçek özgürlük de Allah’a yönelik olan özgürlüktür.
İnsan benlikteki sınırsız kaynaklara bakarak ve kapılarak,
sadece kendine yönelmekle bu dengeyi bozabilmekte, özgürlüğünü köreltmekte,
sınırsızlığa, sınırsız özgürlüğe adayken kendisini, özgürlüğünü
sınırlamaktadır.
Benlik sonsuzluk mayalı bir nüve-damla yapıdır ki, emanet
olarak, Var Edicisi adına değerlendirilsin buudlansın diye vardır!…
Evren var; benliğiyle insanı taşısın diye var!
İnsan var; benliğiyle Allah’ı tanıması için var!
Benlik var; İnsan Allah’ı en iyi tanıyan olsun diye var!..
Allah madem var; benlik O’na yâr olsun diye var!.. Şeytanla
Adem”i birbirinden ayıran diğer önemli faktör, donatıldıkları iç güçlerini
farklı şekilde kullanmaları ve değişik savunma ve kontrol mekanizması
geliştirip uygulamalarıdır denebilir.
Şeytan kendisine verilen nefis, akıl, bilgi ve farklı
yetenek güçlerini, nankörlük yaparak ve bencilce sadece kendi egosu hesabı na
değerlendirmiş ve narsistce üstünlük psikozuna kapılarak, kibir mekanizmasını
geliştirmiş sonra isyan mekanizmasıyla gerçek kimli ğini oluşturmuş, intikam yeminleriyle
de ardından, benliğindeki savaş mekanizmasını hareket geçirerek son duruşunu
belirlemiştir.
Hz.Adem ise, tabiatındaki nefis arzuları, eşe yönelme ile
nesil çoğaltma ve toplumsallaşma heyecanı, sonsuzluk duygusu, bilgi yüklenip
halifelik görevinin verilmesi gibi saikler ve iç enerjinin, bir yanlış
davranışa yönlendirmesi sonucu, müthiş bir kontrol, denetim ve yönetim
mekanizmasını ortaya koymuştur; o da pişmanlık duygusu ve tövbe ile Rabbe
yönelişi ve affedilmesini talep edişidir.
Bu aslında, insan psikolojisinin ikinci belki de ilk ciddi
oluşum deneyimi sayılabilir. İlkinde Hz.Adem, kontrol mekanizmasını iş
letmemişti çünkü bunu gerektiren bir durum yoktu. Hata nedir bilmiyordu, Hata
durumunda ne yapılır onu da bilmiyordu. İnsan ilk kez pratiğini yaparak,
psikolojisinin bozulması ve düzeltilmesi deneyimini yaşayacaktı. Rabbisi ona
verdiği bilgilerin yanında, yeni bazı af ta lebi kelimeleri daha öğretecekti…
Hz.Adem, Psikolojik bir yanılma ile, yasak meyveye
yönelmişti. Ardından da İlahî irşat ve terbiye ile, ilk kez orijinal, içsel,
yepyeni bir mekanizma ve psikolojik tavır oluşturmuş, bu olumlu duygu ve
düşüncesiyle önceki olumsuz durumunu düzeltmiş yönetim altın da alarak ruhsal
huzura ermişti.
Ruh-Nefis hastalıklarının temelinde yatan ikinci çıkış
noktası ve ana sebep: Vicdanda ve düşüncede yer etmiş, yaratılıştan ge
tirdiğimiz kontrol mekanizmalarını işletmemek, bunun sonucunda; beden ve nefis
arzularına aşırı ve kalıcı ilgi göstermek ya da tamamen ilgisiz kalmaktır. Aynı
şekilde Akıl, kalp, vicdan gibi Ruh mekanizmalarına aşırı yönelmek ve yüklenmek
ya da onlara tamamen yabancı kalmaktır…
Buna göre, Psikolojik yaklaşımların anahtarı, insan
benliğini iyi okuyarak anlamak, Yaratıcısıyla münasebetlerini düzenlemek ve
Allah Kelamını baz alarak, insanın Ruh ve Beden ilişkilerine ölçü ve denge
kazandırmak, duygu ve düşüncelerini yönetme ve iletişim kurma sanatını
öğretmektir.
<span
style="color:#0000ff;"><strong>3-Üçüncüsü, dünyada medeniyet
kuran, problem çözen bir misyon ve aksiyon insanı Hz. Ademdir:</strong></span>
Hz.Adem yeryüzünün insan hilafetinin ilk temsilcisi babası
ve rehberidir. Madde içinde insanın manevi inşasını gerçekleştirecek insanlık
manasını tesis edecektir. Ayette, hılkatin ilk gerekçeesi dile getirilirken
"Yeryüzünde bir halife yaratacağım!" ifadesi vardır.
Diğer ayetlerde de Hz.Adem'e maddenin bilgisi ıslah edilmesi
ve insanın yönetimi ilmi tevdi edilmiştir. Bu yönüyle Peygamberler yeryüzünde
medeniyet kurucuları ve insanın dünya ilimlerindeki gelişmelerinde de öncü
konumundadırlar.
Hz.Adem’in sözünü ettiğimiz üç ilgi alanına geri dönecek
olursak; akıl ve kalp yönleriyle bir düşünce ve duygu tecrübesi yaşadıktan
sonra onun, dünya hayatında, düşüncesini yönlendirmedeki ilk pratik örneği, iki
oğlu arasındaki, ciddi problemi çözme çabalarında gözlenir.
Yeryüzünde ilk kez iki insan, ilk kez ciddi psikolojik bir
savaşın içine girmişlerdir ve olumlu ve olumsuz duygu, düşünce ve davranışın
temsilciliğini yapmakta ve bunu söze dökmektedirler. Hakim menfî duygu ise,
“Ben” in kendini kabul ettirmek istemesi, ilk kez Allah’ın görevli bir Nebisi
olan babaya karşı gelmesidir.
İstediği gerçekleşmeyince, kıskançlık ve düşmanlık duyguları
o “Ben” i sarmış, kim bilir kaç gece ve gündüz ruh dünyasında bu duygularla
yatıp kalkmış ve içinde intikam hislerinin doğmasına ve katle sebep olacak
ruhsal kuluçka dönemi yaşamıştı. Böyle bir dönem yaşadığını, öldürme kararı
almasından ve bunu soğukkanlılıkla gidip kardeşine açıklamasından anlıyoruz.
Kabil: “Seni öldüreceğim!” dedi. Habil ise müspeti seslendirdi:
“Ben öldüremem, Allah’dan korkarım” diye cevapladı(5/28). Sonuçta Kabil,
kardeşini öldürür ve kaybedenlerden olur. Şeytan sahnede yok gibidir,
sinmiştir; çünkü rolü artık insan üstlenmiştir!..
Bu, olumsuz duygu ve düşüncenin, yeryüzündeki ilk negatif
zaferi sayılabilir. Şeytanın kibri ile Kabilin kıskançlığı, aynı temel duygunun
ürünü olan düşünce tarzında buluşmaktadır: Allah’dan kopmuş hasta Egonun,
Aidiyeti terk edip İstiklaliyet’ ini ilan etmesi, benlik adına varlıkta
Hakimiyet kurmak istemesi…
Enaniyet, haz aldığı değerlere saplanıp gömülünce ve
düşünceyi bunun tatmini yolunda işletince iki benlik sloganı ortaya çıkmış
oluyor:
Şeytanın: “Ben varım!” demesi,
Kabilin: “Benim olacak!” demesi….
Olumlu ve olumsuz düşüncenin esası “Ben” felsefesine
dayalıdır.
Olumlu düşüncede benlik, yaratıcısına intisab eder, bağlanır
O’nun adına eş ya ve hadiselere bakar. Benliğini, O’nu tanımada bir mikyas-ölçü
yapar. Kendisini sonsuz güzelin mükemmel bir aynası olarak görür. Sonsuz güzele
ulaştıran olumlu yolları araştırır. Olumsuz düşüncede ise özgürlük adına bütün
yapılarıyla benlik ön plandadır. Her şeye o gözlükle bakar. Her şeyin merkezine
sadece kendisini koyar. İşte bu iki kutuplu düşünce dünyasının ilk temsilcileri
olarak karşımıza, Ademle Habil, Şeytanla Kabil çıkmaktadır.
İnsan aklının, duygu ve düşüncesinin asıl varlık sebebi,
“Ben” ile yola çıkıp “O’na” ulaşmak, O’nunla “Ben”i yaşamaktır.
Şeytan Kur’an bütünlüğü ve hadislerin ışığında mercek altına
alınır iyi analiz edilirse, psikologların, insanı tanıması ve problem lerini
çözmesi kolaylaşacaktır diye düşünmekteyiz. Çünkü şeytan insanın bütün ruh
haritasını hem de kıyamet noktasına kadar çok iyi okuyabilen, yaratılmış nefis
taşıyan tek varlıktır.
Şeytan bir insan uzmanıdır. İnsanlığın -deyim yerinde olmasa
da- ezelî düşmanı olan şeytanın alt edilmesi, insanla beraber çok iyi analiz
edilmesi, hem manevî planda hem de ilim planında bir uzmanlık işidir. İnsanı ve
şey tanı iyi anlamak, irtibat noktalarını etraflıca belirlemek, insan
psikolojisi adına bir zafer kazanmada ön adım olacaktır. Bu yönüyle Mürşid
Psikologlara büyük iş düşmektedir.
<span
style="color:#ff0000;"><strong>İNSANIN VARLIK YAPISI VE
DENGE ALANLARI</strong></span>
Rahman’a tam ayna, varlıkların takvimi, en alası…Melekleri
ardında bırakmış insan nev’inin en muallası…Kimi zaman da insan, benlik
sevdalısı, nefis ve şeytan yanlısı hatta esasen sultanı olduğu mahlukatın en
ednası
İnsan, Kur’an’ın kitaplaşmışı, evrenin canlanmışı…Psikoloji,
bu canlı kitabı okumaya çalışan minik bir göz, gözde bir kirpik, kirpikte bir
köz… O, İçte bir göz, gözde öz, özde ilahi bir söz haline geldiğinde, “İnsan
meçhulünün sırlarını işte şimdi çöz!” mazhariyetine ermiş olacaktır…
<span
style="color:#ff0000;"><strong>A: DENGE
ALANLARI</strong></span>
Muhammed Kutup’un İnsan Psikolojisi üzerine etütler isimli
eserinde dediği gibi, İnsan hayvan ve melekten farklı olarak “Çift tabiatlı”
bir varlık olarak yaratılmıştır. Melekler ruhlarının tabiatına hayvanlar da
programlanan, sevki ilahi ile yönetilen bedenlerinin tabiatlarına uyarlar.
İnsan gibi seçme özgürlükleri yoktur.
Çift tabiatlılığı insanın bütün duygu düşünce ve
davranışlarında gözlenir.
İnsanın çift tabiatlı olduğunu Allah’ın meleklere, çamurdan
bir insan yaratıp ona ruhundan üfleyeceğini belirtmesinden anlıyoruz
(15/28-29).
İnsanın yemesi içmesi cinsel arzuları, bedenin organik ve
biyolojik yapısıyla alakalıdır. Duygular bedeni esaslara dayalı faaliyetlerdir.
İnsandaki belli organlar kaldırılsa onunla ilgili nefis duyguları da
kalkacaktır. Ruh ise bütün manevi değerleri, duygu ve düşünceleri canlı tutar.
Bu çift tabiat birbirinden tamamen ayrı değildir. Madde ile
ruh birbirine karışmış, iç içe girmiş, özdeşleşmiş gibidir. Çünkü bedeni
faaliyetlerini ruhî etkenlerle sürdürür. Hayvanî ve cismanî güdülerle
davranmaz. Davranmaması istenir. Sözgelimi insan da hayvan gibi yer ama
iradesiyle yer; hem çeşit hazırlayarak yer hem de yediğinde helal-haram kaydı
bulunur. Sonra oruçla yemekten uzakta kalır Cinselliğini de hem her zaman
uygulayabilir hem de evlilik yoluyla yaşaması öğütlenir. Bunlar ruh ve beden
boyutlu çift tabiatlılığının ifadesidir. Çünkü irade ruha ait bir özelliktir.
İnsanın bu toprak-ruh birleşmesi sonucu, irade ile
irtibatlandırılan psikolojik duyguları ortaya çıkmış olmaktadır. İnsan iradesiyle
bu iki tabiatlı yönünden birine yönelir, yoğunlaşır ve o yönünün gelişmesini
sağlayabilir.
Her iki yönde sınır tanımayan yolculuklar da yapabilir.
Tepeden tırnağa bir et-kemik ve nefis arzularını yaşayan bir insan olabileceği
gibi, bedeni hayatı dışlayıp tamamen ruhanî bir mistik varlık haline de
dönüşebilir. Bu noktada, dünya-ahiret, ruh-beden, akıl-kalp gibi pek çok konuda
denge sağlayan Kur’an ve Hadis ölçüleri devreye girer ve insanın hayatına bir
denge ve ölçü kazandırır. Ruh ve be denin bütünlük içinde işlemesinin yöntemini
öğretir. Bedensel bütün faaliyetleri ruhla ilişkilendirip onlara ruhî bir anlam
kazandırmış olur. O kadar ki, sıradan adetler ibadet olur.
İnsanı, yeri ve gökleri yaratan Allah, var olan her şeye bir
denge koyduğunu ifade etmektedir. Bu, var olan her şeye, bütün eşya ve
hadiselere denge içinde bakmamız gerektiğine bir işaret sayılabilir. İki gözün
aynı noktada buluşarak, uyum içinde net görmesi, hedefe ulaşmak için çift
kanatla uçulması gibi, hayata ve insana aynı ölçü denge içinde bakmak, hem
Kur’an’a uymanın hem de varlığı kavramanın bir gereği olacaktır.
Bilim adamları ve çevreciler ekolojik denge kavramı üzerinde
hassasiyetle dururlar. Psikologlar, insan davranışlarını, duygu ve
düşüncelerini irdeler bir denge kazandırmaya çalışırlar. Ekonomistler,
maliyeciler de benzer çaba içinde para akışına bir denge kazan dırmak isterler.
Politikacılar diplomatlar ülkeler arası ilişkilerde hassas dengeleri
gözetmeden, yanlış bir adım atmamaya gayret ederler. Emniyet güçleri güvenliğin
korunması, toplum huzurunun dengesinin bozulmaması için azami gayreti
gösterirler. Özellikle çocuk yetiş tirmede, eğitim ve öğretimde, yeme
içmelerde, ölçülü ve dengeli davranmanın önemli bir yeri vardır. Ölçü ve denge
hayatımızın her anı nı kuşatmış gibidir.
İlahi Kelamda, ölçü ve denge hususunda pek çok konu
değerlendirmemize sunulmaktadır.
<span
style="color:#0000ff;"><strong>a-Her şeyde bir ölçü ve
takdir vardır:</strong></span>
Konu, ‘Kadera’ fiili ve türevleriyle pek çok yerde
geçmektedir. “Allah katında her şey bir ölçü iledir”, “Her şeyi bir ölçü içinde
ya ratmıştır“, ”Yeryüzünde ölçülü şeyler bitirdik”, “Gökten yağmuru bir ölçü
ile indirdik ve toprakta durdurduk” (13/8, 25/2, 15/19, 23/28)
<span
style="color:#0000ff;"><strong>b-Evrende denge vardır:</strong></span>
“Allah göğü yükseltti ve dengeyi (mizan) koydu. Sakın
dengeyi bozmayın. Ölçüyü adaletle tutun ve eksik tartmayın” (55/7).
Ayetlerde, göklerdeki dengeden bahsedip, yerdeki dengeye;
insanlar arasındaki alışverişlere, tartı ve ölçü dengesine dikkat
çekilmektedir.
<span
style="color:#0000ff;"><strong>c-Dünya ahiret
dengesi:</strong></span>
“Allah’ın sana verdikleriyle ahiret yurdunu kazan, dünyadan
da nasibini unutma!” (28/77).
Ayet , birinin, diğeri aleyhine terk edilmesinin doğru
olmadığını belirtiyor. Hiç ölmeyecekmiş gibi bakmak değil; Dünyaya dünyada
kalacağımız kadar, ahirete de orada kalacağımız kadar önem verilmeli, dünyayı
Allah’ın güzelliklerini yansıtan bir ayna, eserlerinin sergilendiği bir sergi,
bir galeri gibi görmeli, sonsuz cennetin kazanılacağı bir tarla, geçici bir
imtihan meydanı olarak değerlendirmeli ve zehirli bal hükmündeki günahlarına
karşı duyarlı olmalıdır.
<span
style="color:#0000ff;"><strong>d-Toplumda denge
topluluk:</strong></span>
“Sizden, hayra davet eden, iyiliği yaşatan ve kötülüğü
uzaklaştıran bir topluluk-cemaat bulunsun!” ( 3/104).
Hem dürüst, hem de başarılı bu insanlar, hem dünya hem de
ahirete yönelik konularda ehil kimselerdir ve İslam’ın güzelliklerini bizzat
yaşayarak toplum da hem bir örnek temsil modeli oluştururlar hem de toplumsal
oto kontrol misyonunu yürütürler. Aynı zamanda bir taraftan, paratoner görevini
yaparlar; gelecek bela ve musibetleri geri çevirirler, diğer taraftan da bir
çekim merkezi gibi, duaların kabulüne, rahmet ve bereketin artmasına vesile
olurlar.
<span
style="color:#0000ff;"><strong>e-Toplum dengesini bozan
topluluk:</strong></span>
“Bir ülkeyi helak etmek istediğimizde, o ülkenin zenginlik
sebebiyle şımarmış olan ileri gelenlerini uyarır iyiliği
emrederiz. Yine kötülük işlerler ve o ülke helake müstahak
olur ” (17/16).
Bu, tarihî sosyolojik bir kural gibidir. Azmış, günahlara
dalmış, adalet ve iyilikten uzaklaşmış milletler, tarihte hep
gerilemişler, yıkılmışlardır. Tarihimiz açısından bakacak
olursak; “Medrese-Tekke-Kışla üçgeninde ki dengenin bozulması” ifadesini
irdeleyebilirsiniz!
Şeytan, dengesi bozulan, sonra da insanların dengesini
bozmak için, dengesizce yeminler savuran ilk varlıktır. Kabil de, İlk denge
örneği olan Hz. Adem’in ocağında yetişmesine rağmen, ölçüyü kaçıran ve
dengesini bozarak cinayet işleyen ilk insandır.
Kur’an diğer milletlerden de bahseder.
<span
style="color:#0000ff;"><strong>f-Dünyada denge
topluluk:</strong></span>
“Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış, denge unsuru en
hayırlı toplumsunuz; iyiliği emreder, kötülükten men edersiniz” (3/110).
“Fitne (yeryüzü adaletsizliği ve kötülüğü) ortadan
kalkıncaya ve (insanlığa denge gelinceye kadar (en güzel yollarla) mücadelenizi
verin!”. (8/39).
“Allah, Rasulünü ve Hak Dini, yeryüzünde diğer dinlere,
(insanlara) üstün gelsin (denge getirsin) diye gönderdi” (9/3).
Ayetlerde görüldüğü gibi, Allah her Müslüman, şahsî dini
görevlerinin yanında evrensel bir misyon yüklüyor. Bütün dünyada, Dinimizin
getirdiği hoşgörü ve Hizmet dengesini yerleştirmek!..
Yeryüzünde insan hak ve özgürlüklerine gerçek değeri veren,
adaleti tam uygulayan ve iki dünya mutluluğunu sağlayacak olan bir ülke var mı
dır? Yok diyorsanız, yeryüzünün herhangi bir ülkesinde belirttiğimiz değerlere
sahip olan veya aday olan bir topluluk var mıdır? Yoksa oluşmasına çalışmak
Kur’an’ın emridir. Varsa onlara uymak yine Kur’an’ın bir tavsiyesidir.
Eğer böyle bir topluluk olup olmadığını bilmiyorsak,
araştırıp bulmak bir vazifedir. Bildiğimiz çok topluluk var da
hangisinin gerçek denge ve ölçü topluluğu olduğunu
anlayamıyorsak, şaşmaz Kur’an ölçülerini esas alarak, vasıflarını incelemek ve
en uygun ola nı seçmek durumundayız.
Bunları yapmak yukarda belirttiğimiz ayetlerin bizden isteği
görevi yerine getirmek olacaktır. Bireysel olarak
gerçekleştiremediğimiz evrensel boyuttaki hareketleri, böyle
Kur’an vasıflarını taşıyan güzel topluluk içinde yapmakla evrensel boyutta
hizmet görmüş sevabı kazanabiliriz. Çünkü himmetiniz milletiniz olmuştur. Böyle
olunca Allah, binlerce ağaca birden verdiği meyvaların aynısını bahçemizdeki
tek ağaca da verebilir.
<span
style="color:#0000ff;"><strong>g-Bütün varlık yönleriyle
insanda denge:</strong></span>
İnsan kainatın bir özü ve özeti olduğuna göre, ikisi
arasında bir kısım benzetmeler yapılması pek yanıltıcı olmaz. Ruh, ruhlar
alemini, hafıza kader ve levh-i mahfuzu, bilinçaltı ve hayal dünyası (rüyalar)
alemi misali, çekim gücü aşkı, itme gücü nefreti, bahar ne şeyi, sonbahar hüznü
temsil ettiği gibi. Bu şu demektir: İnsan ruhunda bütün alemlere ait üniteler
örnek parçalar bulunmaktadır.
Ruhumuz küllî’den gelmiştir. Bu açıyla bakarsak bir külliye
gibidir. Fakülteleri vardır. Akıl fakültesinin rektörü irade,
bölümleri mantık, hafıza, beş duyu, sinir sistemi , zihin,
tefekkür, hayal, tasavvur, bilinç, bilinçaltı gibi bölümler…Kalp fakültesinin
rektörü vicdan. Kendisi gibi gizemli pek çok kür- süsü, bölümleri latifeleri,
ince duyguları var. Nefis fakültesinin ataması, insana, akıl ve kalp
rektörlerine bırakılmış. Ancak nefis hem bağımsız kalmakta ve direnmektedir hem
de şeytan gibi güçlü bir adayla menfaat ve işbirliği birliği yapabilmektedir.
Bu yüzden insan bütün duygu düşünce ve davranışlarına
kazandırılacak denge, evrensel planda kainatta uygulanan, Kur’an’da ifadesini,
Peygamberimizde pratiğini bulan evrensel prensiplerle oluşturulmalıdır. Kur’an,
insanın şu dört ana ünitede denge ve ölçüyü kaybetmesine dikkat çekerek, bizi o
konulara yöneltmektedir: Kalplerde hastalık, akıllarda şüphe, nefislerde
kirlenme ve dav ranışlardaki bozukluk ve dengesizlikler (24/50). Sırasıyla
irade, vicdan, kalp, akıl ve nefisten oluşan beş temel beden koordinatör ruh
güçlerini, duygu ve düşünceler diye tanımladığımız atkivitelerini ve bunların
da davranışlara dönüşmesini ele alabiliriz.
Denge ve ölçü insan hayatının tamamını kapsar. Mesela
insana, Allah’ın verdiğini bilerek (5/88) ismiyle başlayarak (6/118) yemesi
içmesi ama helalden (2/ 168) ve israf yapmadan (7/31) yemesi içmesi ve
yoksulların da düşünülmesi (22/29) ve daima şükredilmesi (2/152) öğütlenir.
Kur’an her şeyde denge orta-yol tavsiye eder. İfrat/aşırılık
ve tefrit/eksiklik kötülüklerin kaynağıdır. İtidal/denge
fazilettir. Davranışların kontrol merkezi olan kalp Allah
ile itminana erince (13/28) dengeye kavuşur, dengeli davranışlar zuhur eder. Mesela
harcamaları dengeli olur; israf da cimrilik de etmezler, ikisi arasında dengeli
davranış sergilerler(25/67).
İnanan insan denge insanıdır. Toplum olarak da dengeyi
temsil ederler, ümmet-i vasattırlar (2/143).
Peygamberimiz, duygu ve düşüncede dengeyi şöyle belirtir:
‘İnsandaki et parçası sağlıklı-dengeli olunca bütün beden de sağlıklı-dengeli
olur. Kalp bozulunca onlar da bozulur”. Diğer ifadesinde: “Sevdiğini aşırı
sevme bir gün düşmanın olabilir, düşmanına aşırı düşmanlık besleme, bir gün
dostun olabilir”
<span
style="color:#ff0000;"><strong>1-İRADE</strong></span>
İnsanın meyli, bir şeyi isteme ve tercih özelliğidir . Dış
vücudu yoktur. Var-yok arası çok küçük ve ince bir yöneliştir fakat, büyük
sonuçlara sebep olur. Allah, insanın bu yönelişine göre kudretini yöneltir. Bir
dümen gibidir, beden gemisini küçük bir hareketle her yöne çevirebilir. Aslında
deniz derya, gemi ve dümen baştan aşağı Cenab-ı Allah’ın yoktan var ettiği
varlıklardır.
Ne var ki dümeni kullanma rota belirleme insanın iradesine
bırakılmıştır.İrade bu gücünü kullanarak ruhumuzun diğer mekanizmalarını
işlettirecek dokunuşu ve yönlendirişi yapması ve denge kazandırması için
yaratılmış ve bize bu sorumluluk yüklenmiştir. Aslında dengenin devamı veya
bozulması iradenin ince mahiyetine benzer.
Dağların eşit dağıtıldığı evren çapında bir terazinin bir
kefesine, irademizle bir dokunuşta bulunsak, sistemler alt üst olabilir. Bu
fonksiyonu, insan ruhunun üniteleri arasındaki denge için de geçerlidir.
İradenin karşısında, son derece etkili bir dünya, dünya
kadar arzusu bulunan nefis, nefsin iştahını ikiye üçe beşe katlayan şeytan,
beyin yapısı içinde iradeyi yutmaya iştahlı bilinç- altı ve hayal çekim güçleri
birer handikap olarak karşısına çıkmaktadır.
Bu yüzden irade, ruhun gerçek anlamda en büyük savaşçısı
sayılabilir. İradenin en büyük destekçisi de vicdandır. Biri Musa diğeri Asâ
gibidir…
<span
style="color:#ff0000;"><strong>2-VİCDAN</strong></span>
Ruhun ve kalbin en derin yerinde en mahrem öz bir histir.
Tamamen Allah’a baktığı için saf bir elmas gibidir, korunmuştur.
İnkar, inat, kibir ve zulümle kömüre çevrilmediği sürece,
daima pırıltısını hissettirir.
İradenin en büyük destekçisidir. Sevgi başta olmak üzere
bütün yüce duyguların, derin bilinç esas olmak üzere bütün güçlerin ve
bilgilerin menbağı ve çekim merkezi gibidir. Derinlerdeki bu incilere ulaşmak
için destanlarda anlatıldığı gibi, en başta çift başlı nefis ve şeytan
canavarını aşmak gerekmektedir. Bunu da iradeyle birlikte inanç Asâlarının ve
bilgi kılıçlarının gücünü birleştirerek başarabilirler.
Bunu ifadelendirirken genellikle akıl-kalp izdivâcından,
bütünlüğünden ve dengesinden söz edilir. İradeyi ruhun akıl bölgesinin
prensine, vicdanı da ruhun kalp bölgesinin prensesine benzetebiliriz. Çünkü
vicdan, sebepler ötesi gerçek melekût bilgisinin ve analarda kahramanlık
derecesinde tezahür eden şefkat, merhamet ve muhabbetin, ruhtaki ana temsilcisi
bir anaya benzemektedir. İrade ve vicdan birlikteliği, velût bir kalbi ve
üretken bir aklı semere verir. Böylece bünyemizi saran halis duygularla salih
düşünceler, iç-dış hayatımıza denge, ölçü ve istikamet kazandırır.
Vicdan, elest bezminde (7/172) ruhlardan nefsî kelam yoluyla
alınan mîsâkın (temsili anlaşma) fıtrî bir şahidi sayılabilir.
Bu, dış gözlem ve bilinçle algılanamaz, daha çok iç
gözlem-sezgi-benlik ötesi bilinçle hissedilebilir (Yazır,4/169) ve iman, ibadet
ve marifette derinleşmeye bağlıdır. Ancak her insanın derinden, özellikle yoğun
hüzün dönemlerinde kısa bir esinti halinde hissedebileceği yönü de yok değildir.
İnce düşünürsek, içimizde keşfedemediğimiz manevî bir çekim gücünün bizi
etkilediğini, bir yöne sevk ettiğini hissedebiliriz.
Buna altıncı his diyenler çıkabilir. Bunu dayanak noktası
kabul edenler olabilir. Bunun yanında bazen de gizemli bir manevi coşku, şevk,
derin bir mutluluk esintisi bize misafir olur. Buna da yedinci his deyenler
olsun ve imdat noktası kabul edilsin!
Bu iki esintide yalan olmaz. Kıtaları, deniz diplerini,
gezegenleri, gen haritasını keşfe çıkan insanlar olarak, vicdan hislerimizi de
keşfetme yolunda çaba göstermeliyiz. Dış açılma ile iç açılma dengesi
sağlanabilirse, enfüste ve âfâkta yapılan seyr-ü seferler sonuçta bir ve aynı
noktada buluşacak, insan kendini gerçekten keşfetmiş, kendi Sahibini de tanımış
olacaktır.
Bunun gerçekleşmesi ancak hakiki bir imanla olabilir. İman,
nefis ve beden yönetimine denge kazandırma işini; vicdanın şefkatli, aklın
dirayetli ellerine teslim etme anlamına gelir.
Hakiki imanı elde etmede en kısa ve pratik iki yol: Biri
namaz diğeri namazlı ve vicdan kültürü olan nurlu dost ve
arkadaşlar edinmek, onlarla birlikte şu madde dünyasında
sürekli vicdan yolculukları yapmaktır.
<span
style="color:#ff0000;"><strong>3-KALP</strong></span>
Kur’an’a göre kalp Allah’a imanın merkezî yeridir. Aynı
zamanda Allah’ın geldiği (8/24), nazar ettiği, onunla insanı gerçek anlamda
değerlendirdiği ve imanı oraya yazıp yerleştirdiği, sevgi ve şefkatin
bulunduğu, bazen saygıyla titreyen bir yerdir (19/96, 22/32, 58/22). En
önemlisi, kalbin gerçek anlamda mutluluğu tatması, huzura ermesi, ancak Allah’ı
anmakla, ona bağlanmakla gerçekleşebilir (13/28). Bu, kalbin Allah’a
yönelmekle, dengesini bulabileceği, duygularının anlam kazanacağı anlamına
gelmektedir. Allah inancı ve sevgisi hakiki aşktır, tıpkı güneş gibi. Diğer bütün
sevgi çeşitleri ise mecazi aşklardır, bunlar kırık cam parçacıklarındaki ışık
yansıma larına benzer.
İnsan, Allah inancı ve sevgisi ile buluşamadan, doğrudan
mecazi beşeri sevgiler peşinde koşarsa, cam parçacıklarına sarılmış demektir.
Bu durumda kalp için arızalar, yaralar, dengesizlikler, doyumsuzluklar ve
bunalımlar kaçınılmaz olur. Ölçüyü tamamen kaçıran, kalp dengesini kaybeden
insan, günahlara daldıkça, huzur merkezinden yani Allah’tan uzaklaştıkça, kalp
ve akıl hastalıkları da başlar (2/10). İnanç ve ibadetten yoksun oldukça da
kalbin katılaşması artar (2/74) adeta taş kesilir ve kalp, mühürlenmekle karşı
karşıya kalır (Baka ra, 2/7). Bir daha tamamen bozulan dengesini kazanması da,
kalp ve kafada ciddi bir operasyona geçirmedikçe, oldukça zordur.
Burada Peygamberimizin kalp ile ilgili söylediği çok anlamlı
bir söze yer vermek yerinde olacaktır.
“İnsanda bir parçacık et vardır!” der Allah Rasulü;
“Eğer o salâha ermişse bütün ceset de salâha ermiş, o
bozulmuşsa bütün beden de bozulmuş demektir!” (Bu hari, iman, 39; Müslim,
Müsâkât,l07). İnsanın kişilik ve benlik merkezi, duygu, düşünce ve
davranışlarını yönlendirme santrali olan kalp,
Allah’ı ile huzura erer ve insanı mutlu eder.
Kur’an’da, kalbin katılaşması aşırı (tefrit) noktasıyla,
mecazi aşklara açılması aşırı (ifrat) noktasıyla, tenkit görüyor ve denge
kazandırılıyor. Kur- an’ın, kalbin düşünmesinden ya da bilgisizliğinden
bahsetmesi (22/46, 23/63, 24/61), kalbi akıl gibi değerlendirmesi ve ikisini
denge sağlayan bir terazinin iki kefesi gibi görmesi dikkat çekicidir.
Tersi anlamı da yükleyebiliriz; Akıl da kalp gibi
duygulanabilir, kalp ve vicdanın duygusal faaliyetlerine katılabilir.
Kısaca Kalp-Kafa birliği, ruhsal dengenin diğer adıdır.
<span
style="color:#0000ff;"><strong>a-Kalp hastalıkları</strong></span>
Kur’an’da “Hastalık’ kavramından yola çıkarak şu tespitleri
yaptık:
Kur’an’da kalpteki hastalık konusunda üç grup insan
hedeflenmektedir.
1-Müminler:
Bakara süresinin 1-5 ayetleri Gayba inanan, namaz kılıp
zekat veren, hidayet olan Kur’an’a uyarak müttakî sıfatını alan ve kurtuluşa
eren müminlerden söz etmektedir.
2-Kafirler:
Aynı sürenin, 6-7 ayetleri de, inanmamakta direnen, bu
sebeple kalpleriyle kulakları mühürlenen, gözlerine de perde çekilen ve azaba
müstehak olan inkarcılardan bahsetmektedir.
3-Münafıklar:
8-21 ayetleri ise, inanmadıkları halde inanıyor gibi
görünen, Allah’ı ve müminleri kandırmayı düşünen, toplumda fitne ve fesatçı
karan, Müslümanları küçük görüp onlarla alay eden, şeytanla işbirliği içinde
olan, hakikatlere karşı kör, sağır ve dilsiz kalan, kalplerinde hastalık
bulunan insanları söz konusu etmektedir.
<span
style="color:#0000ff;"><strong>b-Kalbinde hastalık bulunan
gruplar:</strong></span>
Hastalık kavramından yola çıkarak belirleyebildiğimiz kalp
hastası insanlar dört grup olarak karşımıza çıkmaktadır
1-İnkarcı grubun kalp hastalığı:
İnkarcılığı benimsemiş, kabullenmiş, fıtratlarını iman
etmeme üzeri oluşturmuş, inkarcı kimliğiyle ölmeye azmetmiş, kalpteki
hastalıklarıyla beraber inkarcılıkları da sürekli artan kimselerdir (9/125).
Bütün ibret verici olay ve tebliğe rağmen, akıllarını ve düşüncelerini
hakikatlere karşı yönlendirme istek ve istidatları kalmamış, hasım kesilmiş
insanlardır (74/31).
Beşinci bölümde örnekler gelecektir. Ebu Lehep gibi…
2-Münafık grubun kalp hastalığı:
Kalpleri tamamen boşlukta, güvensiz, inanmadıklarını yaşamak
zorunda kalan düal yaşamlı kimseler. İçlerindeki çift kişilik ve kimliği,
dışlarına yalan ihanet ve fitne fesat olarak yansıtmaktadırlar. Şeytanla
işbirliği içinde insanları sürekli kandırmak, yalan haber yaymak, alay konusu
olabilecek olay bulmak için adeta zorlarlar (2/10-15; 9/60). Söz verdikleri
halde sözlerinden döner, savaş gibi önemli bir konuda bile yüzüstü bırakıp
kaçarlar(33/12)
3-Müslüman grubun kalp hastalığı:
Bir iki ayette münafıkların dedikodularını paylaşan, ümit
kırıcı davranışlar sergileyen, savaşa soğuk bakan aynı zamanda (Bedir ve Hendek
vesilesiyle) itham edici yaklaşım sergileyen bazı Müslümanlardan
bahsedilmektedir (8/49,33/12)
<span style="color:#0000ff;"><strong>c-Müslümanların
dört kalp hastalığı:</strong></span>
1-İnanç zayıflığı: Bu gurup muhtemelen yeni Müslüman olmuş,
ya da Müslümanlığı içine tam sindirip eski düşüncelerinden tam kurtulamamış üç
beş insanın durumunu belirtmektedir. Bunlar Münafıkların tenkit hatta itham
edici tavırlarına uyarlar ve savaşın sıkıntısından bir an önce kurtulma çabası
içine girerler (33/12). Bu Allah’a ve Peygamber va’dine karşı bir güvensizlik
duyma adına inanç için ciddi bir handikap olabilecek bir hastalıktır. Paronaid
denilen evham hastalığının bir göstergesi sayılabilir. Bu maddeye “Kimlik
bunalımı” “Ya da ben lik bozukluğu” da diyebiliriz.
2-İrade zayıflığı:
Bu öyle anlaşılıyor ki, cinsel konularda zaafı olan bir
kısım insanları ele almaktadır. Ayet aynen şöyledir: “Ey Peygamber hanımları!
Siz kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer Allah’tan korkuyorsanız,
çekici, tahrik edici bir eda ile konuşmayın!..Sonra kalbinde hastalık bulunan
kimse ümide kapılabilir. doğru ve güzel konuşun” (33/32). Ayetin devamında da
Cahiliyedeki gibi açılıp saçılmayın uyarısı gelir…
Öncelikle bilmekte yarar vardır, ilahî beyanla, Peygamber
eşleri müslümanların anneleri olarak ilan edilmiştir (33/6). Ve ölünceye kadar
Peygamberimizden başka hiç kimseye eş olamazlar. Bu mahremiyete rağmen, kalp
hastaları karşısında uyarı yapılmaktadır. Nefis ve bilinçaltı konusunda temas
edeceğimiz gibi, iradesi tam işlemeyen, kalbi hasta, zihni zayıf insanlar,
nefisleriyle hareket ederler. Nefis ise bilinçaltı gibi helal haram bilmez,
mahremiyet tanımaz, ensesti bile doğal olarak algılayabilir.
Peygamber Efendimiz, insanın mahremi de olsa, avret
yerlerini muhafaza etmesini öğütlemiştir. Bu son derece önemli bir konudur.
Çünkü hiç bir beden parçasında, simadaki anlam bulunmaz. Simaya bakışla bedenin
farklı yönlerine bakış arasında önemli farklar vardır. Simaya bakınca orda ruh,
akıl, kalp ve vicdan hüküm sürer. Oysa nazarlar simadan uzaklaşınca tamamen
nefis devrededir ve onun asla insafı, vicdanı, sınırı ve ölçüsü yoktur, sima
tanımaz!..
Kur’an günümüzde de kimi insanları esareti altına almış
cinsellik hastalığına ve enseste uzanan çizgiye dikkat çekmektedir.
Öte yandan, bu kalp rahatsızlığının hassasiyetine dikkat
çekme adına sadece bir kaç sözün bile hasta ruhlarda tetikleyici, duygu uyarıcı
fonksiyon icra edebileceğine, bu yüzden dikkatli olmaya dikkat çekiliyor. Bir
şuh söz, zincirin ilk halkası olabilir, bir bakış. bir dokunuş fuhuş eylemine
yol açar.
Ayrı bir konu: Cinsel bazı saplantılar gerçekten bir
hastalıktır, sapıklık ve ahlaksızlık diyerek bu tür ruh hastalarını dışlamak
doğru değildir. Gerek psikiyatristlerden yardım alarak gerekse dini
telkinlerle, bu tür hasta insanların şifa bulması, günahlardan korunan insan
haline gelmesi için çaba göstermek gerekir.
“Her bir günah içinde küfre giden bir yol vardır” sözü de bu
noktada ufuk açıcıdır. İnkarcılık bütün buhran ve bunalımların en büyük
kaynağıdır. Günahlar da insanı bu kaynağa yaklaştıran dikenli yollar!..
Her bir günahta insanı bir kısım psikolojik rahatsızlıklara
sürükleyebilecek bir yol, pek çok duygusal ve düşünsel boyut vardır denebilir…
Bu tür saplantılar bir kalp işi olduğundan, belirsizlik
vardır. Kimin kalbinde, duygu ve düşüncelerinde, cinsel hassasiyet ve
saplantılar olduğunu bilmek, dış görünüş itibariyle mümkün değildir. Ayet belli
bir insanı muhatap etmiyor, “kalbinde hastalık bulunan kişi” diye belirsiz
bırakıyor. Bu bir komşu bir akraba, meslektaş veya bir arkadaş da olsa, yaşı da
ne olursa olsun, gerekli tedbirleri almada yarar vardır. Kültürümüzde ev halkı
için bile edepli davranışlar ve tutumların sergilenmesi bir dini gelenektir.
Anne babanın kapısını çalma gibi!..Yukarda değnidiğimiz gibi en yakın mahrem de
olsa, belli ölçülerde tedbirli kıyafetlerle dolaşma, sereserpe uzanmama gibi!..
Ayet bir tatlı söz uyarısıyla, nerelere kadar tedbir
alınması gerektiği konusunda ilgilenecek olanlara bir ölçü sunmaktadır.
Konu, “İnsanın içi temiz olsun!, “Kardeşim senin de için
fesat, herkesten şüpheleniyorsun, esasen sen paronayak olmuşsun!” diyenlere
itibar edip etmemek de okuyucuya kalmış bir şeydir!..İlerde ele alacağımız
şeytanın bu konudaki yaklaşımı, Yasak ağaç, Kabil-Habil olayı, bu olaya biraz
daha ışık tutacaktır zannederiz.
Ayet, böyle bir şey olması muhtemel uyarısını veriyor.
Tedbirli olmaya davet ediyor. Zinaya yaklaşmayın ifadesinde olduğu gibi, duygu
ve düşünce kıvılcımının oluşmasına zemin hazırlanmasına karşı duyarlı olmaya
çağırıyor. Özellikle risk taşıyan şahıs ve ortamlara karşı tedbir öneriyor.
Peygamberimizin, Hac gibi ulvî duyguların yaşandığı bir vasatta bile, bineğinin
terkisinde oturan rüşt çağına yaklaşmış yeğeninin yüzünü, kadınların bulunduğu
tarafa çevirmemesini sağladığını biliyoruz.
Hijyen adına sağlık tedbirleri, beden için ne kadar
gerekliyse, bu tür tedbirler de kalbin manevi sağlığı için o denli
gerekli olabilmektedir.
Tesbit edilebilecek bir husus da, Allah korkusunun,
saygısının bir ölçü olarak verilmiş olmasıdır. Bu saygının eksikliği, kalp
duyarlılığında zaafiyetler meydana getirebilir. Namaz kılınan, Kur’an okunan
ortamlarda bile, şeytanın duyguları kurcalaması, nefsin belli şeylere tamah
etmesi söz konusu olabilir. Kalp akıl ve nefis ve hayır adına aksiyoner bir
yaşam şekli ile, bütünlük içinde komple ve etkin bir Allah saygısı
oluşturulmamışsa, namazlı niyazlı insanlar bile sürçebilir…Nitekim birinci
maddede inanç zayıfı olan insanların, aksiyon anlamlı cihada karşı soğukve uzak
olan insanlar olduğunu belirlemiştik. Milletine ilim ve hayırlar adına
hizmetlerde koşmaktan lezzet alan şevk dolu insanların, bu tür zaaflardan uzak
kalacakları çok yüksek ihtimal, hatta bir vakıadır. Nefiz yavuz bir hizmet eden
hizmetkar da olabilir.
3-İletişim zayıflığı:
Bu maddeye, “Kişilik bozukluğu” veya “Ruhsal hastalık” da
diyebiliriz.
Bazı insanlar inançla benlik kimliklerini oluşturmuş,
ibadetlerle kişisel sağlıklarına kavuşmuş olabilirler. Fakat davranışlarında
bir kısım yanlışlar veya eksikler görülür. İnsanlarla ilişkilerinde yeterli ya
da başarılı olamazlar. Bazı duygu ve düşüncelere saplantı için de, toplum
hayatında huzur bozucu, fitneye sebep olucu (33/60) tutum içine girebilirler.
Oturmuş kişilikleri de olsa bu gibi insanlar, kendi
doğrularında hapis olduklarından, müştereklerden oluşan objektif ölçüleri
bulunmadığından, kamuoyu vicdanında tasvip ve kabul görmez, din adına da olsa
sıra dışı hatta bölücü kabul edilir, ve evrensel bir kimlik ve temsil keyfiyeti
sergileyemezler. Kur’an’ın evrensel dilinden çok, seçilmiş ayetlerin
sloganlaştırılmasıyla oluşan, klik ve hizip anlayışına uygun bir dil
kullandıklarından, ma’şerî vicdana mal olacak bir söyleme sahip değildirler.
Bir ülkede gruplar olarak bunun örnekleri gözlenebileceği
gibi, Müslüman milletlerin dünya kamuoyundaki durumları itibariyle de evrensel
bir iletişimden söz etmek imkansız görünüyor.Çünkü evrensel aksiyon ve temsil
kimliğinden yoksun bulunuyorlar.
Demek ki Müslümanın kendini ve Kitabını dünyaya
anlatamaması, Kur’anî bir iletişim bütünlüğüne sahip olamayışındandır. Bu
maddeye “Davranış bozukluğu” da diyebiliriz.
4-Aksiyon zayıflığı:
Ayeti aynen yazmalıyız:
“İman edenler, keşke cihat hakkında bir sûre gelse!” derler.
Fakat açık bir hüküm olarak cihatla ilgili sûre gelince, kalplerinde hastalık
bulunanların sana, ölüm bakışı gibi baygın ve isteksiz baktıklarını görürsün.
Onlara bu yakışır!.
Onların vazifesi, itaat ve güzel sözdür. İş ciddiye binince,
Allah’a sadık kalsalardı onlar için hayırlı olurdu!”
(47/20-21).
Halk dilinde mangalda kül bırakmamak denir. İşin lafını ve
dedikodusunu çok yaparız. İş başa düşünce, başımıza bir ağırlık çöküverir. Mal
ve candan fedakarlık istenir, yüzümüz düşüverir. Ağırca Hizmet definesinin
zorluklarla taşındığı görülür de, bir el atma yerine, yükümlülükten kaçmak için
ne taşlar atılıverir!..Biraz himmet teklif edilince sanki can boğazdan
çekiliyor zannedilir, cehennem ateşi unutulur da, bu sıcakta da sağa sola sefer
edilir mi denir (9/81). Dünyalık işlerde, menfaat ve ten lezzetlerinde ön safta
koşulur, ilim ve irfana, ülke ve dünya insanına hizmet denince yola çıkmadan
niceleri yorulur…Ülkeler ve ideolojiler aleyhine propagandalar yapılır,
sloganlar atılır; “Gel onlar gibi çalışalım dersin, “Sen mi kurtaracaksın?”
deyip sırt üstü yatılır!.. Eylemsizlik bireysel olduğu kadar toplumsal bir
psikolojik illettir. Ruhları saran bir kanser gibidir. Tarih tekerrür ettiği halde
ibret alan yoktur. Hamle ruhu sönen her millet tarihte çağlayan iken,
durağanlaşınca yosun tutmuş ve kokuşmuştur. Duran ve yosunlaşan bu millet,
aslında kendini hasta yapmış, pek çok psikolojik rahatsızlıklara kucak
açmıştır. Millî bir ilim ve Hizmet seferberliği yapılırsa, bu fert ve toplumu
yatağa yatıran ruh hastalığından kurtulmak mümkün olacaktır. Bu maddeye başka
bir isim de siz bulmalısınız?..
Olumsuz yönleriyle ele aldığımız bu hasta kalpler, inanç,
ibadet, ameli salih, takva, istikamet, ihlas, ihsan ve islah gibi etkili
ilaçlarla tedavi edilirse, hastalıklar gitmiş sağlıklı kalpler yerini almış
olur.
Son olarak, bir kalp hastalığının oluşması aşamalarını, yine
hastalıkla ilgili ayetlerden yola çıkarak takdim etmek
istiyoruz.
<span style="color:#0000ff;"><strong>d-Kalp
hastalığının gelişim aşamaları:</strong></span>
1-Hasta kalp:
Bu kalp Müslümanların sahip olduğu kalptir. Bu Müslümanlar
içlerinde ve yaşamlarında; inanç, irade, iletişim ve aksiyon aşamalarını
tamamlayarak kalp sağlığına kavuşamamış kalplerdir. Bu dört Müslüman kalp
hastalığının biri-ikisi veya üçü-dördü birden bir insanda bulunabileceği gibi,
dördü birden de olabilir. Bu komple hastalık durumu, ise katı kalp kategorisine
girme riski taşıyabilir.
Ayetin ifadesine göre Allah kalbinde hastalık bulunan
Müslümanları imtihan etmektedir. Bu imtihanda insanı kalp hastası yapmak için
dört koldan saldıran şeytanın müdahalelerine fırsat tanınmıştır. Çünkü bu
hastalıkları insan kendi hazırlamış ve bu hastalıkların her biri ruhta farklı bir
boşluk oluşturmuştur. Bu ise korumasız kalbi hasta etmesi için, şeytana açık
kapı bırakmak, davetiye çıkarmak demektir (22/53).
2-Katı kalp:
Kalpleriniz bundan sonra da yine katılaştı. Taş gibi oldu
hatta ondan da katı hale geldi (2/74)
İsrail oğulları sık sık kalp hastalığına yakalanıyorlardı.
Çünkü devamlı Musa’yı zorluyorlar, Allah’tan ve Musa’dan yeni istekler de
bulunuyorlar, gönderilen vahiy emrini beğenmedikleri oluyordu. Mesela Hz.Musa
vahiy almaya gider gitmez, altınları eritip tanrı diye bir buzağı yapmışlardı.
Sözlerini sürekli bozuyorlardı. Böyle bir sebeple ayet diyor ki:
“Onları lanetledik kalplerini katılaştırdık, onların azı
hariç hepsinde hainlik içinde görürsün!” (513)
“Ehl-i Kitap gibi olmayın, zaman geçince onların kalpleri katılaştı
(57/16).
Eski milletler, kendilerine gönderilen Peygamberleri
tanımadılar, sıkıntı ve hastalıklardan ders almadılar. Hiç bir zaman boyun
eğmediler. Çünkü kalpleri iyice katılaşmıştı, şeytan yaptıklarını süslü
göstermişti (6/43). Onlar da iyice şımarmış, azmışlardı(6/43).
Allah’ı anma konusunda kalpleri katılaşanlara yazıklar
olsun. Onlar kesin bir dalalet ve sapıklık içindeler” (39/22).
3-Mühürlü kalp:
Allah o kafirlerin kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş,
gözlerine de perde çekmiştir, onlara azab vardır (2/7)
Uyarılara ve sıkıntılara aldırmayan, nimetlere nankörlükle
zulme devam eden topluluklar helak oldu. Allah kulakları sağır, gözleri kör
eder, kalpleri de mühürlerse, Allah’tan başka hangi tanrı bunları geri
verebilir? (6/46)
“Nefsini hevasını tanrı edinen, Allah’ın saptırdığı,
kulağını ve kalbini mühürleyip gözüne perde çektiği kimseyi gördün mü? (45/23)
“Hateme-mühürledi” kelimesinden başka, “Tabea” kelimesi de
mühür vurdu anlamına gelir. Bu kavramın geçtiği ayetler incelen diğinde, aynı
şekilde üç grup insanın kalbinin mühürlendiği anlatılmaktadır:
<strong><span
style="color:#0000ff;">e-Kalbi mühürlenen
gruplar</span></strong>
1-İnkarcılar:
Bu insanlar, Allah’ı ve ayetleri inkar eden, Peygamberleri
öldüren, mucizeye saçma diyen, hakikatlarla mücadele eden, kibirle nen ve
zorbalık ve zulüm yapan Firavun gibi kişiliklerdir(4/155, 30/59, 40/35)
2-Münafık ve mürtedler:
“Hevalarına uyarlar, Peygamberi dinledikten sonra çıkar, “Ne
dedi bu?” diye alay ederler. İnandıktan sonra vazgeçer inkara düşerler.
Peygambere yalan mazeret beyan edip, Tebük gibi savaşa gitmekten vazgeçer, evde
kadınlarla otururlar
(9/87,16/106,63/3)
3-Müslümanlar:
Münafıklara uyarak Tebük seferine çıkmayan kimseler için
nazil olduğu anlaşılmaktadır (9/93). Peygamberimiz, bu kişilerle konuşma yasağı
getirmiş, içlerinden ciddi tövbe edip günlerce üzülenler için af ayeti
gelmiştir. Bu, Müslüman olanların, tövbe sayesinde kalp mühürlenmişliğinden
kurtulabilecekleri anlamına gelmektedir. Savaştan kaçmak, Allah’a şirk gibi
büyük günahlardan biri sayılmaktadır. İmana ve doğru bilgiye muhtaç insanlık
için ihlasla hizmet yapmak, Müslümanı bu tür tehditlerden korumuş olacaktır.
Bir ayette şeytanın kalpleri hasta ve katı olanlara
geldiğinden (22/52) ve münafıklara benzediğinden (59/16)
bahsedilmektedir.Demek ki mühürlenmiş kalplerle vakit
kaybetmek istemiyor. Müslümanlara zaten gelecektir, fakat münafıklara
gelmesinin sebebi, iki yüzlü davranıp Müslümanların içine daha kolay
girebildiği ve sağdan yaklaşarak kandırmaya çalıştığı içindir.
<span
style="color:#ff0000;"><strong>4-AKIL</strong></span>
Kur’an, 150’ye yakın ayette, sürekli eylem halindeki fa’âl
akıldan söz edilmiş, Akıl kelimesi yerine aklın kullanılması esas alınmıştır
(l3/19, 14/ 52, 39/21). Kalp daha çok manevi lezzetle algılarken, Akıl,
Allah’ın sıfat ve isimlerini kavramada kalp gibi aktif rol oynayabilir. İnsan
aklıyla melekten farklı olarak, esmanın tecellisi olan eşyaya bakarak, tadarak
dokunarak, olayları yaşayarak, aklıyla değer lendirebilir ve bu kalpteki iman
peteğinin zenginleşmesine, marifetin artmasına yol açabilir.
Aklın esas misyonu, kalp ve ruh dengesinin korunmasında
önemli rol oynamaktır. Akıl, okur, düşünür, terkiplere ulaşır, kalbi besler.
Kalple, kalpteki iman merkezi ile irtibatını koparmış bir aklın dengesizleşmeye
başlayacağında kuşku yoktur.
Kur’an, aklın ilk planda doğrudan Allah’a, tek oluşuna,
O’nun Kur’an, evren ve insandaki ayetlerine-delillerine yönelmesini ve ilahi
maksatları ve hikmetlerini anlamasını ısrarla ister (2/73,14/52) Hakla batılı,
iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, pis ile temizi ayırt etmesini, hikmetleri
kavramaya çalışmasını bekler (2/269;5/100). Önemli bir konu olarak da geçmiş
olayları ibret gözüyle çok iyi etüt etmesini emreder (12/ 199, 20/128). Dünya
ile ahiretin farkını kavraması gerektiğini söylerken de (6/ 32, 28/60) güzel
söz ve bilgi için çabalaması gereğini vurgularken de (39/9,18) hep aklın denge
içindeki pozitif alanlara yönelmesi için uyarır.
Nihayet, dengeyi sağlamak için, aklın hatalı yorumlarda
kullanılmamasına (3/7), geçmişin yanlışlarına saplanmış ataların peşinden,
sorgulamadan körü körüne gidilmemesine (2/170) böylece Allah’tan koparak
uzaklaşılmamasına dikkat çeker (39/43).
Akıl erdire meyenlerin sadece inkarcıların olduğuna da
parmak basarken (5/103), aklını müspet yolda kullanmamanın, canlılar içindeki
en kötü bir özellik olduğuna işaret eder (8/223) Burada da iki aşırı uç nokta;
aklın kullanılmaması da yanlış yollarda kullanılması da eleştirilmiş oluyor ve
bir ölçü ve denge sunuluyor.
Akıl hayatın, ilk var edilen süzülmüş özü, evreni ve insanı
tarayan gizli gözü gibidir. Cennetlere sığmayan, melekleri aşıp onları hayran
bırakan potansiyel gücü ve misyonuyla da şeytanı kıskandıran ilahî nefesli bir
cevherdir. Akıl, duygu ve düşünce üstü bir hikmet ve hakimiyet misyonuna sahip
olduğundan, yerdeki ilk görevine de, halife-yeryüzü yöneticisi olan bir
Peygamberle başlamıştır.
Bu otoriter gücüne rağmen Aklın, ruh ve mana konularında
yetersiz kaldığı olur ve vahyin aydınlığına, ihtiyaç duyar. Çünkü akıl eşyanın
mülk yönüne, zahirine daha çok meyillidir. Ruhun dış gözü olarak, daha çok
dünyaya baksın diye yaratılmıştır.
Ruhun öte lere açılan iç gözü olan vicdanla daima irtibat
halinde olmalıdır. Zira vicdan sonsuz hayat özlemi çekerken, akıl vicdandan koparsa,
fani dünyaya kapılabilir. Bir gün semalar ötesine yolculuk yapar öbür gün bir
damlada boğulur. Bir gün dünyayı darı danesi gibi görür, evrenleşir, başka bir
gün, darı danesi kadar küçük hafıza merkezinde, o merkezin kapısının hayal
mandalında hapis olur ve bir adımlık çıkmaz evren sokağında dolanır durur.
Kur’an, akla eşyaya iç gözle bakmayı öğretmektedir. Çünkü
Kur’an, kainat hayatının hem ruhu hem aklı gibidir. Akıl, sadece bir düşünceye
yoğunlaşabilir, dile bir söz söyletebilir. Kur’an, kıyamete kadar gelecek bütün
akılları (ins-cin) nazara alarak külliyetli söz söyler. Ayrıca her sözünün
değişik anlamları ve maksatları olabilir. Bu yüzden akıllar, kendilerini
Allah kelamında bulabilirler. Felsefe Tarihi, aklın eksik
gözle çıktığı, birbirinden taban tabana zıt düşünce serüvenleriyle doludur.
Aynştayn: Dinsiz ilim kördür der. İlimsiz dini yaşamayı da topallık olarak
görür.
Akıl güçlü bir alettir. Gerçek sahibi Allah adına
kullanılırsa, kainattaki rahmet ve hikmet hazinelerini ve insanın
sırlarını açan bir anahtar, sonsuz cennet hayatını
kazandıran bir rehber olur. Aslında sönük küçücük bir gözü olmasına rağmen
akıl, Allah’ın Hakîm ismi nin nuruyla bakarsa, cüz’î iradenin Küllî iradeyi
çekmesi gibi, kainat ufuklarında küllî dikey yolculuklar yapabilir.Tefekkürün
ibadet sayılmasının esprisi de buradadır. Ancak akıl, vicdan ve kalp
komşularına sadık kalmaz, onları terk edip, savaşçılarını bırakıp kaçan lider
gibi, kendi başına hareket ederse, nefsin ve düşman şeytan güçlerine esir
olması kaçınılmazdır. Akıl, ulaşamadığı alemlerin temsilcileri olan kalp ve
vicdanla sık sık iletişim kurmalı, buluşup gezintiye çıkmalı ki ve hasbihal
etmeli ki, onların manevi bilgilerinden ve zevklerinden yararlansın!
Akıl, nefis ve şeytan hesabına işlettirilir, vicdan ve kalpten
bağlantısını koparırsa, hem bir kötülük aracı olabilir hem de geçmişin bütün
elemlerini, geleceğin endişe ve korkularını ve günlük yaşadığı olayların bütün
ağırlığını zayıf omzuna yüklenmiş olur. Gemide gittiği halde sırtındaki yükleri
yere bırakmayan akılsız yolcu gibi… Bir lezzete dokuz elem karıştırır. Unutmak
için eğlence ve sarhoşluğa koşar. Bu da bazı psikolojik rahatsızlıklara
davetiye çıkarmak, akıl hastalıklarına zemin hazırlamak demektir. Tarihte,
işgal ve katliamla rıyla ünlenmiş, dahi denilen akıl canavarlarının örneklerini
de görebiliyoruz.
<span
style="color:#ff0000;"><strong>NEFİS</strong></span>
Rahmana da şeytana da muhatab, elmas kömürden bir cevher bir
keskin bıçak…O, ya şeytanın başkonsolosu, arka bahçesi ve bilinçaltı mezarlığı ya
da yedi renkli bir gökkuşağı ufkunda başa taç olacak… “İlahi! Göz açıp
kapayıncaya kadar bile bizi nefsimizle başbaşa bırakma!”…
Nefis kavramı Kur’an’da öncelikle, insanın, aklı kalbi canı
ve bedeniyle kendisi, Hz.Adem’den aldığı bütün ve esas varlığı olarak
kullanılır (7/72 189) mal ve nefisle cihat etmekten (61/11), cennet karşılığı
nefsi Allah’a satmaktan (9/11), nefsin ölümü tadacağından (3/185), cennette
nefsin hoşuna gidecek her şeyin bulunduğundan söz edilir (21/102, 41/ 31).
Nefisle ilgili ayetlerin çoğunluğu ise insanın nefsine zulmetmesine dikkati
çeker (2/57).
Bizim üzerinde duracağımız konuda ise nefsin küfre
girmesinden (9/17) günahlara dalmasından (6/64), arzularının peşinden koşup
(5/70), kötü şeyleri istemesinden ve yapmasından (5/80, 10/30), haddi aşması,
kibir, cimrilik gibi olumsuz duygularından (39/53, 25/21, 64/16) bahsedildiğini
görüyoruz. Özellikle bir yerde nefsin, şeytan gibi günahları süslü gösterme
özelliğinden (12 /83) nefis-şeytan işbirliği içinde olanların, mahşerde şeytan
tarafından yalnız bırakılacağından (14/22) söz edilir.
İki ayette nefsin ilah gibi muamele görmesi, heva’nın yani
nefis arzularının tanrılaştırılması (25/ 43, 45/23) Firavunun da bunu
kendisiyle bütünleştirip ilan etmesi dikkatlere verilir (79/24). Nefis, kendisine
denge sağlayabilecek beden dostları kalp ve akıl tarafından yapılan teklif ve
uyarıları reddedip, kendi başına benlik sevdasına kapılınca, ilahlık
hayallerini bile kurmaya başlayabiliyor.
Ve Kur’an, nefse, ölçü ve denge adına tezkiye-temizlenme ve
kurtuluşa ulaşma yolunu gösterir (4/49, 35/18, 87/ 14, 91/9)
Denge kazanması adına yollar gösterir, nefsin çaba
aşamalarına güzel anlamlar yükler, teşvik eder ve coşturur: Emmare (günahları
arzulayan) nefsin (12/53), Levvame (hatalarından pişmanlık duyan) nefis (75/2)
haline gelmesini ister, Mutmainne (Allah’ı bulmuş, huzura ermiş) nefsi
alkışlar. Radıyye (Allah’dan razı olan) ve Mardıyye (Allah’ın razı olduğu)
aşamalarında nefse adeta cennet yolunda, ilahi bir ağırlama ve mihmandarlık söz
konusudur (37/27-30). Ötesinde nefis için tüm ölçüler yok olur. Kur’an, Nefsini
temizlemeyen, kendini değiştirmeyen kimseye, Allah’ın o durumuna uyan
muamelesinin değişmeyeceği ihtarını verir (13/11).
Nefis, adeta cennetin sınırsız nimet ve zevklerinin ete
kemiğe bürünmesi ve bedenleşmesi gibidir.Bu sebeple nefse sınırsız bir yöneliş
ve zevk alma gücü verilmiştir. Bu meyletme ve arzulama duyguları, vicdanın,
Allah’a dönük sevk ve şevk kanatlarının nefisteki izdüşümleri olarak
değerlendirilebilir. Nefisteki bu kopya iki duygu asıllarıyla bütünleşip,
Allah’a yönelsin ve buluşsun diye verilmiş olduğundan, sınırlı dünyada, geçici
zevklere kurban etmesin diye de sınırlar çizilmiştir.
İki tarafına da (Kirâmen Kâtibin gibi) irade (akıl) ve
vicdan (kalp) isimli, iki uyarıcı, denetleyici, yönetici iki güç
verilmiştir. Akıl doğru bilgiyle, kalp de sağlıklı inançla
donatılır aydınla tılırsa, önü alınamaz arzuların kaynağı olan
nefsin, ölçü ve denge içinde denetlenebilmesi ve her
isteğinin, hayır yoluna, güzel olana ve olumluya kanalize edilmesi mümkün
olabilecektir.
<span
style="color:#ff0000;"><strong>NEFSİN VERİLİŞ
HİKMETİ:</strong></span>
Nefis, Allah’ın isimlerine aynalık yapmaktır. Melekler yemez
içmezler, erkeklik ve dişilikleri yoktur, insanlar gibi
nefislerine yenik düşüp günahlara girmezler, hasta olmazlar,
ölüm acısı yaşamazlar. Oysa insan bunları yaşayarak, Allah’ın Rezzâk (Rızık
veren), Şâfî (şifa veren), Tevvâb (Tevbeleri kabul eden), Afüvv (Af eden),
Mümît (Ölüm veren)…gibi isimlerin tecellisine ayna olurlar. Özellikle bize
“Melek Anneciğim!” dedirten olayda; annelerimiz melek olamaz, fakat melekler de
anne olamazlar. Anne rahmi, Allah’ın embriyo oluşturan isimlerine adeta
muhteşem bir tuval olarak, Allah’ın anne ve yavrusuyla alâka kurmasına vesile
olmakta, meleklerin yapamadığı görevi yerine getirmektedir. Bu yönüyle nefis ne
muhteşem bir sanat şaheseridir!..
Diğer bir hikmeti, Ene-Ego-Benliğimizi ölçü yaparak (Mikyas,
Vahid-i kıyasî) isimlerini tanımak ve sonsuzluğunu anlamaya çalışmaktır. Bizde
tecelli eden sıfatlara subutî sıfatlar diyoruz. Hayat, ilim, irade, kudret,
işitme, konuşma, duyma gibi…Ayrıca Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmakdan
bahsederiz. Bu diğer isimleri gibi davranmak anlamına gelir: Sabır,
affedicilik, cömertlik, temizlik, selamlaşma, güven verme, onurlu olma, adalet,
hilm, hikmetli olma, hesaplı planlı sanatlı sağlam yapma, her an aktif olma
gibi…
Ego (Ene, Benlik), nefsin temsil gücü halidir. Ya “Ben benim
sen sensin!” der, ya da “Ben Kulum Sen Rabbimsin!” der. Onun Kimlik tanımı
kısaca budur. İrade, akla nasıl anlam ve güç kazandırıyorsa, Ene-Ego da nefse
öyle değer ve anlam kazandırır.
Ego, ya sadece kendine bakar, takılır, basit bir harf olarak
kalır; ya da kendine, kelimeler cümleler kitaplar oluşturan Yaratanın bir harfi
olarak bakar ve anlamlaşır, sonsuzlaşır. Ya zevklerin kölesi olur bir cam
parçasında bir yansıma olarak hapis olur kalır, ya da Rabbe yönelir ruhlar
semasında bir özgürlük güneşi gibi yerini alır.
Ene, iyilik ve hayırda Rabbine bakıp şükretmeli, kötülük ve
şerde kendine bakıp istiğfar etmeli, kendini savcısı olmalıdır.
Bir diğer hikmeti, basitliğimizle mükemmelliğini,
küçüklüğümüzle büyüklüğünü anlamak ve O’na yönelmektir. Her şey zıddıyla
bilinir. Allah’ın zıddı yoktur. Bu yüzden hiç bir şeye benzemez. Bize kendini
hissettirmek ve yönlendirmek için acizlik verdi onun kuvveti ne döneriz.
Zayıflık verdi kudretine sığınırız. Fakirlik verdi zenginliğinden isteriz.
Açlık verdi rızkını ararız. Hastalık verdi Şifasını dileriz. Fanîlik verdi
Bakîliğini ararız. Bizi kul yaptı sadece O’na ibadet ederiz; ihtiyaç sahibi
yaptı sadece O’ndan yardım isteriz. Bize nefis verdi; melekten farklı olarak
günah işleyebiliriz ve O’nun kapısına günahtan yanmış olarak döneriz, orda
yanmamak için tövbe ederiz, temizlendiğimizi görür, hamd ederiz. Her konuda
imtihan eder sıkıntılar verir, dua eder Sabrına sığınırız. Hayat boyu her
halimizle, O’na sürekli bir bir arzuhal penceresi açarız. Ene bir diyalog hattı
gibidir.
Buna bağlı olarak nefsimizin bir varlık sebebi de, nefisle
(ve şeytanla) mücadele etmektir. Biz iman enerjisi ve ibadet idmanıyla,
irademizin hakkını vererek, hayat maratonunda, kulluk kulvarında, nefis ve
şeytan rakiplerini ardımızda bırakarak, günah engellerini bir bir aşarak, Allah
rızasına ve cennet madalyasına koşarız. Böylece hem makamımız yükselmiş hem
manevi yeteneklerimiz geliş miş inkişaf etmiş olur. Bu sebeplerle nefis için
bir sınır çizilmemiştir. Sonsuz gerçek olan
O Güzele doğru, sınırsızca yürüsün diye!..
Öte yandan nefis, Allah’ın nimetlerinin tadını alarak
şükretmeye vesile olmaktadır. Ayrıca nefse takdim edilen peşin avans lezzetler
sayesinde neslin çoğalması sağlanmaktadır. Bu yönleriyle nefsimize “Ne mübarek
şeymişsin sen!” dense yanlış olmaz.
İnsanın nefsiyle-kendisiyle barışık olması ne demektir?
Kendini sevmesi midir? Öz güveninin olması mıdır? Hiç bir komplekse kapılmaması
mıdır? Kusurlarını kolayca görebilmesi ve itiraf edebilmesi midir? Sevgi dolu
olması, insanlarla kolayca iletişim kurabilmesi midir? Hayata olumlu ve toz-
pembe bakmasını bilmesi, her sıkıntısını kolayca atlatabilmesi midir?
Kendine güven duyması hiç bir engel tanımaması, özgürce
dolaşması mıdır?
Bu ve benzeri tespitlerin her biri belli bir hakikati
yansıtmaktadır kuşkusuz. Ancak bütün bu arzulanan niteliklerin bir insanda bir
arada bulunması oldukça zordur Ayrıca Nefsin hoşuna giden ve manevi hayatı için
tehlike olabilecek şeylere onay verme gibi bir tehlike de söz konusudur.
İnsanın kendisiyle barışık olması, kendisiyle Rabbisi
arasında bir küslüğün olmaması, O’nunla barışık olması demektir. Çünkü kendini
seven mutlaka, nefsini kendine veren Rabbisini de sevme durumunda olacaktır.
Postacının getirdiği hediyeyi alıp öpmek başa koymak bir sevgi göstergesidir,
Ama kime?..Tabi ki gönderene olmalıdır bu!..Bize bunca nimetleri gönderenle
barışık olmadıktan, O’nu tanıyıp saygımızı ifade etmedikten sonra, nefisle
barışıklık nefis hesabına olacaktır. Ve nefsimizi, yaratanın önüne geçirmek
anlamını taşıyacaktır. İnsanın kendisiyle barışık olması kendisini anlaması,
bilmesi, sevmesi, onu
Yaratıcısına ulaştırabiliyorsa anlamlıdır. İnsanın kendisini
ve sevdiği her şeyi sevmesi, O’nun namına olursa bir değer ifade eder.
Nefsin hoşuna giden her şeyi sınır tanımadan yapan insana
kendisiyle barışık denmez; nefsinin ve zevklerinin kölesi olmuş denir. Ve
şeytan, kendine üs olarak gördüğü nefsin her zevkiyle barışık olan insanlarla
son derece barışıktır hatta onlara bayılır. Bu yüzden nefsin, ateşkes ilan edip
barış istemesine hemen kanmamak, uyanık olmak gerekir. Çünkü Yusuf Peygamberin
diliyle nefsin tabia tında, daima kötülükleri istemek ve emretmek vardır.
Nefsin her istediği kötü olmayabilir, fakat istediği hiç bir
şeyin iyi mi kötü mü olduğunu (kalp ve akıl yardımı almadıkça)
bilememektedir.Bu yüzden nefsimiz ”Gel barışalım!” şeklinde bir şey
mırıldanırsa,“Bunun altında bir bit yeniği olmasın, şeytana megafonluk
yapmasın!” diye titiz davranmak gerekir. Çünkü asla unutmamalıdır ki, kukla
oynatıcılar gibi, nefsin istek ve davranışlarının ardında, onu yönlendiren
şeytan, daima tetikte hazır beklemektedir.
Nefis arzularına karşı set çekme kavramını Kur’an’da
anlatılan Zülkarneyn olayından iktibas edebiliriz (11/83-99). Bu zatın
peygamber olup olmadığı konusunda ihtilaf vardır. Zamanı ve mekanı belli
olmayan bir yolculukta, belirsiz bir topluluk, ondan farklı anlamlarda
yorumlanan Ye’cüc ve Me’cücün bozgunculuğundan şikayet ettiler. O da aşılması
mümkün olmayan, teknik yönü güçlü bir set yaptırdı. Zülkarneyn hem manevi yönü
hem de maddi yönü güçlü bir insanın kalp ve zihin boyutlarını simgeliyor gibi.
Şeytanla nefis de iki güçlü bozguncuyu! İnanç ve bilgi gücüyle nefsin ve
şeytanın bu önü alınamaz tahribatı önlenebilir.
Sonuç olarak nefis, Allah’a yönel mek, onu tanımak, sevmek,
O’nunla barışık olmak için verilmiştir…
<span
style="color:#ff0000;"><strong>NEFSİN TEMİZLİK
DERECELERİ:</strong></span>
<span
style="color:#0000ff;"><strong>a-Hevasını ilah edinen
nefis:</strong></span>
Nefis için, yanıkların derecelendirilmesi gibi,
kirlilik-temizlik dereceleri düşünürsek, en kirli derecesinde “Heva” yı
görürüz ki (25 /43) bu aşama da nefis, akıl (irade) ve kalp
(vicdan) komuta merkezlerinden tamamen ayrılmış, kendi başına buyruk olmuş, dağ
komşularını kıskandıracak bir özgürlük içinde her kötülüğü yapıyor demektir. Bu
kötülük eylemcisi nefistir ki bire bir şeytanin mahiyetiyle bütünleşmiş
gibidir. Mefistoya peylenmiş bu nefsin bütün kaleleri, tabyaları şeytan
tarafından işgal edilmiştir. Kur’an’a bakarsak, bu uç kişilik tipleri:
Firavunluk, Karunluk, Nemrutluk gibi kavramlarla ifade edilebilir. Bu hali
almış nefis, kalpte mühürlenmişlik ve ateşle tescillenmişlik olarak
tanımlanabilir.
<span
style="color:#0000ff;"><strong>b-Kötülüğü emreden
nefis:</strong></span>
İkinci aşamada kötülük emredicisi nefis karşımıza çıkar. Bu
nefis, eyleme geçmese de bünyesinde her türlü kötülük tohumlarını ve istidadını
taşımaktadır ve her an patlamaya hazır bomba gibidir. Günahları emrediciliği,
günahları tatmasından ve zevk alır hale gelmesinden dolayıdır. Fani lezzetlerin
tekrarını ister durur, emreder gibi içten tazyiklerle zorlar ve çoğu zaman
insanı mağlup eder. Psi kolojide buna bilinçaltının bilinci zorlaması deniyor.
Günah zevkleriyle şımartılmış nefis, hizmetçilikten terfi
eder, âmir olur; şehrin hakimi olan aklı, savcısı olan vicdanı ve sultanı olan
kalbi insiyatifi altına almış, susturmuş, durmadan emirler yağdırmakta, onları
köle gibi kullanmak istemektedir…Bu zorbaya karşı ciddi bir kalp ve akıl
operasyonu yapılmalıdır. Pskiyatristler, ruh Operatörleri gibi terapiler
yaparak duygu, düşünce ve davranış bozukluklarını tedavi etmeye çalışırlar.
Kendilerini Rablerine peylemiş, İnanç ve bilgi sahibi, Nur Operatörü dostların
himayesinde, sohbet terapilerine katıldınız mı hiç!? Nuh’un gemisi gibi
dalgalardan korurlar…
<span
style="color:#0000ff;"><strong>c-Pişmanluk duyan
nefis:</strong></span>
Üçüncü aşamada ise, günahlara inançlı ve bilinçli olarak
direnen, yerinde yaka paça olup kavga eden nefis söz konusudurZaman zaman
sürçse, günaha girse de, içi yanar, pişmanlık duyar, gözyaşı döker, tövbe eder.
Ama vasatını bulunca, dayanamaz, yeni temizlediği ruhunu tekrar kirletir. Düal
bir ruh haleti içinde, mekik gibi iki tarafa gelir gider.Günümüzde inançlı ve
ibadetli insanlar da, özellikle gençlerde görülen psikolojik rahatsızlıkların
ortaya çıkmasında, bu düalitenin önemli bir payı vardır kanaatindeyiz. Evinde
ki yaşam tarzıyla, dış dünyada karşılaştıkları zıtlıklar genç kızla erkeğin
ruhunda gel-gitlere yol açmakta bunalımlar ve aile çatışmaları yaşatmaktadır.
Hekim desteğinin yanında, temiz yüzlü ve karakterli arkadaş ve dost çevresi, böyle
insanların nefis-zede olmaması için elzemdir.
Ancak önemli bir husus vardır: Bu aşamadaki nefis,
Kur’an’da, diğerlerinden farklı ele alınmaktadır. Allah, öncelikle iç dünyasın
da huzursuzluklar yaşayan bu nefse yemin etmektedir. Yemin, kıymet verilen
şeyler üzerine yapılır. Mesela insan olarak sadece bir ayette, Peygamberimizin
ömrü üzerine yemin edilmiştir (15/72). Diğer taraftan, bu nefse yemin
edilirken; kıyamete de yemin edilmiştir. Anlaşılıyor ki, diğer iki nefse oranla
rahmete en yakın olan nefis budur: Yani günahlarına ah edip pişman olan, içi
yanan nefis!..Allah adına duyulan hüzün, kurtuluşun en çaplı ilk adımı
olmaktadır.
Nefis ister insanın kendi, ruh bütünlüğü anlamında ele
alınsın, isterse kalp ve akıldan farklı olarak kötülükleri arzulayan ve şey
tana boy hedefi olan yönüyle değerlendirilsin; Peygamberlerin daima ilk gündem
maddelerinin başında yer almaktadır.
Her Peygamberin temel hedefi öncelikle insan bütün
yönleriyle ruhunun ve ve nefsinin tezkiye ve terbiye edilmesi, hayra yönlendirilmesidir.
Bir ayette belirtildiği gibi, Tebliğ etmek ve Kitap ve Hikmeti öğretmek de,
kalp ve aklın takviye edilmesi anlamıyla aslında, nefse yönelik eylem planları
olarak yorumlanabilir(62/2).
<span
style="color:#ff0000;"><strong>NEFSİN GENEL ÖZELLİKLERİ</strong></span>
Nefis zevk ve arzu eğitimli olarak doğar. Adeta zevk ve
lezzet almaya programlanmış gibidir. Buluğ çağına kadar yemeye, içmeye,
oynamaya olan hevesi ve tükenmez enerjiyi hepimiz gözlemleriz. İnsan, doğar
doğmaz Rahmetin süt tulumbacıklarını arar. Bu, Allah’ın mahiyetimize koyduğu
yaşama enerjisinin ve ilâhî sevkin bir ifadesidir. Bu, aşk ve muhabbet olarak
da yorumlanabilir. Ya da süt gibi tertemiz Yaratılış fıtratına yöneliş sevk ve
şevki!..
Henüz günah kirlerine bulaşmamış, anasının ak sütü gibi
tertemiz fıtratıyla, bu nefis süt kokulu Nefis taşıyan yavru, “Vicdanı mın
sesini duyamıyorum!” diyenlere, hal dili ile bir şeyler anlatır adeta vicdan
dersi verir. Kundağında konuşan
Hz.İsa gibi ona mucizevî bir güç ve dil verilseydi, şöyle diyecekti:”
Ben Rabbimin müstesna bir sanat eseriyim. Rab ismiyle o beni terbiye etti,
Ruhuma hazineler değerinde mekanizmalar yerleştirdi. Yaşayabilmem için de
cennet numûnesi bir nefis gücü verdi. Ona binler hamd ederim! Benim bu arzu
dolu yönelişimi doğru okuyun! Bu, Allah’ın kendisi adına içime koyduğu sonsuz
aşk ateşinin alevlenmesi için vicdanımın çaktığı bir kıvılcımdan ibarettir!
O’na ulaştıran kulvardaki şevk hamleleridir!”.
Başkaları aslında fikirleri olan zikirlerini, salt nefis
hesabına libido şeklinde dillendirebilir. Nefis, ahsen-i takvimde
mi esfel-i safilinde mi nasıl anlaşılacaktır? (95/4-5.)
Nefis, beden gözleri gibi gözleri kör olarak doğar. Buluğa erinceye kadar,
mahiyetindeki nüve iki göz geliştirilir. Buluğla beraber bunlar çiçek açarlar.
Bunlar vicdan ve iradenin diğer deyişle kalp ve aklın gözleridir. Bunların
aktive edilmesiyle sorumluluk başlar. Bu, hazır lütuf olarak verilen gözler,
Rabbi araştırıp tanısın sonunda görsün ve nefse birer göz olsun diye
verilmiştir. Nefsin gözü açılır, hem de fani zevklere fena açılır da, bu gözler
körleştirilirse, nefis için de karadelikler gibi kör bir akıbet kaçı nılmaz
olur.
Nefis dünyanın ikiz kardeşi gibidir, birbirine çok
benzerler.
Dünyanın bir yönü zehirli bal hükmündedir ki dünyanın fani
elemli günahlarına bakar.
İkinci yönüyle dünya, Allah’ın isimlerine aynalık yapar,
sanat eserlerinin sergilendiği sergi sarayı gibidir.
Üçüncü yönü de ahiretin tarlası sayılır. Bize iman ve
ibadetlerimizle, insanlık adına yaptığımız güzel hizmetlerle
cennetimizi kazandırır. Dünya gibi nefis de çok sevilir,
çünkü bütün lezzetlerin mahzeni, menfaatlerin madeni gibidir.
Zevklenme konusunda dünya ile çok iyi anlaşabilecekleri çok
ortak noktaları vardır. Dünyada ne kadar çok zevk ve lezzet varsa, nefisde mutlaka
onu talep edecek bir karşılığı vardır. Bunun tersi de doğrudur:
Nefisde ne kadar çok zevk alma merkezi varsa, dünyada o
oranda zevk üretme potansiyeli var demektir. Aynı değerlendirmeyi nefisle
cennet arasında da yapabiliriz. Bu yüzden ruhun diğer mekanizmaları, dünyada
dünya ve nefsin iki zevk kazanından birine, düşmemek için vaziyet alma
durumundadırlar; çünkü birine düşmekle diğerine otomatik olarak düşmüş
olacaklardır.
Nefisler, Keyfe kâfî ge len meşrû zevklerle yetinmesini
bilirlerse, cennet kazanında her aradıklarını zaten bulacaklardır, hem de
sonsuzca!..
Nefis, insanın vicdandan sonra önemli ikinci ana yapısıdır.
İnsanın iki yönü var: Mülk-meleküt, melekî-şeytanî, maddî-maneviî,
cesedî-ruhânî ve…nefsî-vicdanî. İki güç birbirinden farklı olan duygu ve
düşüncelerini üstün kılmaya çalışırlar. Vicdan mekanizması galip gelirse, nefis
mekanizması müsbete dönüşür, ve insana hizmet eder. Aksinde de insanın hezimeti
söz konusudur. Nefis, tezkiye ile kurtulur, kirlenme ile zarara uğrar (9-10).
Nefis doyumsuzdur. Emzikten kesilmedikçe bırakmayan çocuk
gibi sürekli lezzetleri arar durur. Doğuştan sınırsız yöneliş, aşk, şevk, sevk
ve lezzet bağımlısıdır. Aslında bu, vicdan ve iradenin kanatlarıyla
uçulabilecek müthiş bir motor gücü gibidir. Bu büyük bir avantajdır. Bu
sınırsız isteğin veriliş sebebi, akıl ve kalp kanatlarıyla Allah’a
yükselmektir. Allah nefsi kendi sonsuzluğuna layık görmeseydi, ona bu sonsuz
arzuyu da vermezdi. Nefis arzusu, bu yükselişte, tükenmeyen bir enerji kaynağı
olarak bir uzay aracı gibi düşünülebilir. Namazın mirac-yükseliş olarak
görülmesi gibi… Nefsin mantık işleyişi ve vicdan hissedişi yoktur. Geçmiş
gelecek bilmez, akıbetini düşünmez, günah endişesi duymadan hoşuna giden her
şeye aç kurtlar gibi saldırır. Yeme içmede, cinsellikte ve diğer arayışlarında
helal-haram ayırd etmez. Nefsin mahremiyet duygusu da yoktur, enseste yol
açabilir.
Nefis, hazır küçük bir lezzeti, ilerde verilecek daha çok
lezzete daima tercih eder, peşin ücrete meftûndur. Küçük bir mum ışığı
gözlerini alıverir ve artık güneşleri de görmez. Bir parça et, bir karelik bir
görüntü aklını başından alıverir. Ruh güneşleri olan vicdanı ve iradeyi görmez
olur. Yemek öncesi insanın sinirli olmasının bir sebebi de peşin olaya duyduğu
aceleci arzusunun gerçekleşmesindeki gecikmedir…Bu yüzden Peygamberimiz, yemek
hazırken zaman uygunsa, namaza durmayın, iftar olunca hemen orucunuzu açın
demiş, muharebelerden gelir gelmez ganimetleri taksim etmiş, alın teri
kurumadan işçiye ücretinin verilmesini istemiş, bizzat kendisi tam namaza
duracaka iken dönüp hücresine gitmiş, evde bekleyen bir miktar malın hemen
dağıtılmasını istemiş sonra gelip namaza durmuştur…
Nefis daima özerklik ister, özgürlük mücadelesi verir. Fakat
onun bu özgürlük anlayışı dağ komşularını kıskandıracak bir amaç uğrunadır.
Bağımsızlık adına irade, akıl, vicdan ve kalple daima çatışma halindedir.
Arzularına ulaşmasına hiç bir şeyin engel olmasını istemez. İnsanın yaşadığı
gerginliklerin ve psikolojik rahatsızlıkların sebeplerinden bir tanesi de bu
olabilir. Bir çocuk bile çok istediği bir oyundan kopmak istemez, gerekirse
anne babasıyla çatışma içine girer. .
Nefsi öldüremeyiz, emanettir, iyi bakmakla yükümlüyüz. Ona
mutlaka bir özgürlük tanımalıdır; fakat bu meşrû dairede, helal çizgide ve
belli bir disiplin içinde olmalıdır. Nefsin bu savaşı, şeytanla birlikte,
hayatımızın sonuna kadar ve de kıyamete kadar devam edecektir.
Nefis daima işin kolayını tercih eder, zor işleri sevmez.
Mesela yan gelip yatmak varken, günde beş kez abdest ve namaz çok ağırına gider.O
tuz gün, gün boyunca bir şey yemeden içmeden durmak ona sanki ölüm gelir.
Günahlar ise temiz fıtratta bir tahribat olduğundan kolaydır. Düşünmek ve duygu
ağırlığını hissetmek, ağır insanlık misyonudur ve her ikisi de acı verir.
Nefsin akıl ve kalpten kopuş ve kaçış nedeni bu iki olguda
düğümlenir; çünkü kalp de akıl da nefisden hem hoşlanmadığı hem de zevklerini
engellediği için zor gelen isteklerde bulunmaktadır. Sürekli ağır konuları
anlatan öğretmenden herkes şikayet eder. Nefsin akıl ve kalp hocalarını
sevmemesinin perde arkasında bu gibi engellemeleri, çoğu zevk yollarını
kesmeleri ve zorlu tekliflerde bulunmaları yatmaktadır.
Bunun çözümü için nefsimize alternatif zevkler sunmak,
onlara alıştırmak gerekir. Midenin doymaya, dilin tadmaya, gözün gör meye,
kulağın nağmeye, burnun çiçeklere ihtiyacı olduğu ve bunlardan zevk aldığı
gibi, ruhun, akıl ve kalbin de ihtiyaçları ve arzuladık ları lezzetleri vardır.
İnanç, bilgi ve Hizmet etkinlikleri, nefse yeni lezzetler ve alışkanlıklar
olarak takdim edilmelidir. Zor da gelse, israrla ve zamanla alışacaktır. Yani
tada karşı tat, lezzete karşı lezzet politikası.
Sevgi (Kalp), bilgi (akıl), ilgi (beden hizmeti) zevk ve
lezzetlerine, ballar balı tadna ulaşamayanlar, bir parmak nefis balıyla fani
bir ömür yaşar giderler. Nefis ve şeytan neden hayatımıza günah zevklerini
hakim kılabiliyor. Çünkü ona kalp, akıl ve insana hizmet zevklerini
tattırmamışız ki!..Çocuğumuza evde sevgi göstermez, bilgi sahibi yapmaz,
sorunlarıyla ilgilenmezsek, bu ihtiyaçlarını ve tatlarını dışarıdan, önüne
gelenin elinden alma durumunda kalacaktır. Aslında biz onu bu hale itmiş
olacağız. Nefsimizin kurbanı oluyorsak, bu sonu, aslında kendi ellerimizle
hazırlamaktayız. Çocuklarımızın tat kaynakları, Sevgi, Bilgi ve İlgi olmalıdır.
Nefis elinde daima zevk boyasıyla lezzet fırçası taşır ve
her baktığı yere, her tattığı şeye kendi boyasını vurup
olabildiğince süslemeye çalışır. Histeroik insanlara ve
renkleriyle kur yapan hayvanlara benzer. Aklı çeler, iradenin gözünü boyar,
vicdanı da boğarsa, emeline rahat ulaşır
Nefis uyuyan bir deve ve volkana benzer. Bir duyunun
öksürmesi; bir bakış, bir dokunuş, bir çağrışım, onun uyanmasını ve anında
patlamasına sebebiyet verebilir. Bir kibritle bir anda koca ormanın alevler
içinde kalması, iri yarı birinin bir mikropla yatağa, bazen mezara girivermesi
gibi… (Göz zinası kavramının anlamı burda ortaya çıkıyor. Dürbün bakışın uzak
mesafeyi yok etmesi gibi, bir bakış bazen zinaya götüren mesafeleri bir anda
sıfırlayıverir, eli kolu bağlanmış irade ve vicdan da kendini nefis
yanardağında lav ba taklığının içinde buluverir.
<span
style="color:#ff0000;"><strong>NEFİS VE ŞEYTAN
İŞBİRLİĞİ</strong></span>
Nefis ve benlik mekanizmasının farklı özelliklerinin
yanında, en önemli üçünden söz edilebilir: Enaniyet, Şehvet, Yeme içme, giyinme
vb…
Burada “Ben”in olumsuzlukları konu edilecektir. Enaniyet,
“Ben”in, “Benlik”in, Allah’dan tamamen koparılmasıyla ve “Ben”in tek ölçü
merkezi yapılmasıyla oluşur. Derecesine göre de inkarcı, zalim ve sınırsızca
her günahı ve kötülüğü işleyen tipler ortaya çıkar. Ya da insanın farklı
şekillerde Allah’tan, ibadetten, inanç ve vicdan kültüründen, çağın eğitim ve
bilgisinden ve güzel faaliyetlerden uzak kalmasıyla oluşur. Derecesine göre de
inançlı insanlarda da görülen çeşitli ruhsal rahatsızlıklar ortaya çıkabilir.
Enaniyetin en güçlü olarak yaşandığı duygu ve düşünce
halleri, (Kur’an’a baktığımızda) kibir ve kendini beğenme olarak karşımıza
çıkmakta bunu inat takip etmektedir. Otorite, yetki ve yetenekler, bilgi, servet
ve nüfûz sahibi olma ise, kibir ve inadın başlıca sebepleri olarak gösterilir.
Yapılan zulümler, haksızlıklar ve kendini kabul ettirme gibi olgular da
bunların sonuçları olarak vurgulanır. Korku, üzüntü ve öfke gibi insanı hem iç
hem de dış dünyası yönüyle etki altında bırakan üç
önemli temel duygu da, fıtrî-doğal sınırları ve meşru amacı
aştığında, Enaniyetin birer tezahürü olarak anlatılır.
Şehvet kavramı cinsellik konusuyla ilgili olduğu gibi,
özellikle uyuşturucu, yeme içme arzusu, içki, kumar ve çeşitli eğlence
tutkuları, hırs, gibi duyguları da kapsayacak şekilde kullanılmaktadır. Şehvet,
aslında sadece cinsel arzu veya yeme içmeden ibaret değil dir, umumi ve
küllidir, dünya adına her meyil ve arzuyu kapsar. Ne var ki, her insanın kendi
özel dünyasında ve yaşamda gözlemleyebileceği gibi, cinsellik, insanın ruh
dünyasını olduğu kadar aile ve çevresini de doğrudan etkileyen nefsin en güçlü
yanından biridir. Yusuf süresinde anlatıldığı gibi Cinsel duygular, Zeliha’nın
kalbini, Mısırlı kadınların ellerini parçalatacak kadar etkili bir güce
sahiptir. Günümüzde de nice benlikleri ve yuvaları!..Bu sebeple nefsin en
yumuşak karnı sayılabilir.
Yeme içme ve giyinme, özellikle israfa varan çizgilere
ulaştığında, Kur’an diliyle şeytanın kardeşliği uyarısıyla bizi karşı karşıya
bırakır. Oruca sıcak bakmayan, sürekli tıkınan bir insan, nefsin bu yağlanma
operasyonlarından, kalbe, akla ve hayırlı çalışmalara uzanacak yolları tıkamış
olmaktadır.
Şeytan enaniyetin zirvesinde bir varlık olarak, insanı daima
yanına çekmek ve şehvet ve lezzet duygusunu bir çekim gücü gibi kullanmak
ister.
İnsanda hem meleğe hem de şeytana cevap verebilecek
merkezler vardır. Latife-i Rabbaniye meleklerle kontak kurarken, nefis şeytanla
irtibat kurmaya en yatkın özelliklere sahiptir. Bu ikisi daima birbiriyle
çatışır. Nefiste de melekî duygular lehine gedikler açmak mümkündür. Hatta
nefis, Peygamberlere ve büyük zatlara teslim olabilir. Efendimizin “Şeytan bana
teslim oldu” sözünden bu anlaşılabilir. Nefsin tam teslimiyeti, ancak bütün duygu,
düşünce ve isteklerden arındıktan sonra mümkün olabilir. Bu mümkün olmasa da
kısmî terbiye olabilir.
Kur’an’da bir ayette müminlerin üç kategoride ele alındığını
görürüz. (35/32).
<span
style="color:#0000ff;"><strong>1-Nefislerine
zulmedenler.</strong></span> Bu enaniyete bulaşma ve günah duygu,
düşünce ve davranışlarıyla farklı şekillerde kirlenme olarak anlaşılabilir.
<span
style="color:#0000ff;"><strong>2-Denge
kazananlar:</strong></span> Enaniyeti ve nefsi kontrol altında
tutabilen, farzları yapıp haramları terk edenler diye düşünülebilir.
<span
style="color:#0000ff;"><strong>3-Hayırda
koşturanlar:</strong></span>
Bütün varlıklarıyla Hakka ve Hakka Hizmete kitlenmiş,
başkaları için kendilerini unutmuş olanlar olabilir.
Nefis şeytanın süflörü gibidir. Şeytan genellikle bilinç
ortasındaki hayali, bir ekran ve bilinçaltını bir sahne olarak
kullanır ve nefsi, Psikodramalarda olduğu gibi, yönetici
olarak, burada sahnelediği, kendi senaryolarını uygulamasını fısıldar. Buna
karşı vicdan da güzel senaryoları hatırlatmaya çalışır. İrade ve bilinç, anlık
bir tereddüt geçirebilir.
Vicdanın melek tonlu suflesine kulak asmazsa, şeytanın
bilinç piyasasına sürdüğü oyunları nefisle beraber oynamak zorunda kalabilir.
Bilinçaltı, Nefsin dışa açık, beynelmilel irtibat bürosu,
görüntü, duygu ve düşünce kabul merkezi, diğer ifadeyle berzahı gibidir.
Bilinçaltı, nefsin lezzet deposuna, hayal de zevk sahnesine benzer. Nefis,
bunlardan sürekli ağzını tatlandıracak bir şeyler bekler. Şeytan, bu durumu iyi
bildiğinden, nefsin giriş panoları durumundaki bilinçaltı ve hayalle çok
ilgilenir.
Devamlı abone bir müşteri gibi, bütün başvurularını ve
ilanlarını en cazip şekilde buraya bir ciğer gibi asar, pusuya yatar, avını
bekler.
Önemli olan şey, bu proğramlamalara, bize sürekli
izlettirilmeye çalışılan görüntülere sahip çıkar, irademizle lezzet uğruna sık
sık düşünmeye devam edersek, bunları eyleme geçirme ihtimali yüksek olabilir.
Öte yandan bunlar, bilinçaltımıza iyice yerleşirler ve hayatımızın ilerleyen
yıllarında hortlamasalar da, ölüm sonrası biliniçaltı defterimize kaydolan her
şey berzahta bize seyrettirilir. Ya acı ya da lezzet verir.
Burda güzel şeyler düşünen berzahda çok gülümser.Özellikle
çocuklarımız, bilinçaltı beslenme yaşlarında (1-10) güzel hayallerle, duygu ve
düşüncelerle bu berzah dünyasına hazırlanmalıdır. Bu aynı zamanda onların,
dünyada da ruhsal bütünlüğe
ahip olacakları, gülümseyecekleri, sağlıklı bir gelişim
gösterecekleri anlamına da gelmektedir. Çünkü en kapsamlı berzah hayatına zaten
hazır lanmışlardır. Büyük operasyonlara katılan komandonun basit olaylara
müdahalesi kolay olur.
Bilinçaltı eğitimi, nefsimizi kontrol altında tutmada ve
duygusal ve düşünsel problemlerimizi halletmede, etkili bir yarar sağlar. Ve
berzah hayatının beynimizdeki minyatür bir modeli sayılan şuuraltını, berzaha
hazırlamış olur.
Bilinçaltı nefsin, nefis de şeytanın arka bahçesi gibidir.
Bilincimizden ayrı adeta kurtarılmış bir bölgedir burası.
Şeytanın benim insandan büyük payım var dediği ( 4/118) yer
burası olsa gerektir.Şeytanın ve nefsin hoşuna giden duygu ve düşüncelerin at
koşturduğu meraya benzer, zevkler burda cirit atarlar. Aynı zamanda sık sık,
bir Zeliha gibi şuh bir eda ile bilince laf da atarlar görüntülü mesaj da
çekerler. Kimi zaman da, tebdil-i kıyafet içeri sızmaya çalışırlar. Bazen de
özellikle şeytan, bomba tesiri yapacak manyetik olumsuz dalgalar gönderir;
panik yaratır, anksiyete eder, depresyona sokar, şizofreniye kapı aralar,
insanı ruh=nefis hastası yaparak Allah’a sağlıklı bir kulluk yapmasının önüne
geçmeye çalışır..
İrademiz (Akıl) ve vicdanımız (Kalp) bilinç kapısında
bekleyen iki muhafızımızdır. İnançlarımıza, bilgi ve kültürümüze ters düşen
olumsuz ses ve görüntüleri kontrole tabi tutarlar, parola sorarlar, sansür
uygularlar, bilincin onları bastırarak geri çevirmesini sağlarlar. Nefis şayet
şeytanla güçlü bir işbirliği içinde hareket ediyorsa, bu nöbetçileri uyutup,
susturup gizli ve zararlı güçlerin bilince sızmasına ve insanı kötü eylemlere
sürüklemesine sebebiyet verebilir.
Bilinçaltında bir şeytan etkisi fikri kabul görmeyebilir.
Oysa bilinçaltımıza olmasa bile şeytan olgusu insanımızın diline yerleşmiş, en
azından duygu ve düşüncelerin ifadelendirilmesinde bir ölçü olmuştur: “Şeytan
gibi adam!”, ‘Şeytan tüyü’, “Aklına bir şeytanlık geldi”, “Yüzünü şeytan
görsün!”, özellikle de “Şeytana uymak!” ,”Şeytanca düşünmek!” gibi…Böyle bir
görüşü kabul etmeyenler, somut olarak dini güzellikleri yaşayan insanlarla,
somut olarak “Ego!” hastası olmuş, zevklerinin peşinde koşan, kötülük yapan
insanların olumlu ve olumsuz duygu, düşünce ve somut davranış biçimlerini
gözden geçirmeli, karşılaştırmalar yapmalıdır. Bir de somut bir kitap olarak
Kur’an’da geçen şeytandan Allah’a sığınmanın ne olduğunu araştırmalıdırlar.
Nefis tıpkı ölü ama potansiyeli olan bir arazi gibidir. Kim
girer ihya ederse, onun malı gibi olur. Bir arap atasözünde denildiği gibi, bir
vadi boş sahipsiz kalırsa, (aslanlar uyurken) tilki gelir orda vali olur. Diğer
bir örnekle, milletler muvazenesinde müslümanlar, islamı temsil ve ciddi
çalışma konusunda, terazinin kefelerini boş bırakırlarsa, başka dünyalar hafif
ağırlıklarla terazide ağır basarlar. Ağır basarlar çünkü tek taraflı ve boşa
ağır basarlar. Alternatifleri olmadığı için ağır basarlar. Kendi zeki ve
yetenekli gençlerimize sahip çıkmaz, önlerine eğitim-öğretim imkanları
hazırlamazsak, bu amaçla dünyanın dört bir yanına açılmazsak, başka dünyalar,
yıllardır yaptık ları gibi, bu kefeye hep hafif ağırlık koyacaklar,
hafiflikleriyle ağır görünecekler, kendi çocuklarımızı, kendilerine göre
yetiştireceklerdir.
Bu nefis kefeleri için de geçerlidir. Biz irademizle,
vicdanımızla, aklımız ve kalbimizle nefsimize sahip çıkmaz, inanç, bilgi,
Aydınlık dostlar edinmez, hayırlı işlerde koşma gücüyle terbiye etmezsek,
şeytan onu kesinlikle boş bırakmayacak ve boşa ağır basarak, nefis tarlasına
istediği tohumları ekecek, bunu çeşitli kötülükler ve ruhsal hastalıklar olarak
biçecektir.
<span
style="color:#ff0000;"><strong>NEFİSLE İLGİLİ DİĞER
TESBİTLER</strong></span>
Günahların ana kaynağı nefistir. Sorumluluğun ana kaynağının
akıl ve irade olması gibi. Meleklerde yeme içme, cinsellik gibi nefsani
özellikler olmadığından, onlar için günah ve isyan da söz konusu değildir
(66/6). Meleklerin bu yönleriyle Allah’a hep ibadet ve tesbih yapmaları gibi,
nefis de günahlara dalma yönüyle adeta şeytana hizmet ediyor gibidir. Ne var ki
esas zarara uğrayan nefis değil, nefsin güdümünde hizmet gören akıldır.
Akıl, nefsin emrinde çalışmaya devam ederse kanser
hücrelerinin çoğalması, tüm organa, hatta bedene yayılması gibi, nefsin akıl ve
düşünce işbirliğiyle gerçekleştirdiği günah lekeleri de zamanla, imanın yeri
olan kalp bölgesini karartmaya başlar.
Esas tehlike ve zarar o zaman baş gösterir. Çünkü dünya
hayatındaki eğlenmelere, zevklenmelere gülmelere bedel, sonsuz cennet hayatı
tehdid edilmektedir. Cennetin sonsuz güzellik ve tattaki nimetlerini, almak
üzere dizayn edilmiş nefis potansiyeli, bütün zevk sermayesini kısacık dünya
hayatında çok ucuza tüketmiş olacaktır (46/20).
Nefsin alternatifi bir yönüyle vicdandır. Ruhla bedenin
gelişmesi ters orantılıdır. Vücuduna, nefis ve beden zevklerine çok önem veren
bir insanın ruh inceliği kazanması, kalpte derinleşmesi düşünülemez. Bunun
gibi, nefsine, nefsin her arzusuna boyun eğen, akıl ve kalbin dizginini teslim
eden insanın, vicdan mekanizmasının sağlıklı çalışması da düşünülemez. Nefsi
temizlemek, eğitmek istiyorsak, öncelikle vicdan kültürümüzün sağlıklı ve
zengin olmasına gerekli özeni göstermeliyiz.
Nefis doğrudan rahmetle rözenans olamaz, bağlantı kuramaz.
Çünkü önünde kalın çok perdeler vardır ve alabildiğine dünya zevkleriyle
kuşatılmıştır. Vicdan ise vasıtasız doğrudan rahmetle iletişim kurabilir. Bu
yüzden Nefsin dengeli bir yolculuk yapabilmesi için vicdanın rehberliğine gerek
olur.
Nefis hem bir dost hem bir düşman olarak görülmüştür. “Sizin
yer yüzündeki en can alıcı ve tehlikeli düşmanınız nefsinizdir” diyen
Peygamberimiz, bir savaştan dönerken, “Şimdi küçük savaştan büyük savaşa
dönüyoruz!” deyince, “Bundan büyük savaş mı olur ? diye hayretle soranlara bu
cevabı vermiş ve nefsin sonu gelmez kötülük isteklerine dikkat çekilmiştir.
Bazen savaş ortamında bile hain nefsin insanın başını yiyebileceğini görürüz.
Nitekim bir olayda, Peygamberimiz, kahramanca savaşan birisi
için “O ateştedir!” deyince, olayı araştıranlar o kişinin kahramanlık ve şöhret
adına savaştığını ve intihar etmek üzere olduğunu görürler. Aynı şekilde
Kabe’nin yanındayken bile şeytanın, nefsi harekete geçirerek, günah
sayılabilecek hatta şirk kokan davranışlar yaptırdığından söz edilebilir.
Gıybet etmek, itip kakmak, önüne gelen her taşa selam vermek gibi.
Bu açıdan insan, can alıcı bu hasmına karşı, sınır
boylarında her an nasıl teyakkuzda, uyanık olmak zorundaysa, düşmanların
düşmanı nefse ve şeytana karşı daha çok titiz olmak zorundadır. Çünkü bunlar
çoğu zaman hem kuzu postu giymiş kurt olarak karşımıza çıkabilir hem de akla
hayale gelmeyen bin bir çeşit taktik uygulayarak kolayca aldatabilir.
(Peygamberimiz nefse karşı şu duayı okumayı tavsiye eder: “Yâ hayyu ya kayyûm,
birahmetike estegîsü aslıhlî şe’nî küllehû velâ tekilnî ilâ nefsî tarfete
aynin.”
Yâ Hayyu Kayyûm Rahmetinin hürmetine Sana sığınırım,
hallerimin hepsini tamamiyle düzelt, göz açıp kapayıncaya kadar beni nefsimle
başbaşa bırakma!”…
Cemaat üç kişiyle oluşur. Rahmet ve sekîne (huzur) gelir.
Günahlara kalkan ve paratoner oluşturur. İnsan ruhuna rahmet ve sekîne
gelmesini, günahlara duvar oluşturmasını sağlayacak üç kahraman: İrade (Akıl),
Vicdan (Kalp) ve Nefis (Beden) dir…Bu Rahmet üçgeni kurulamazsa, şeytan üçgeninin
kurulma ihtimali yüksektir.
Peygamberimizin, nefsimizin olumsuz etkisinden korunmak ve
onu hayra yönlendirmek için yaptığı tavsiyelerden bir tanesi de, nefsin ve
şeytanın hiç hoşlanmadığı ölümün sıkça hatırlanmasıdır. “Lezzetleri acılaştıran
ölümü çok hatırlayın!”. Bu ifadeyi değişik açıdan şöyle de anlayabiliriz: Ölümü
unutursanız günahların fani zevklerine dalmanız kolaylaşır.İçlerindeki
zehirlerin farkına varamazsınız, ölümü de hatırlayamaz hale gelirsiniz…Bu,
şeytanın istediği bir şeydir. Nefsin zevk dalgınlıgı içinde, gerçek sonsuz
zevklerin başlangıç simgesi olan ölümü unutturmak! Kimbilir, dedelerimizin her
bayramda ve fırsat buldukça ziyaret ettikleri kabristanların, tinerci çocuklara
yataklık yapar hale gelmesinin ardında da bu; ölümden zevklere kaçış çelişkisi
yatmaktadır.
Aslında nefsin bir masumiyeti de yok değildir. Bir taraftan,
hiperaktif bir çocuk gibidir, yaratılışında müthiş sınırsız bir enerji rezervi
vardır. Adeta yakmak için yaratılmış ateş topu gibidir. Bir güneş gibi sürekli
içten içe yenilenmekte, aktive olmaktadır. Diğer taraftan, bu potansiyelini
kontrol edip yönlendirecek, güçlü ve dürüst ellerde eğitilememiştir.
Yetişme çağında, bedeninin üst yarısı (ki melekleşmeye açık
olan kalp ve akıl tarafıdır) ile değil de alt yarısıyla (ki hayvanlaşmaya açık
olan mide ve cinsellik tarafıdır) ile ilgili bilgi ve ilgiyle karşılaşmıştır.
Şeytanın da sürekli belden aşağı vurması sonucu o in san, başka bir hayat şekli
bilemediği için, nefsinin arzularına göre yaşamaktadır. Akıl ve kalbin
mağlubiyeti karşısında heves dolu nefis, böylece insana çok günah
işletmektedir. Aslında çoğu insan bir nefis mağdurudur.
Nefis de, kalp ve kafayla birlikte aydınlatılması gere ken
eğitim mağduru!..
Bu masumiyetini hesaba katarak, nefse küsmemeli, zulmetmemeli,
hele asla telef etmemelidir. İntiharla nefsi ortadan kaldırmak haramdır ve
Peygamberimiz intihar edenin namazını kılmamış, olayın büyük suç oluşuna dikkat
çekmiştir.
Arkadaşlarının kılmasını engellememiştir, yanlış anlaşılıp
inkarcı muamelesi yapılmasını da istememiştir. Nefis kıymetli bir emanettir.
Hatta onun hakları bile vardır. Sözgelimi, haram yemeyeceksin derken, aç da
bırakamayız. (Oruç ise, nefse madalya takılan çok basamaklı şeref kürsüsü
sayılır). Cinsel açlıktan vazgeçirme adına, evlilikten mahrum da edemeyiz
(Dinimizde hristiyanlıktaki gibi bir ruhbanlık yoktur).
Peygamberimiz, evlendiği geceden itibaren kendisini namaza
ve oruca veren genç bir sahabeyi, durumu öğrenince çağırmış nefsinin ve eşinin
üzerinde hakları olduğunu söyleyerek, dinimizin getirdiği dengeli ve ölçülü
olmayı anlatmıştır. Bu sebeple nefsimize şefkatle ilgi bekleyen çocuk gibi
yaklaşmalı, sağlıklı bilgi ve inançla aydınlanmış akıl ve kalbiyle
barıştırmalı, onu sahipsiz ve yalnız bı rakmamalı, bir anne baba, Öğretmen ve
psikolog gibi davranmalıdır. O nefse cennette bizim çok ihtiyacımız olacaktır.
Size nefis ve Ene-Ego adına mükemmel bir öneride bulunalım.
Size bir hayır, iyilik, nimet, güzellik, mutluluk vs gelince mutlaka başınızı
yukarı çevirip gözlerinizle gökyüzüne bakınız ve “El-Hamdülillah! Bunlar senden
ya Rabbim!” deyiniz. Başınıza bir şer, kötü lük, günah, acı vs. isabet ederse
başınızı önünüze eğiniz ve “Estağfirullah! Bunlar benden ya Rabbi!
Yardım et!” deyiniz…Sonra aklınıza gelecek her günah, kötü düşünce,
üzüntü, stres ve depresyon karşısında hep aynı hareketi yapıp aynı şeyleri
düşününüz! Bilinçaltını hizmetkarlığından, melek ilhamından memnun
kalacaksınız!..
<span
style="color:#ff0000;"><strong>ŞEYTAN
KİMLİĞİ</strong></span>
İnsanlığın ve cennetin ilk ve son hasmı, inancın, secdenin
ve huzurun amansız düşmanı… Bin bir senaryolarla yürüttüğü bilinçaltı
saltanatının baş danışmanı… “Şeytanın ruh dünyama yapacağı bütün
taarruzlarından, bilinçaltı mahremime hakimiyet kurmasından ve bilincime zarar
vermesinden sana sığınırım Allahım!..”
<span
style="color:#ff0000;"><strong>1-GENEL
TESBİTLER</strong></span>
Şeytan kelimesinin anlamı, uzak oldu, Allah’ın rahmetinden
uzak kaldı, diğer anlamı yandı işi bitti helak oldu demektir.
Nefis haritamızın detaylı olarak incelenmesi, şeytanı da çok
iyi tanımamıza imkan verecektir.Tersini de düşünebiliriz; şeytanla ilgili ne
kadar bilgi toplarsak, o oranda benliğimizi anlamış ve ona göre de nefis
mekanizmamızdaki arızaları tespit ve tedavi şansını el de etmiş oluruz. O kadar
da korunma tedbirlerini alırız. Bu konuda İnancın Gölgesi isimli eserden de
yararlanılabilir.
Şeytan aslında, namaz gibi bir miraç işlevi görebilir. Namaz
müspet bir merdivendir ki doğrudan ışıklar içinde bizi semalara yükseltir.
Şeytan da menfî bir merdivendir ki, karanlıktan gün yüzüne çıkıp, basamak
basamak derece elde etmemizde alternatif enerji üretmemize vesile olur.
Karanlık dehlizlerde, kömür elde eden işçiler gibi,
yeraltından elmas, deniz diplerinden inci, çamurdan pirinci çıkartabiliriz.
Allah’a sığınmakla, namaz ve hizmet ibadetleriyle hem şeytanın zayıf hilelerini
ters yüz edebiliriz, hem de çok yarar elde edebilir onun vesveselerini nimete
çevirebiliriz; gübreyi gül kokusuna, küfü peynire, kanı seruma, fosilleri
yakıta, ateşi, suyu, havayı enerjiye çevirdiğimiz gibi…
Bu açıyı yakalamak için şunları düşünebiliriz: Şeytan hayat
maratonunda benim için bir rakiptir. Kulvarı önde bitirmeliyim ki dereceye ve
madalyaya ulaşayım. Askerin eğitimle beden gücü ve harp yeteneği kazanması
gibi, düşman şeytan sayesinde, her an teyakkuz durumunda uyanık olmayı, inanç
ve bilgi açısından kendimi geliştirmeyi öğreniyorum, gittikçe güçleniyorum.
Şeytanla mücadelem sayesinde, Ruhumdaki kömür yapılardan arınıyor, tıpkı elmas
gibi parlak, eşsiz bir form kazanıyorum ve dünya imtihanından alnımın akıyla
çıkıyorum.
Şeytan bir perdedir. Tıpkı ölümlerden genellikle sorumlu
tutulan Azrail gibi (ki kazalar, hastalıklar vb. acı veren şeyler de Azrai le
perde oluyor). Bu perdelik sayesinde dış görünüşe bakarak insanlar
şikayetlerini doğrudan Allah’a yapmıyorlar. İşte şeytan da, dünyada işlenen
şerlere, kötülüklere bir perde oluyor, şikayetlerin Allah’a gitmesini önlüyor.
Zaten bir ayet de, şeytanın parmağı, dahli de göz önünde bulundurularak, gelen
her iyilik ve güzellikte, hayırda ve nimette doğrudan Allah’a yönelmeyi, hamd
etmeyi; gelen belalara ve kötülükle re karşı da nefsimizi muhatap etmeyi ve
sorumlu tutmayı öğütlemektedir (4/79). Kötü bilinen şeyleri, günahları da
sadece Allah, insan iradesinin işlemesiyle yaratır fakat rızası yoktur.
Adem itaatin, şeytan isyanın sembolüdür. Hâbil, iffetin
Kabil de şehvetin sembolü. Ademde hikmet, şeytanda ise diyalektik-cerbeze ve
aldatma hakimdir. Ademde başı yere koyma, tevazu vardır. Şeytanda ise tersine
baş kaldırma, secdeden kaçma vardır. Şeytan nefsin, bütün şerlerin
lokomotifidir.
Melek, insanın meleklik yönüne destek çıkar, şeytan da
şeytanlık yönüne. Melekler insanın daha çok vicdan sahasıyla ilgilenirken,
şeytan bu sahaya doğrudan yaklaşamaz. Burası adeta korunmuş bölge, yasak şehir
gibidir. Şeytanın gerçek at koşturabileceği saha ve arka bahçesi nefis
alanıdır. Melek de o bölgede tabir caizse çok etkili olamaz. Çünkü onda nefis
yoktur, şeytan gibi insani zaafları tam kavrayamaz. Ne var ki her iki taraf da,
karşı tarafı bloke edip işlemez hale getirebilir ya da radyoaktif tesirleri
altına alabilirler. Başka bir benzetmeyle, nefis şeytan için bir santral
gibidir, oradan işletmeye başlar.
Şeytan, insanın şehvet, yeme içme, öfke, hırs, inat gibi
mekanizmalarını çalıştırarak nefsi azdırmaya muvaffak olursa, meleğin ilgi
alanı olan vicdanla olan bağlantısını zayıflatabilir.Çünkü nefis istekleriyle
vicdanın hissedişleri tamamen birbirinin aleyhine çalışır. Bu yüzden öfkesini,
kin ve düşmanlığa dönüştüren ve zalim olabilen bir insanda, merhamet gibi
vicdanî hisler bulunmaz. Cinselliğin pençesine düşmüş insanda da aile sadakati,
ar, haya gibi duygulara pek rastlanmaz. Bu sebeple Peygamberimiz: “Allahım! Göz
açıp kapayıncaya kadar bile beni nefsimle baş başa bırakma!” diyerek konunun
hassasiyetine dikkat çekmektedir
Nefis, şeytan için kurtarılmış bölge gibidir. Bu, zihnimiz
ve kalbimiz için de geçerli bir bakış açısı olabilir. Şeytan akıl ve kalp
dünyamızda sınırlı da olsa, kıyamete kadar oturma iznine sahiptir. Şeytan,
kurduğu uydu sistemiyle sürekli kalbimize, hayalimize programlar
göndermektedir. Nefsimizi açık ve münbit bir alan olarak gördüğü için, devamlı
yoğun bombarduman altında tutmaktadır. Bu göndermenin farklı alemlere ait özel
bir şifresi olduğu için; “işte şu şeytan, şu da yayını!” diye tanımlama
yapamıyoruz. Kur’an, vicdan, sağduyu ve akıl sayesinde olumsuz olduğunu
hissedebiliyoruz.
Şeytan insanın bütün dillerini bilir. Özellikle de insan
kalbinin his dilini ve zihninin düşünce dilini çok iyi deşifre edebilir. Nefsin
dilinden anlaması ise, onun uzmanlık alanı olmalıdır. Dahi psikologlara taş
çıkartırcasına, nefsin hoşuna giden şeyleri keşfeder ve onları sürekli empoze
eder. Çoğunlukla da, üç beş telkin seansından sonra istediği davranışları
yapmasını sağlar. Zavallı nefis de “Şu alem de beni en iyi anlayan tek sen
varsın!” deyip, akıl ve kalbiyle olan ilişkisini dondurur ve şeytanın arkasına
takılıp, ayetlerin benzetmesiyle adımlarını takip ediverir.
Şeytan, ruhumuz, duygu ve düşüncelerimiz ve nefsimiz için
resmen uzman bir denge bozucudur. İnsanın en yumuşak karnı, nefis olduğundan
nefsin akıl gibi, bilgi düşünce ve mantık desteği, kalp gibi, vicdan, inanç ve
yüksek duygu desteği olmadığından, aksi ne sınır tanımaz, doymak bilmez, helal
haram ayırmaz bir oburluğu bulunduğundan, şeytan için kolay bir lokmadır ve o
bütün taarruz planlarını bu zayıf bölgeye göre yapmaktadır. Bilgi ve inançla
koruma altına alınmış akıl ve kalp için kullanamadığı taktikleri, boy hedefi
olan cahil ve zalim (14/34, 33/72) nefis için rahatlıkla uygulayabilir.
Nefsimizin hoşuna giden çok şey kuşkusuz şeytanın da hoşuna
gitmektedir. Tersi cümleyle ifade edersek; nefsimizin hoşuna gitmeyen şeyler
mutlaka şeytanın canını sıkmaktadır. Peygamber Efendimizin (S.A.S) “Cennet
nefsin hoşuna gitmeyen, cehennem de hoşuna giden şeylerle donatılmıştır” der.
Mesela kibir, israf her türlü fuhşiyat, eğlence ikisini de keyiflendirir.
Şeytanlar birer casustur. Şayet şeytanın iki kulağı varsa,
birisini gökyüzüne dayar diğerini de insan yüzüne. Semalardan bilgi sızdırmak
için sürekli rutin uzay seferleri düzenlerler. Kader kaleminin yazılarının
sesini duymak, insanlığın geleceği ile oynamak ister ler. Gök kapıları aslında
cinlere kapalıdır. Fakat yasak bölgeden sızabilen, üst düzey cinler,
konuşmalarını dinlemek istedikleri, Melek güçleriyle yıldız savaşları yapmak
zorunda kalır.
Şeytan, melekler arasında uzunluğunu bilemediğimiz bir süre
kaldığı, onların tarzlarına vakıf olduğundandır belki, kendisi veya
yetiştirdiği özel güçlerini melekler bölgesine gönderir. Nurdan yaratılan
melekler, ışın türü varlık olan şeytanları, yani cin varlıkları, Kur’an da
“şihab” diye isimlendirilen ateş toplarıyla bombarduman ederler (15 / 18,
37/10, 67/5, 72/9). Yanmaktan Kurtulup da üç beş kelimeyle dönebilenler,
ürettikleri yanlış pek çok bilgiyi de ilave ederek insanları kandırmaya
çalışırlar.
Şeytan benzer manevraları insan kalbine ve zihnine doğru da
gerçekleştirir. Orda da melek ilhamıyla çatışmaya girer. İnançlı insanların
iman şualarıyla, dilde dualarıyla karşılaşır, etkisiz kalır, bir şey çalamadan
pusuya çekilir. Ya da inançsız veya nefsin esiri olan insanlardan alacağını
alır, vereceğini de onlara yükler.
<span
style="color:#0000ff;"><strong>Şeytan üçgenini kurarken,
genel olarak şu üç taktiği uygular:</strong></span>
1-Günahları süsleyerek kolay ve zevkli gösterir.
2-Hayırlı işleri kötüleyerek zor ve tatsız gösterir.
3-Nefsin, kalp ve zihin tatlarına ulaşmasını engeller.
Nefis kolaycılığı, zevki seçer ve bunu sürekli yaparsa,
kendi günah lezzetine alışır, başka tat ve heyecanlara kapalı kalır. Oysa, yeme
içme ve cinsellik zevkinin yanında, insanın zihin zevkleri vardır, okumak,
yazmak, düşünmek, öğrenmek, öğretmek, insanlara eserler ve hizmet üretmek gibi…
Ve hiçbir maddeyle, eşya, zevk hatta bilgi ile elde edilemeyecek
olan, kalp, vicdan ve inanç duyguları vardır. Bu sebeple, Bilinçaltı
zevklerinin, bilinç üstü zihinsel zevkleri bastırmasına, et-kemik ve beden
zevklerinin, vicdan derinliklerinde kaynayan kalbin yüce duygularını yok
etmesine izin verilmemelidir. Bu üç tat her yaşta kazanılmakla beraber, küçük
yaşta alıştırılması gereken bir konudur.
Nefsin aklı, mantığı, vicdanı, sağduyusu, mahremiyet duygusu
asla yoktur. İhtimal Kabil, şeytanın kanına girmesi sonucu, nefsin bu anaforuna
yakalandı. Et kemikten oluşan sıradan bedensel bir varlıkla, mahremiyeti olan
bir varlığı ayıramayacak kadar duygusal sarhoşluk içindeydi, yüksek akımla
adeta çarpılmıştı.
Nefis, mahremiyeti olanlara karşı bile, dizginden boşalmış
dört ayaklılara benzeyebiliyorsa (einsest) mahremiyeti olmayan eş veya karşı
cins hakkında çok daha cüretkar olacak demektir. İşte bu sebepden dolayı, bir
kadınla baş başa kalmama tavsiyesi, şeytan-kan, nefis-cinsellik ilişkisi
kurularak çarpıcı şekilde anlatılmış oluyor. Aids de akla gelebilir.
Şeytan, ümitsizlikten çok hoşlanır. Kuran, Allah’ın
rahmetinden asla ümidinizi kesmeyin der ve ümitsizliği bir inançsızlık özelliği
olarak görür (12/87). Bu durumda inkarcılığa götürmesi açısından ümitsizlik,
şeytanın en güçlü silahlarından biri olmaktadır.Özellikle, zayıf inançlı
kimseler için bir tehlike olan yeis, insanın geçmiş ve gelecekle irtibatını
koparan bir zaman biçeri gibidir. İnsanı karanlığa ve zaman boşluğuna atabilir,
ciddi psikolojik rahatsızlıklara yol açabilir, depresyona sokabilir ve suç eğilimi
de doğurabilir.
Bağlantısız insan her şeye bağlanabilir. Aile desteği,
öğretmen, dost, arkadaş yardımı bulunmayan insan, ilgi gösteren her in sana ve
kötü alışkanlıklara açık hale gelir. Bunun en güçlü ilacı, Allah’ın
beraberliğinde, meleklerin desteğinde olduğunu düşünmek, ümit soluklayan
dostlar edinmek, yararlı faaliyetlerde, hizmetlerde aksiyon sahibi olmaktır.
Şeytan en çok, insan Allah’a yaklaşırken musallat olur.
Günahlara dalmış insanın zaten kendi cephesinde olduğunu
gördüğün den ona ilişme gereği duymaz. Hayırlı bir işi yapmak üzere olan,
kimselere yönelir. Namaz bunun en çarpıcı örneğidir. Hiç akla gelmeyen
konuların namazda aklımıza gelmesi boşuna değildir. Yapılması gereken üzerinde
durmamaktır (Bknz.İnancın Gölgesinde). Şeytanın hilesi aslında çok zayıftır
(4/76.) Sadece günahları süslü gösterir (6/43, 8/48, 16/63, 27/24, 29/38).
Yukarda ele aldığımız gibi, potansiyel gücü fazla olabilir,
ama bu gücünü manevra alanı olarak sadece bilinçaltında, hayal dünyamızda
kullanabilir. Bir de nefsi çok iyi tanımanın avantajını kullanarak, onun dilini
çok iyi çözüp kolay, çabuk ve etkili bir iletişim kurabilir, insanın diğer ruh
mekanizmalarını yönlendirecek oluşumlara yol açabilir.
Terazinin iki kefesi vardır. Bir kefesi şeytana tahsis
edilmiş diyelim. Şeytanın yaptığı şey, bu kefeye gramlık ağırlığını
bırakmaktır. Eğer biz, nefsimizle, bilinçaltı süsleriyle aynı kefeye
yüklenirsek, şeytanın kefesindeki ağırlığı arttırmış oluruz. Öte yandan, bize
ayrılan kefeye; inanç, bilgi ve aksiyon adına koymadığımız her ağırlık,
şeytanın hesabına işleyecek, az da olsa onun tarafı ağır basacaktır.
Bu, zararsız, hatta çok faydası olan 500 kadar çeşit üzümden
yararlanmak varken, bir çeşit zararlıya, alkole çevirmek gibi bir şeydir. Ya da
onun allayıp pullayıp sunduğu bir karelik bir görüntüyü, uzun metrajlı
filimlere dönüştürmek gibi…
Şeytanın hilesi de aynada yansıyan alev ya da pislik
gibidir, zarar vermez, bu sadece bir görüntüdür. Bilinçaltımızda ve hayal
sahnemiz de sahnelenen her şeytani oyun, böyle bir yansımadan ibarettir. Hayal
aynamızın yönünün çevirir isek anında kaybolur, köpük gibidir üfleyince
uçuverir…
Şeytanın hilesinin zayıf görülmesinin bir diğer açıklaması
da, sürekli kolay yolu seçmesidir. Tahrip etme, yok etme, olumsuza çevirme
yöntemini tercih ettiğindendir. Bir binayı yapmak zordur, masraflıdır. Fakat
yıkmak çok kolaydır. Bir yerde cenneti kazanmak da öyledir; iman esasları,
Kur’an ayetleri, ibadetler güzel ahlak…Sonsuzluğa hazırlanan insan bir cennet
örecektir.
Oysa inkarcı olmak için, iki kelimeyle yaratıcı yok demek,
kurulacak bunca şeyi yıkıp yok etmek demektir. Şeytan bu yolu seçtiği için bu
tarzı zayıf sayılır. Hiç bir vicdan ve akıl da böyle bir hayat yöntemini
benimsemez. Böyle bir kolaylık karşısında zorluklarla mücadele etmek, kesinlikle
insanı başarıya götürecektir. Çünkü cennet ucuz olmadığı gibi cehennem de
lüzumsuz değildir.
Şeytana “Sultan” özel gücü verilmemiştir (16/99). Bunu
şeytan da itiraf eder (14/22). Sultan, yani maddi manevi, insanın bütün
yönlerine nüfuz etme yeteneği ve Fetanet gücü demektir ki bu, sadece
Peygamberlere tahsis edilmiştir. (28/35). Bu güçle Peygamberler, Feraset
sahibidirler, insanı simasından tanıyıp okuyabilirler (2/273, 22/72).
İnsanlara ayetleri okurlar ve onları tezkiye ederler;
insanların ruhlarına, kalp ve bilinç dünyalarına inip, nefislerini
temizleyebilirler (2/151). Allah’a inanan, güvenen ve Peygamberlere uyan
insanlara da, şeytanın bu anlamda bir etki gücü asla yoktur.
Şeytan, nefsi de yedeğine alarak çok insanı baştan çıkarmak
için and içmiş ancak, “Halis”, “Muhlis”, “Muhlas” kelimeleriyle kur’anda ele
alınan ihlaslı kullarına etkili olamayacağını itiraf etmiştir (38/83). İhlas
kavramı öncelikle peygamberler için sıkça kullanılır (38/46,19/51). Dini
Allah’a has kılma sadece ona ibadet ve dua etme, içten olma, sadece onun
rızasını düşünme anlamında da çokça geçer (4/146, 39/2,11,14).
Bu kavramda sırlı bir anlam vardır. O da içi Rahman ile
doldurma, O’nun dışında nefis ve şeytanın doldurmak isteyebileceği, dünyalık
lezet adına bir boşluk bırakmamak, O’na âşık olmak, O’nun aşkıyla içini lebaleb
doldurmaktır. İhlasın en güzeline sahip olanlar, “Allah’ım! Ben sadece sana
âşıkım!” derler ve dediklerinde de burunlarının kemiklerinin sızladığını
hissederler.
Yusuf Peygamberin, Züleyha’nın zorlayan isteklerine karşı
Allah’a sığınmasını da Kur’ an, ihlas olarak değerlendirir (12/24) ki kadın
mevzuu, şeytanın nefis adına işlettiği en önemli boşluktur. Bir ayette de
sütün, kan ve işkembe içinden gelmesine rağmen, halis ve tertemiz oluşundan
bahsedilir (16/6) Bu da bize, kalp ve akıl temizliğinin, nefis ve şeytan
arasından sıyrılarak tertemiz kalmasının, ihlas sayesinde olacağı dersini
vermektedir. İhlas, bir anda duygu ve düşüncelerin kimyasını değiştiren,
dünyanın en güçlü antibiyotiği gibidir. Ya da bir ışık gibi…
Bir anda kalbi de, bilinci de temizler ve aydınlatır.Bir
taraftan günahları siler,diğer taraftan günahların yerine sevap yazdırır,öbür
taraftan da bir sevap çekirdeğini bir anda binler meyveli ağaç eder.
Ayete göre müşriklerin “Ünsâ” dedikleri kadın putları vardı
ve ondan isterlerdi, oysa hakikatte şeytandan istemiş oluyorlardı. Bununla
kadın, düşüncesi putlaştırılmış, tanrılaştırılmış ve zevklerine, güya bir
kutsallık katmış oluyorlardı. Buna göre şeytan, her devirde kadını tapılacak bir
varlık haline getirecektir, yüksekçe yerlerde kadınları moda adına elbiseli
elbisesiz dolaştırarak, ona tutku içinde bakmayı amaçlayacak ve hedef kitleye,
süsler içinde sunacaktır.
Diğer ayette Allah’a karşı “Kullarından belli bir pay
edineceğim!” diyen şeytan, muhtemelen duygu ve düşüncelere, hayal ve bilinç
altına müdahale gücünden söz etmektedir. Şeytan insanda sahip olduğu bu
hissesini çoğaltma savaşında şirketi tamamen eline geçirmek istemektedir. Sonra
onları kesinlikle saptıracağını, onları hayal ürünü boş hayallerle
şaşırtacağını, çeşitli duygu ve düşüncelerle boğacağını ifade ettikten sonra,
hayvanların kulaklarını yaracaklar diye bir beyanda bulunur. Bu putlara kurban
edilen hayvanların işaretlenmesidir.
Bu, günümüzdeki, Allah adına olmayan, insanlara, binalara,
araçlara, açılışlara vb. şekilde kesilen hayvanlar, dine uygun olmayan
uygulamalar olarak karşımıza çıkmaktadır. Şeytan bir de Allah’ın yarattığını
değiştireceğini beyan eder. Buna göre erkeğin kadın kadının erkek şekline
sokulması (Yazır,3/88), doğal yüz vb. yaratılışın estetik ameliyatlarıyla
bozulması da çağımızın bir hastalığı gibidir.
Son ayette de şeytan insanların kafalarına boş hayaller,
kuruntular, atacağını beyan eder. İnsanın zihni, bilgiyle, işle, insanlık
yararına yapacağı hizmetlerle meşgul olmadığı sürece, kesinlikle boş
kalmayacak, şeytan tarafından kendi programına ve hedeflerine uygun
düşüncelerle doldurulacaktır (4/118-120)
Başka ayetlerde de şunlara yer verilir: Şarap.kumar, putlar,
fal ve şans okları şeytan işi pisliktir. Şeytan içki ve kumarla aranıza
düşmanlık ve kin sokmak, Allah zikrinden namazdan uzaklaştırmak ister
(5/90,91). Ayrıca unutma konusunda şeytanın da payı vardır
((6/68;12/42;18/83;58/19), sihir konusunda da etkilidir, öğretir (2/102). Küçük
bir öneriyle bu maddeyi bitirelim: Bilgisayarda, metin ya da resim üzerine
başka bir yazı veya resim yapıştırma olayı vardır. Ya da kumanda aletinin
düğmesine dokunuvermekle değişen televizyon kanalları.
Siz, şeytan tarafından hayal aynanıza yansıtılmış bir
görüntüyle, bir çağrışımla karşılaşırsanız, anın da önceden bilinçaltına
yüklediğiniz bir görüntüyü getiriverin, o uçup gidecektir. Kabe resmini, ya da
Peygamberimizin yeşil kubbeli mescit ve türbesini, bilinçaltı ekranınıza
koruyucu gibi hemen yerleştirirseniz, gerekince otomatik olarak gelecektir.
Çağırma düğmesi olarak isterseniz, şehadet parmağınızı kullanabilirsiniz!..
<span
style="color:#ff0000;"><strong>2-ŞEYTANIN DÖRT YÖNDEN
YAKLAŞMASI</strong></span>
Şeytan insanları, yolun doğrusunda yürüdüklerini görürse,
müdahale edeceğini, şükretmelerini önleyeceğini, günahları süslü gösterip
azdıracağını, önden arkadan sağdan soldan sokulacağını ve cehennemi insanlarla
dolduracağını ifade etmektedir (7/14-17, 15/39, 17/62, 38/ 79-81). Doğru yolda
olmayanlara dokunma ihtiyacı zaten duymamaktadır. Şeytanın dört yönden
sokulması ne anlama gelmektedir?
Yazır, bir düşmanın hücum edebileceği bütün yönlerden
saldıracağı şeklinde yorumlar (Yazır,4/21). S.Kutup, şeytanın bu özelliklerinin
fıtratında köklü biçimde yer ettiğini, bütün psikolojik sapmalarına rağmen,
akli muhakeme ve muvazenesinin çok güçlü olduğunu belirtir. Ona göre bu
akıllıca ve sinsice sokulma yolları, beş duyu ile kavranamaz
(S.Kutup,fi-Zılalil-Kur’an, Hikmet Y.İst.6/34).
<span style="color:#0000ff;"><strong>a-Önden
gelmesi:</strong></span>
Geleceği karanlık gösterir. Kişiye, yapayalnızsın, herkes
kötü, yeteneksizsin, hep başarısızsın, geleceğin belirsiz, zenginlerin elinde
oyuncaksın der, ümitsizlik bataklığına atar, psikolojisini allak bullak eder.
Millet olarak geleceğiniz yok, fakir, geri ve başarısız olacak, süper ülkelere
esir kalacaksınız dedirtir, her gün daha kötüye gidiyor, bu düzelmez der
ümitleri kırar. Gelecek kaderde yok, yani kader yok dedirtir. Geleceği kara
delik gibi kaos içinde gösterir. Ölüm sonrası hayat yok dedirtir, ahireti inkar
ettirir.
<span
style="color:#0000ff;"><strong>b-Arkadan
gelmesi:</strong></span>
Geçmişle bağları kopartır, maziyi karalar, tarihi unutturur.
Peygamber nuru yok, madde yaratılmadı, maddenin geçmişi yok, ezeli dedirtir.
Kur’ an yazıldı dedirtir, maziyi büyük bir mezar olarak gösterir. Maddeci
felsefeyi üfler, ”Geçmiş de gelecek de masal hep, sen gününü gün etmeye bak,
hayatını yaşa!” dedirtir.
<span
style="color:#0000ff;"><strong>c-Soldan
gelmesi:</strong></span>
Açık küfür, inkar ve şirk kimliğiyle yaklaşır, iman
esaslarını inkar ettirir. İnkarcılığı ilke edinen , materyalizmi esas alan,
dini afyon olarak gören farklı ideolojilerle, Niçe, Sartır gibi insanı veya
hazları ya da aklı, bilimleri doğayı tanrının yerine koyan akımlarla gelir.
İnanç konularıyla ilgili sorular üretir, kafaları karıştırır, diyalektik
yaptırır. Açıkça en büyük benim der, benliğini kıyasıya savunur, gerisini yok
sayar.
<span
style="color:#0000ff;"><strong>d-Sağdan
gelmesi:</strong></span>
Münafıklığı, riyayı, ikiyüzlülüğü esas alır. Haktan doğrudan
yana görünür. Pek çok hak makyajlı maskeler kullanır. Doğru şeylere fesat
karıştırır. Müslümanların birbirini kıskanmalarını, gıybet etmelerini, siyasi
rakiplerini refüze etmelerini, karalamalarını sağlamaya çalışır. Dünyaya bir
kere geliyorsun, gençliğini yaşamana bak, her şey gençlikte olur, kötü ve
yanlış olanı yaşa ki iyi ve güzel olanı anlayasın der. İbadet etmesen de kalbin
temiz olmalı, önemli olan odur, asıl ibadet kalple olandır dedirtir. Yapılan
hayırlı hizmetleri söyleyip gurura kapılmalarını, hayırlı işlere ve başarılara
sahip çıkmalarını, ibadetleriyle övünmelerini övgü ve alkış beklemelerini
sağlar, hatta ben kurtuldum, cennetliğim! fikrini pompalar. Benlik hep şeytanın
mırıltılarını söylenir.
<span
style="color:#ff0000;"><strong>3-ŞEYTANIN İNSAN NEFSİNİ ALTI
ŞEKİLDE ALDATMASI</strong></span>
İnsanın ruhuna, kalbine ve aklına altı yönden saldırır, altı
cephede savaş verir. Hile yapar düzen kurar. Diğer ifadeyle, etkisi al tına alarak
ahire tini tehlike içine atmaya çalışır.
<span
style="color:#0000ff;"><strong>a- Makam ve şöhret sahibi
olmak.</strong></span>
Hakkın rızası yerine halkın alkışı ve övgüsü nefsi baştan
çıkarabilir. Tezahürat kabre kadar sürer. Allah, ihlas sahiplerini, koltuk ve
şöhretle hiç değişmeyenleri, zaten halka sevdirir, kabul ettirir (19/96).
<span
style="color:#0000ff;"><strong>b-Kendinden veya başkasından
korkmak:</strong></span>
Kendine güvensizlik, başaramama duygusu insanı sığlaştırır,
içe kapanık yapar, yalnızlığı tercih eder, bu da şeytanın işine gelir.
Haksızlık, adaletsizlik ve zulüm yapanlara karşı can ve mal ile, koltuk korkusu
yaşayan lar da şeytanın oklarına hedef olmuş demektir. Tedbirli olma, insanları
idare etme, sabretme ve haklarını usulünce savunmak farklıdır.
<span
style="color:#0000ff;"><strong>c-Çok çalışma ve kazanma
hırslısı, hastası olmak:</strong></span>
Bu, rızkın teminatını veren Yaratıcıyı itham olduğu gibi,
insanı psikolojik ra hatsızlıklara da sürükler. Ayrıca haram kazanç konusundaki
hassasiyeti kaybedebilir ve ferdi ve toplumsal dini yükümlülükleri aksatabi
lir. Lüks ve sefahate de kapı açabilir. Dengeli olan, hizmetlerde koşan, çok
kazanan, kazandığını, kıtalarla paylaşanlar da vardır.
<span style="color:#0000ff;"><strong>d-Irk,
soy, din, dil, renk taraftarlığı gibi damarları
işletmek:</strong></span>
Dünya tarihi bu sebebe dayanan savaşlar, katliamlar,
zulümler, sürgünler ve sömürülerle doludur. Mezhep, parti, kulüp vb. çatışmalar
insanlara acılar çektirir. Şeytan adeta bir vampir gibi insan kanından çok
hoşlanır. Dünyaya iner inmez ilk icraatı, Kabil’e, kardeşini öldürterek kan
döktürmek olmuştur. O kandan içti mi bilemiyoruz!..Kadeh kaldırmış bile
olabilir!..
<span
style="color:#0000ff;"><strong>e-Benlik kavgası yapmak:</strong></span>
Sadece kendini düşünmek, haklı görmek. Başkalarını küçük
görmek, değer vermemek. Kusurlarını söyleyince Enaniyet damarını şişirmek.
Otoritesini dayatmak. Hep ön planda olmayı istemek. Kıskançlık yapmak vb…
<span style="color:#0000ff;"><strong>f-Zevk,
eğlence, yeme içme ve lüks düşkünü olmak:</strong></span>
İnsan sadece bağırsaklarının ve cinselliğinin hayatını
yaşasın diye gönderilmemiştir. Bu türler ormanlarda çoktur. Meşru zevkler keyfe
kafidir, haram zevklerin dışında helal zevklere bile belli bir sınır çizilmeli.
Çünkü beden hayatına aşırı ilgi, hem maddi hastalıkları hazırlar hem de kalp ve
düşünce dünyasının gelişmesini önler.
<span
style="color:#ff0000;"><strong>4-ŞEYTAN VE BİLİNÇALTI
KİMLİĞİ</strong></span>
Nefis-şeytan işbirliğinde bilinçaltına bir şekilde temas
etmiştik.
Bilinçaltı, bilincimizin oluşturduğu söz ve düşünceleri,
duygu ve davranışları, oluşturduğu kuralları sorgusuz, aynen, iştahla
uygulamaya çalışan, düşünce dünyamızın bir mahzeni, hizmetkarı ve icra makamı
gibidir. Sözgelimi, bizi, dualarımızda olmayı istediğimiz şekle sokmak için
çaba sarf eder. Kendimize huzur bulmak için yaptığımız telkinleri dikkate alır
onu tekrarlar durur. Kibirli, inatçı, günahkar olmayı, depresyon yaşamayı
düşünüp duranlara da onları sunar. Zaman toplumsal kalkınma ve hizmet planını,
yaşatmak için yaşama idealini yaşama zamanı!..
Bilinçaltı bir telkin mekanizması sayılabilir. Onu
telkinlerimizin telkincisi olarak görebiliriz. Bilinçaltıyla hayatımız boyunca
sürek li karşılıklı, selamlaşma gibi, telkinleşmekteyiz. Bu karşılıklı
şartlandırma ve programlama anlamına da gelmektedir.
En önemli konu, bilincimizde mevcut ilahi bir yasayı ya da
bu anayasaya ters düşmeyen, olumlu güzel dünyevi bir prensibi belirlemek ve
bilinç altına okutmaktır. Bilgisayara program yükleme gibi…Ciddi bir inançla ve
tekrarla oluşturduğumuz kurallar aynen alınıp bilinçaltı tarafından bizim için
işlettirilmeye başlar. İnsanın zikri ne ise fikri de odur sözünü söyleyerek,
bir ölçüde bu sistemi dile getirmiş olmaktayız. Bilinçaltının bir kulağı
dilimizde bir gözü de düşünce penceremizdedir.
Bilinçaltı müthiş bir düşünce disiplini ve yönetimi imkanı
tanımasına rağmen, ciddi tehlikeler de arz edebilir. Tıpkı nefis gibidir, sanki
onun aynı yumurta ikizidir. Nasıl şartlandırır programlarsanız, öyle
bulursunuz, öyle olursunuz. Size karşı son derece objektif tarafsız hizmetler
sunduğunu görebilirsiniz. Dil gibi insanı vezir de eder, rezil de…
Şeytanla irtibatlı olarak konuya bakacak olursak,
bilinçaltını bir tiyatro sahnesine benzetebiliriz. Nefis hoşuna giden rengarenk
kostümleri ve dekoru seçer, senaryo yazarının verdiği rolleri oynar. Şeytan
nefis için hoşuna gidecek pek çok senaryo üretir. Bu arada irade, bu arenada
nefse sözünü geçirebilirse duruma el koyup bir yön verebilir ya da vicdan ve
kalp muhafız ve mürşitlerini yardıma çağırarak nefse sahip çıkmaya çalışırlar
ve şeytanın elinde oyuncak haline gelmesine engel olurlar.
Bilinçaltının bu mücadele ortamında, seyirci kalmaktan başka
yapacağı pek bir şey yoktur, çünkü o tamamen objektif ve pasiftir Doğru ve
yanlış ölçüsü vicdan ve mantık gücü yoktur. Ona göre melekten gelenle şeytandan
gelen eşdeğerdir. Daima hakim olan tarafa hizmet etmek zorundadır.
Bilinçaltı bir banka gibidir, kim ne kadar yatırım yaparsa,
geri istediğinde o kadar çeker, elde eder. İrademizi kullanarak şeytan ya da
melek hesabı açabilir, yatırım yapmalarını bekleyebiliriz. Onların verdiği
yetkiyle kendimiz de onlar adına bol bol tasarrufta buluna biliriz…
Bilinçaltı bir bahçe ve tarlaya da benzetilebilir. Şeytan
sürekli İki cins tohum saçar. Birisi olumsuzluk dikenleri olarak biter, diğeri
süslü günah zakkumları olarak. Devamlı ümitsizlik, karamsarlık, yılgınlık,
hayattan tad almama, stres, depresyon vb. psikolojik rahatsızlıklar üretecek duygu
ve düşünce fidanlarını diker, ya da fuhşa ve dinin hoş görmediği kötülüklere
ait ekimlerde bulunur. Bilinçaltı çok verimli bir tarla gibi şeytanın bütün
ektiklerini üretme çabasına girer. Çünkü o, gelen mesajların imzasına değil
içeriğine bakar. Kendini maaşlı bahçıvan olarak görür…
Bilinçaltını şeytanın stüdyosuna, filim setine ya da dev bir
ekrana bir tuvale de benzetebiliriz. Burada nefsi baştan çıkarıcı seri
üretimler yapar, hayal sahnesinde 24 saat oynattığı rengarenk içerikli
filimleri, tabloları bilinçaltına izletmeye, onu şartlandırmaya ve
programlamaya çalışır.
Aslında bilinçaltında bütün bu olup bitenler, depolananlar,
insana zarar veremez, insan sorumlu da olmaz. Zarar vermez, tıpkı
bağırsaklarımız da olanların namaza ya da misafirliğe gitmemize engel olmadığı,
bize zarar vermediği gibi. Ya da elimizdeki aynaya yansıyan bir ateşin elimizi
yakmaması, pisliğin elimize bulaşmaması gibi.
Günah sayılmaz çünkü, Hadisin ifadesiyle günaha niyetlenen
onu gerçekleştirmediği sürece günah yazılmaz, bilakis iyi niyetle vazgeçmişse
sevap bile yazılabilir. Şeytanın sürekli giriş izni bulunması sebebiyle, bu,
insanı dini açıdan sorumlu tutmasa da, fakat şeytanın fırınında pişirilen
mutfağında, yani bilinçaltında servise hazırlanan bu olumsuzluklar, bilinç sofrasına
sunulmaya başlayınca tehlike baş gösteriyor demektir. Çünkü sürekli izlenen
reklam filimlerinin, bilinçaltımızı etkilemesi gibi, bu telkinler de zamanla
bilincimizi yönlen dirip davranışa dönüşebilir.
Zaman gelir, bilinçaltına işlenen inkarcılık tezleri, günah
tasarımları, bunalım senaryoları öyle kuvvetlenir ki bilinç de, bilinçaltı gibi
bunu, gerçekmiş gibi algılamaya başlar. Hipnoz etkisinde kalmış gibi,
kabullenmek zorunda kalır. İşte şeytanın bu etkisine: olabilecek olanı, olmuş
veya olması gereken zorunlu bir şeymiş gibi göstermesi” diye adlandırabiliriz
(imkan-ı zati, imkan-ı akli).
Bilinçaltına olumlu güzel mesajlar ve telkinler göndermek
suretiyle, şeytanın olumsuz mesaj bombardımanına karşı bir dalga kıran
oluşturulabilir. Fakat unutmamalı ki, şeytanın her planı ve geliştirdiği
sistem, daima insanların akıllarının önünde olabilir. Onun güçlü vesvese
dalgaları, bilgi setlerimizi aşabilir. Çünkü o, hiçbir insanın başaramayacağını
başaracaktır; kıyamete kadar yaşayacaktır. Ve her insanın duygu ve düşüncesini,
özellikle de zaaflarını anlayabilecek ve taktiklerini sürekli yenileyecet,
geliştirecek ve güncelleştirecektir.
İnsanın kıyamet noktasındaki zihinsel ve duygusal durumunu
dahi az çok görebiliyor olacak ki, yeminler ederek, kıyamete ka dar insanları
azdırıp, cehenneme dolduracağını söylemiştir. Bu ifade, şeytanın, insanları bir
gen haritası gibi çok iyi okuduğunun bir ka nıtıdır. Bu durumda, şeytanın
taktiklerini, çağımızın salt akıl, bilinç, bilgi ve teknoloji düzeyiyle çözme
ve aşma konusunda yetersiz kalabiliriz. Şeytan asırlar sonrasının insanının
psikolojisini bile okuyabiliyorsa, gerçekten bizim canımıza okuyabilecek güçlü
yeteneklere sahip demektir.
Bu tespit bir tespittir, düşmanı tanıma raporudur. Soyut
bilgidir. Bu bilgiyi gerçek yapma eyleme dönüştürme yetki ve yeteneği sadece
insana verilmiştir. Ateş yakar. Bu, bir bilgidir. Ama elini sokarsan yakar, bu
da bir gerçek!..Şeytan da ateş olduğuna göre, ona elimizi de bilinçaltımızı da
kaptırmamaya çalışacağız. Zaten bu mücadele sonucu inkişaf edecek, cennete
ulaşacağız
Bu durumda, şeytanın bilinçaltımızda at koşturmasına,
hakimiyet kurmasına ve bilincimizi etkisi altına alarak günah eylemleri ne
yöneltmesine engel olabilmek için, bilinç ve bilgi gücünün yanında, dini inanç,
ibadet , dua ve güzel hizmet eden insanların dostluğuna başvurmak
gerekmektedir.
Bilinçaltı için şimdilik söylenebilecek son sözümüz, onun
bir fıtrat belirleme kimlik oluşturma merkezi gibi işlediği noktasında dır.
Açıklamalardan da bu anlaşılmaktadır. Bunun en çarpıcı örneği, yine kendi
bilinçaltımızla bizi vurmaya çalışan şeytandır. Bu kimlik oluşumunda, insanın
ikinci fıtrat kazanmasında en etkili sebep, belli inanç, duygu, düşünce ve
davranış biçimini ruhunda hissederek ka bullenmesi ve tekrarla alışkanlık haline
getirmesidir. Şeytanın kibirle kendi üstünlüğünü kabul etmesi ve kısır döngü
oluşturarak bunu kıyamete kadar sürecek bir isyan alışkanlığına döndürmesi
gibi..Benzer inat kimliğinin oluşmasını Ebu Lehep olayında da görmekteyiz. Hz.
Ademle Havva’da ise itaat, tövbe ve tevazu kimliği oluşmuştu…
<span
style="color:#ff0000;"><strong>5-ŞEYTAN VE
CİNSELLİK</strong></span>
Bu konuda hiç yorum yapmaya gerek yoktur. Her insan, kendi
iç dünyasını kontrol etse, geçmiş hayatında yaşadıklarını veya gözlemlediklerini
düşünse bu konuda açıklama gereği olmadığını anlar. Dış dünyamıza baktığımızda
da durum bundan farksızdır. İnsanlar bir yangına doğru koşmaktadır.
Sadece, şeytanın ‘Takva Elbiselileri” soyamayacağına işaret
ediyor, ayetlerin bu konuda neler anlattığını sizlere bırakıyoruz.
“Ey ademoğulları! Size ayıp yerlerinizi örtecek ve süs
olacak elbiseler yarattık. Takva elbisesi ise o daha hayırlıdır. Allah’ın bu
ayetlerini belki düşünüp öğüt alırsınız!” “Ey Ademoğulları! Şeytan
ana-babanızı, ayıp yerlerini göstermek için, onları çıkarttırarak cennetten
çıkarttığı gibi, sizi de aldatmasın! O ve yandaşları, sizin onları
göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şeytanları, inanmayanların dostları
yaptık!”(7/26-27).
<span
style="color:#ff0000;"><strong>6-ŞEYTAN VE DUA YASASI</strong></span>
Bilinçaltımızı hem şeytandan hem de kendimizden koruma
altına alabilmemiz, böylece sicili tertemiz bir ruh ve kalp kimliğine
kavuşmamız için, yapmamız gerekeni, gerçek ve sonsuz kimlik vericimiz olan
Kur’an, Allah’a sığınma ve dua şeklinde özetle sunmaktadır (7/200, 2 3/97,
41/36, Nas süresi).
Bilinçaltı, sorgulamadan, sadık bir hizmetkar ve ayna gibi,
sizin her düşündüğünüzü ve söylediğinizi, aynen uygulamaya çalışır demiştik. Bu
sebeple, hem dış konuşmalarda hem de iç söyleşilerde, daima olumlu düşünce
duygu ve sözlü mesajlar yollanmalıdır. Çünkü siz bilincinizde hangi yasanın
uygulanmasını isterseniz, bilinçaltı icra memurunuz onu emir kabul ederek
uygulamaya çalışacaktır.
Dualarımızı öğreten Peygamberimizdir, kabul edip istekleri
yerine getirecek olan da Allah’dır. İslam’ın dua yasasında, aracı olmadan
doğrudan ama yürekten Allah’tan isteme vardır. Ve bu yasanın bir yüzünde
insanın himmeti, gayreti, irade savaşı vermesi, te miz kimlik oluşmasında adım
atması bulunmaktadır.
Diğer bir yasa maddesi olarak, sadece sözle değil, aynı
zamanda şartlar neyi gerektiriyorsa, fiilî olarak dua etme, çalışma, hi met
etme vardır.
Dualar, bilinçaltı yazılımıyla Cenab-ı hakka isteklerimizi
bildirme ve öyle olmayı isteme demektir. Allah, ilaçları bitkileri bizim için
şifa yaptığı gibi, bilinçaltımızda görüntülenen kalbin derinliklerine kadar
uzanan ve kendisine tekrar tekrar ulaşan duaları, kalbimizin samimiyeti
oranında kabul edecek ve bizi, isteğine uygun düşen ve bizim de arzuladığımız
hale getirecek, hatta fazlasını verecektir.
Dua’nın samimi olması kadar tekrar etmesi, hayat boyu
sürmesi, bilinçaltımızı sürekli olumlu çizgide denetleme adına çok önemlidir.
Duada insan şu beş boyutta aktifleşebilir: Şeytanın tesirinden olabildiğince
uzak, koruma altındadır, nefsin ve arzularının çekiciliğinden soyutlanmıştır,
düşüncesini belli bir noktaya teksif edebilmektedir, duygu yoğunluğu
yaşayabilmektedir, vicdan duyarlılığı artabilecektir.
Duanın diğer bir özelliği de, bazı zaman risk taşıyan
yalnızlığın büyük avantaja dönüşmesidir. Tek başına olan bir kimsenin duasında
sadece Allah vardır. Kimseye gösteriş yapma ihtimali yoktur. İnsanların içinde
de içten dua yapılabilir.
Dua sadece dille değil, eylemle de yapılmalıdır. Ve her
mekanizmanın duası kendi mahiyetine göre olur. Dilin yapacağı kelimeleri
sırasına göre söyler, gözler belki yaşını boşaltır, mimikler hüzün pozisyonu
alır, eller temsîlen göklerin sonsuzluğuna açılır. Bazen bel de iki büklüm
olur. Fakat aynı eller fiili olarak da yapabileceği şeyler varsa onları yerine
getirmelidir. Çiftçinin bol ve helal ürün beklentisiyle dua amacıyla açtığı
elleri, tarlada bahçede çalışarak o duayı tamamlamak zorundadır. Okul ve sınav
başarısı için gözler uykusuz kalabilmeli, yorulmalıdır. Bunun gibi, düşüncenin
duası da önemlidir. Çözmek istediğimiz bir problem üzerinde ciddi düşünme
olmadan çözüm üretilemez. Toplumsal her problem için de öyle…Büyük beyinlerinin
beyin çileleri ve sancıları da büyük olur, onlara lütfedilecek olanlar da…
Kalbin ve vicdanın duası ise, en önemli olanıdır ki hadis
Allah’ın, insanların dış görünüşlerine değil, kalplerinde olana ve
davranışlarına baktığını belirterek, sözle yapılan duaya biri kalbi diğeri
fiili olmak üzere iki boyut daha eklemektedir. Buna göre şeytanın etkisinden korunmak,
nefsin önü alınmaz isteklerinin hakkından gelebilmek için yapacağımız dua üç
boyutlu olmalıdır: Kalp samimiyetle Allah’a yönelmeli, dil ve diğer duyu
arkadaşları bu içtenliğe iyi tercüman olmalı, bir de davranışlarla üzerimize
düşen görevler yerine getirilmelidir.
Böyle olunca, dille, ayak üstü yapıverdiğimiz bir sözlü dua
ile şeytanın etkisinden, nefsin kötülüklere sürüklemesinden kurtulmayı beklemek
en azından kolaycılık olur, anlattığımız gerçeklerle de örtüşmez. Ancak tam
çaplı yapılan dua sonucu, şeytan etkisiz kalır, nefis dize gelir, bilinçaltı
süt gibi saf duygular ve düşünceler üretir, akıl ve kalp birer kanat olup
insanı başarılara ve sonsuz mutluluklara uçurur. Konu ile ilgili bir ayet:
“Duanız olmasa ne kıymetiniz var!” (25/77) Peygamber Efendimizden örnek bir
dua: ”Rabbim Beni göz açıp kapayıncaya kadar nefsimle baş başa bırakma!”…
<span
style="color:#ff0000;"><strong>7-ŞEYTANIN DAMARDAKİ KANLA
DOLAŞMASI</strong></span>
Şeytan, insanın ayağını bastığı her yerde, manyetik bir
gaflet perdesi oluşturur. Kalp ve beyin gücünün çekimi zayıf olanlar, kolayca
şeytanın, bu güçlü, gaflet çekim alanına girebilirler. Bu Allah’a en yakın
olduğumuz namaz için bile geçerlidir. Namazda ses çıkararak, ağzını gergedan
gibi açıp esneyen insana üzülmek, mümkünse tatlıca uyarmak gerekir. Çünkü
şeytan gülmektedir. Bu sebeple sünnet ve farz namazları farklı yerlerde kılmak
sünnettir. Peygamberimizin: “Size gaflet gelen yeri değiştirin!” tavsiyesi
(Prof.i.Canan, Hadis Ans.7/368), hayatımızın her saati için bir davranış ilkesi
olabilecek önemdedir. Uzun gece yolculuğundan sonra yorgunluk sebebiyle sabah
namazına kalkılamayınca Peygamberimiz, şeytanın musallat olduğu bu yerden
uzaklaşmalarını istemişti. Sokakta, çarşı da, yolculuklarda, işyerlerinde hatta
evimizde televizyon başında durum bundan daha az endişe verici olmasa gerektir.
Öfkelendiğimiz de de yer-ortam değişikliğinin istenmesi ve bunu yaptığımızda
rahatlamamız da aynı konuyu destekler.
Öfke de adeta şeytanın sadistçe tad veren kamçısı gibidir.
Öfkelendiğimiz yerde otağını kurmuş, av bekleyen örümcek gibi, el lerini
ovuşturmaya hazır, kırıp dökmemizi beklemekte olduğunu hatırlamalı, o alanı
terk etmelidir. Bermuda üçgenine onun isminin verilmesi de tesadüf olmasa
gerektir. Bu sebeple, şeytanî çekim alanlarına karşı manevî ve ilmî yönü güçlü
olan dostlar, arkadaşlar edinmekte yarar vardır.
Bilinen bir hadiste de Peygamberimiz, şeytanın, insanda
kanın dolaştığı gibi dolaştığını belirtir (Canan, age.,c:7,s: 118). Bu
genellikle yanlış anlaşılır. Şeytan kan mı ki damarlara girsin de dolaşsın!
Oysa şeytan ilk cin atası olarak bir tür ışın varlıktır. Röntgen ışınları
vücudumuza rahatlıkla nüfuz edebilmektedir. Ve şeytanın kıyamete kadar en üstün
teknoloji seviyesine ulaşacak insanlarla beraber yaşama iznine sahip olduğunu
unutmayalım.
Muhtemelen o, daha şimdiden, bilgisayarlar için hazırlanan
virüs programları gibi, asırlar sonrasının, uzay yaşamlı insanları için bile
farklı planlar ve alternatif sistemler, anti-hizmetler tasarlamakta, ekip
çalışması yapmaktadır. Şeytan, insanda, kendisine ait önemli bir paya sahip
olduğunu ve insanın yaratılışını değiştireceğini belirtir (4/118). Bu,
kromozomlara müdahale ile farklı özelliklere sahip insan modellerinin
geliştirileceğine bir işaret de sayılabilir.. İnsanlardan çok farklı şeyler
görebildiklerine (3/48) ve deniz diplerine ve uzay derinliklerine dalabil
diklerine göre (38/37), insanın gen haritasına müdahale etmek, şey tan gibi
zulüm yayan yeni tür canavar insanlar üretilmesini teşvik için kanla,
kromozomlarla yakından ilgileniyor olabilirler.
Ayetin, insanların mallarına ve evlatlarına ortak olacağını
belirtmesi (17/64) de buna işaret sayılabilir.Ortaçağ Avrupa’sında kadınlar,
içine şeytan girmiş diye kafaları haç şeklinde yarılıp derisi sıyrılarak tuz
basılırdı, bazen de yakılırdı. Benzer gerekçe ile doğan çocuklar kilisede
vaftiz edilir, temizlenir. O anlayışa göre kadın yani Havva, şeytanla işbirliği
yapmış, hatta içine girmesine izin vererek, gizlice cennete sokmuştur. Bu
yetmemiş gibi, Adem’i de kandırmış, yasak meyveyi yedirmiş insanoğlunun
lanetlenmesine ve cennetten kovulmasına yol açmıştır. Bunun sonucu her doğan
çocuk, alnında bu günah lekesiyle doğar. Bu yüzden kutsanmış su ile vaftiz
edilmeli yıkanarak bu günah kirinden temizlenmelidir.
Bu anlayışta olduğu gibi gerçekten şeytan, her insanın
damarlarında kan gibi, dolaşmakta mıdır? Bu aslında akla, tertemiz sü tün, kan
ve işkembenin içinden süzülerek gelmesini de hatırlatıyor (16/66). Tertemiz
duygu ve düşüncelerimizin, ihlasla yapılan saf, bembeyaz hayır yüklü
davranışlarımızın, her an şeytan ve nefis tarafından kirletilme ihtimaline
karşı uyanık olmalıdır.
Öte yandan, hem meleğin hem de şeytanın insanın psikolojik
hayatını etkileyebilecek şekilde, sınırlı ölçüde de olsa belirli duygu ve
düşüncelere ivme kazandırabileceklerini kabul etmek gerekir. Kur’an, şeytanın,
insanın içine girip yerleştiğinden ve benliğini tamamen sahiplendiğinden söz
etmiyor. Ruh boşluklarını ki duygu ve düşünce arızalarına yol açabilecek nefis
istekleridir; bunları çok rahat okuyabildiğinden ve bildiğinden ve günahları
süslü gösterdiğinden bahsediyor. Mücerret okuma ve bilme ise (kader konusunda
olduğu gibi) yaptırım sayılmaz.
Fiziksel bir hulûl (iç içe geçme, bedende bütünleşme) söz
konusu olmasa bile,” melek gibi şeytan gibi” dedirtecek tarzda bir karakter
bütünleşmesi de inkar edilemez. Nas süresinin sonunda cin ve insanlardan oluşan
şeytanlardan, Allah’a sığınmamız öğütleniyor olması da çok dikkat çekicidir.
O kadar ki şeytanı kıskandıran insanlar olmuştur. Firavun
bunun en tipik örneğidir. Şeytan bile Allah ile konuşurken, isyan etmesine
rağmen “Rabbim!” diye hitap ederken (15/36), Allah’tan, azabından korkarım diye
itiraf ederken (3/48), Firavun “Rab benim!” diyebilmiştir (79/24).
Ve beyin yapıcı müfessirin dediği gibi, insanlığını
kaybetmiş bu gibi insanların beden elbisesinden sıyrılmaları mümkün olsaydı,
karşımıza o habis cinler çıkardı; o şeytan varlıkların insan bedenine
dönüşmeleri mümkün olsaydı bu sefer de karşımıza bu tarihî zalimler ve
benzerleri çıkardı. Bu, en şerefli ve mükemmel yaratılan insanın, pahalı
tereyağın bozulunca acılaşması ve yoğurt kadar işe yaramaz hale gelmesi gibi,
mahlukatı çok geride bırakan iğrenç bir durum almalarının kaçınılmaz sonucu
olmaktadır.
Şeytanın kan gibi dolaşması, insana yakın oluşunu, kalbine
ve bilincine sinsice sokulabileceğini ifade etmek için bir mecaz olarak ifade
edilmiş istiare yapılarak, “Kan gibi, insandan hiç ayrılmadı” , gen haritasını
çıkarır gibi kanını, duygu ve düşüncelerini çok iyi okudu manası kastedilmiş
olabilir. Nitekim biz “Ben senin ciğerini okurum, bilirim!” deriz. Bununla
beraber fiziksel bir tezahür de söz konusu olabilir. Kur’an’da eski milletlerin
azgınlığı karşısında,”maymun olun!” denmesini de ( 2/65, 7/166), buna benzer
şekilde anlayabiliriz. Yani sireten (karakter olarak) de süreten (fiziksel
olarak) de bir değişim yaşamış olabilirler (Yazır,age; c:1,s:317). Cebrail de
Dıhye isimli sahabi şeklinde gelip Peygamberimize islam’la ilgili sorular
sormuştu. Bir keresinde şeytanın da insan şeklinde görünüp hicrette,
müşriklerin tuzak kurmalarına yardımcı olduğu rivayeti vardır.
Zevaidde şu iki olayı görüyoruz: Bir sahabi, namazda bir
durum yaşadığından, kıldığını anlamaz hale geldiğinden şikayette bulundu.
Peygamberimiz, üç kez göğsüne vurdu “Çık Allah”ın düşmanı” dedi. O kişinin bir
daha şikayeti olmadı. Benzer olayda da, delilik şikayetiyle getirilen birisine,
değişik sürelerden ayetler okudu, nefes etti, o kişi iyileşti (Bknz.İ. Canan,
age . c:17 ,s:471).
Hadis kitaplarının Tıp bölümlerinde değişik şifa tavsiyelerine
ve olaylarına da rastlanır. Peygamberimiz bir taraftan şifayı Allah’dan
bekleyerek dua etmeyi tavsiye ederken öte yandan, doğrudan muskalardan şifa
aramanın yanlış olduğunu belirtir, şirk olarak de ğerlendirir ( İ.Canan,
age,11/7).
Peygamberimiz öncelikle, yaşlılık ve ölüm hariç her derdin
devası mutlaka olduğunu ve araştırılması gerektiğini istemiştir (İ.
Canan,11/131) Fakat dua iki kanatlı olmalıdır: Sözlü ve fiili. Hem doktora
gidip ilaç almalı, hem de dua etmelidir. Dua edilmese günah da olmaz, şifa da
bulabiliriz.
Şeytanın çıkarılması olayına da önyargıyla yaklaşmamak
gerekir. Bu Peygamberimize özel bir davranış biçimi olabilir. Nitekim, Hz. İsa
da eliyle körleri iyi etmiş, ölüleri canlandırmıştı (3/49) Hz.Süleyman, cinleri
hakimiyeti altına almış, mabet yapımı vb. işlerde çalıştırmıştı (27/ 17,39;
34/12). Peygamberler şeytan ve nefse karşı en güçlü ve korunmuş ve onlara daima
üstün gelen kimselerdir.
Peygamberimiz, kendisinin de bir şeytanı bulunduğunu fakat
onun ya da etki alanı nefsinin kendisine teslim olduğunu ifade eder (İ.Canan,
7/118,12/103)
Şeytanın ilgilenmediği bir tek insan bile yoktur. Şeytan,
insanları azdıracağım cehenneme dolduracağım derken, muhtemelen bu ulaşım
ağının kapsamının da farkındaydı. Ve belki de şeytanlar, (ki Kur’an onları
grup, topluluk, ordular olarak da ele alır) enikleri çok olan kelpler gibi, en
azından insanların nüfusuna denk düşecek şekilde çoğalabilmektedirler ki kişi
başına en azından bir şeytan düşsün. Kelbin yaladığı kabın yedi kez yıkanıp
toprakla ovulması tavsiyesinin hikmeti olarak, şeytanın kelplere olan
yakınlığına dikkat çekilmek mi istenmiştir acaba? Çünkü şeytanlar da kimi zaman
topluca bir insana saldırabilmektedir.
Bütün bunlardan sonra, şeytanın damarlarımızda dolaşan kan
olduğunu iddia etmek kadar, aksini iddia etmek de doğru olmayabilir. Bugün
gelişen teknoloji sayesinde, kanda dolaşan mikroskobik cihazlarla operasyon
yapılıyor. Geleceğin insanının, beynine yerleştirilecek minik bir cihazla
şeytanca işler yaptırılırsa, ya da genlerle oynanarak şeytan gibi insanlar
kopyalanırsa, o zamanın insanı bu hadisi herhalde daha farklı anlayabilecektir.
Kaldı ki Peygamberimiz, bu sözü, kocası yolculukta bulunan
kadının yanına gidilmemesi uyarısında bulunurken söylemiştir. Aslında bu konuda
da bu mecazi benzetme dikkat çekicidir. Akla hemen şeytanın Adem ile Havva’ya
yaklaşması olayı ile Kabilin kız kardeşini ısrarla talep etmesi ve cinayet
olayını hatıra getirmektedir.
Kur’an’da şeytanın Kabili bir şekilde doğrudan
etkilediğinden söz edilmez. Kimbilir şeytan zaten adeta Kabil olarak temsil
edilmiş oluyordu, Kabil iç dünyası itib.ariyle şeytanla bütünleşmiş, adeta
şeytanı içine almış gibiydi ki, Koca Nebi Baba’ya ve kardeşine karşı şeytanca
işler yapıyordu.
Yusuf’a yangın Züleyhayı da, Yusuf’u görünce, hayranlıktan
kendilerinden geçip, meyve yerine ellerini doğrayan kadınlar konusu da akla
gelmektedir…Ve cinsellik gibi bir konu ile şeytan ilişkisinin, ancak böyle bir
benzetme ve mecazi sözle anlatılabileceğini daha iyi kavrayabiliyoruz.
Cinsellik yüksek elektrik enerjisi taşıyan bir akım hattı
gibidir. Kiminin plastik izolasyonu kuvvetlidir kiminin kaçakları vardır,
bazısı da çıplak kablo gibi azmışlık içindedir, etrafı çarpar, dokunanı yakar.
Türkçe’mizde ” kan kaynaması “diye bir deyim vardır. Bir de “kanıma girdin!”
derler! Nefse, nesli çoğaltması için avans lezzet olarak verilen bu duygu
kadar, insanın damarlarına işleyen, kanına giren, kanını kaynatan ikinci bir
duygu yok gibidir. O kadar ki, LPG gazına, ya da benzine bir kıvılcım değmesi
gibi, anın da parlayabilen bu nefsani özellik, kontrolsüz kalırsa yangınlar ve
farklı derecedeki yanıklar kaçınılmaz olacaktır. Ve halk dilindeki “Şeytan gibi
kanıma girdin!” sözü daha iyi anlaşılmış olmaktadır.
<span
style="color:#ff0000;"><strong>8-HADİSLERE GÖRE ŞEYTANIN
DÖRT İLGİ ALANI</strong></span>
Şeytanın ilgilenmediği bir insan olmadığı gibi, insanın
hayatında elini karıştırmadığı bir anı ve alanı da yoktur. Hadislerde her
insanın bir şeytanı olduğu ve insanın her şeyiyle ilgilendiğinden söz edilir.
Biz, insanın hayatının, önemli bir bölümünü alan dört konuya dikkat çekmek
istiyoruz. (İ.Canan age.,c:6,s:109;c:10,s:401): Namaz, konuşma, yeme ve uyuma…
Namaz dinin direği olduğuna göre, onun çökertilmesi dinin
zedelenmesi anlamına gelir. Bu amaçla şeytan, ruhumuzda yüzen duyguları nasıl
oltalıyorsa, hafızada depolanan bilgi merkezlerine nasıl müdahale edebiliyorsa,
bilinçaltında saklı arşivlere nasıl ulaşabiliyorsa; dünyanın en uzman
hipnozcusu gibi, bilgi dosyalarını açar, hiç hatıra gelmeyen olayları hatırlatır,
anıları canlandırır, problemleri hortlatır, sıkıntılarıyla uğraştırır. O kadar
ki, namaz sonrası kaç tesbih çekiyorsak, tek tek uğraşır, her birini yaralamak
için o kadar mesaj gönderir. Bunu hep yaşarız, kaç rekat kıldığımızı unuturuz.
Bu tekrar ediyorsa, namazı tamam kıldım demeli, vesveseye kapılmamalıdır.
Namaz, ruhun rehabilitasyonu gibidir. Vicdanda ve bilinçte
bir onarım, bakım ve yenilenme eylemi sayılır. Namaz, yara almış iç duygu ve
düşünce ünitelerinin hücre yenilenmesi anlamına gelir. Saatler boyu içten
nefis, dıştan şeytan arasında örselenen, oklara hedef olan bu iki yapımız,
bulaşan virüsleri namazla dezenfekte eder, siler atar. Şeytanın telaşı
bundandır. “Gün boyunca bunca zah metlere katlandım; baktırdım, dinlettim,
konuşturdum, düşündürdüm, duygular tattırdım,. Şimdi gidecek, namazda bütün
emeklerimi he ba edecek. Buna asla izin veremem!” der ve tabya değiştirerek
namaza yüklenir. Manevi ikmal yollarımızı bombarduman etmeye çalışır.
Bu açıdan bakınca şu ayetle huzur bulabiliriz: “Namaz bütün
kötülüklerden ve fuhşiyattan korur” (29/45) Namazın beş tırnaklı manevi
pençesi, bir şahin gibi şeytanın da, şeytanın konsolosu, kötülük isteyen nefsi
de kıskıvrak yakalayıverir. Fakat namaz gibi ciddi bir savunma mekanizması
olmayan veya kırmızı kuvvetlere karşı donanımı oldukça zayıf kalan insanın,
yara almadan kurtulması ol dukça zordur. Sizin namazınız varsa, benim de namaz
aralarım var dercesine şeytan, bir cephede kaybetse de mutlaka yeni cepheler
açarak amacına ulaşmaya çalışır ki ona göre en kullanışlı olanı, insanı yerinde
vezir yerinde rezil yapan dil olabilir. Hem sözlerle hem de lezzetlerle onu
baştan çıkarmaya çalışır. Şeytan büyüleyici, ruhu esir edici sözlere, yazılara
bayılır. Çünkü, Peygamberimizin dilinde, mucize olarak gelen, üslûbuyla ve
muhtevasıyla insanları kıyamete kadar etkileyecek olan Kur’an vardır. Şeytanın
dilinde de buna ra kip olabilecek güçlü sözler olmalıdır ki insanları cezp
edebilsin. Bu manada, hayırlara vesile olmayan, kötülüğe sebep olan her türlü
na zım ve nesir yazılar, sihir etkisi yapan konuşmalar hep, şeytanın tuttuğu ve
teşvik ettiği tarzlar ve malzemelerdir.
Kur’an’a, İslam’a muhalefet eden, hasım olan ve bu konuda,
şiirler döktüren, propaganda yapan, sloganlar atan, konferanslar veren her dil,
kesinlikle şeytan tarafından taçlandırılmakta, alkışlanmaktadır. Dilde, gıybet,
iftira, küfür, alay, hakaret, lakap, laf taşıma gi bi herkes tarafından çirkin
olduğu teslim edilen sözlerin bulunması tartışmasız, şeytanın pek hoşuna
gitmektedir. Diğer taraftan dilin, Hakkın anılması ve hak ve hakikatlerin
gönüllere duyurulması istikametinde nasihatlerde ve ilmi sohbetlerde
kullanılmaması da, şeytanın bu cephede galibiyetini ilan etmesi için yeterli
olacaktır.
Namaz ve konuşma olaylarının yanında şeytan, yeme içme
konusuna da oldukça yüklenir. Dilin, lezzet rüşvetlerine kurban edilmesi, israf
bataklığında yok olması, önemlisi de haram lokmayla, içki ve uyuşturucuların
mekanı olması, “Hedefime ulaşıyorum!” diye düşünmesi için yeterli sebeplerdir.
Bu konuda o kadar titizdir ki, meleklerin misk kokan oruçlu ağız aramalarına
mukabil, haram tüten yemek, alkol kokan içecek bulunan sofra şeytan için bir
bayram yeri sayılabilir. Bunları bulamadığında, ilk lokmanın besmelesiz
alınması bile onun mutlu olmasına yetebilir. Avanesine sevinçle seslenir: ”Şu
eve koşun, orda size de rızık var, çünkü besmelesiz başladılar!” Besmelesiz
başlanan aile ilişkisinde de Şeytan, aynı daveti yapmakta mıdır acaba!.. Hatta
Peygamberimiz, besmelesiz lokmada şeytanın elinin de bulunduğunu belirterek, şeytan
savaşlarında besmelenin, ne kadar önemli bir silah olduğunun altını
çizmektedir.
Uyku, bilinçaltı tarlasını işlemenin, ekip biçmenin en uygun
ve verimli mevsimi. Ruh sessiz, vicdan derinlere gömülmüş, bilinç kepenkleri
göz kapaklarıyla beraber indirmiş, el ayak çekilmiş, dille kulak bütün
işlemlere çoktan paydos demiş. Pusuda bekleyen düşman için, özgürce at sürme
zamanı. Kapkara göz kapakları perdesinde, rengarenk rüya filimleri izletme
saati. Şeytanın uykuda bile insan ruhuyla oynamaktan, alt bilince ulaşarak, onu
gündüze şimdiden olumsuz olarak kurmaktan vazgeçmediğini görüyoruz. Uyumayıp
haram eğlence dünyalarına dalanlar için o kadar endişe edilecek bir şey yoktur,
onlar o istemeden onun istediklerini yapmaktalar!..
Eğer biz uyku öncesi gece programımızla; namazımız,
abdestimiz, sohbetimiz, okumamız , düşünmemizle, uzun bir uyku yolculuğuna
çıkmadan önce (ki uyku saati süresince artık kıtalar aşılıyor) uykumuza sahip
çıkmazsak, sahip çıkacak ve kelepir mal bulmuş gibi sevinecek, bir yazı tahtası
gibi sabaha kadar onu işleyecek yaratıklar, karabasanlar gibi hazır
beklemekteler.Yatağımıza girdi ğimizde başucumuza beş (namaz) korumalarını
dikmediysek, gün boyu dilimiz, güzel nasihatlarla hakikatlere tercüman
olmadıysa, ye meklerde haram helal demeden, besmele nedir bilmeden yalayıp
yuttuysak bir de tıka basa doldurduysak; aslında biz, ruhumuzu bilinçaltı
hortlaklarının neşterli ellerine teslim etmişiz demektir.
Peygamberimiz, abdestli ve dualarla yatan insanın
soluklarının bile tesbih sayılacağını belirtmektedir. Bu, aynı zamanda bilinç
altının, manevi bir perde ile koruma altına alındığı anlamına gelmektedir.
Gündüz yaşadıklarımız nasıl, gecemizi etkiliyor,uykumuz da da, serbest kalan
balonlar gibi, bilinç semamızı kaplıyorlarsa, gece yaşadıklarımız ve
rüyalarımız da aynı şekilde, ruhumuza yansıya cak ve gelen günümüzü
etkileyecektir.
İnsan, namazına, yemesine, konuşmasına ve uyumasına bir
disiplin kazandırırsa, şeytan-nefis ittifakına karşı, duygu ve dü şüncede
ölçülü ve dengeli yönetim yeteneğini kazanmış olacaktır. Bu konu güncel
kitaplarda sıkça işlenir. İnsanın duygusal durumu, onu belli davranışlara
yönlendirdiği gibi, bedensel davranışları da, ruhsal durumunun değişmesinde
etkili olmaktadır. Zaten bizim Kur’an ve Hadis kaynaklarımızda, başka akılların
da bulabileceği, hayata denge kazandıracak pek çok prensip bulunmak tadır.
Kur’an akıl ve kalp için bir farklı ölçeklerde bir harita
gibidir. Akıl da Kur’an’a denk düşen prensipler geliştirebilir. Ne var ki
vahyin ışığında yürü yen akıl daha net ve isabetli bir görüşe sahip
bulunmaktadır. (Konuyu kapatırken, büyüklerimizin tekrarladığı üç hayat
prensibinden söz etmiş olduğumuzu farkettik: “Kılletü’t-taâm, kılletü’l-kelâm
kılletü’l-menâm!” Vahiy rotasında dümen tutan akıllar nasıl da aynı sahillerde
buluşuyorlar!..)
Şeytandan korunmanın en etkili yolu, secde etmektir. Bunun
anlatıldığı yerde Kur’an’da secde ayeti vardır. Şöyle der: “Şeytandan bir
dürtme bir tahrik geldiğinde hemen Allah’a sığın!”(7/200). Secde şeytanın ilk
kopuş, kovuluş ve bir yönüyle yıkılış miladı sayıldığından, bunun
hatırlatılması, onun canını acıtacak en birinci yöntem olmalıdır. O Allah’tan
secde etmeyerek kaçmıştı, biz onun inadına secde ederek ondan ayrılmış,
melekler tarafını tutmuş, Allah’a sığınmış oluyoruz.
Devamında da, gelen vesvesenin takva sahipleri tarafından,
iç gözüyle anında fark edileceğinden ve Allah’ın hatırlanacağından söz edilir.
Bu aslında secde görevlerini yerine getiren insanın, namaz ve secde dışındaki
durumlarında da güçlü zihin yapısıyla, her zaman şeytanı alt edebileceğini
göstermektedir.
Buradan yola çıkarak şu yöntemi uygulayabiliriz. Namaz, dua,
dini hizmet gibi meşguliyetlerimizin dışında da biz namazdaki gibi güçlü ve
donanımlı olabiliriz. Bu satırları okuduğunuz âna kadar, hayatınızda sizi en çok
etkileyen bir secdenizi ya da namazınızı hatırlayıp hemen şu an zihninizde
hatırlayıp canlandırmanızı, güçlü parlak ve renkli ışıklarla, sevinç içinde
hayalinize büsbütün yaymanızı ve kuvvetle yapıştırmanızı öneriyoruz.
Gözlerinizi kapayarak ve hamd ederek uzun süre izleyebilirseniz çok daha iyi
olacaktır.
Bunu sık sık tekrarlayınız. Ne zaman hayalinize Kur’an’ın
çirkin gördüğü bir görüntü veya ses yansımış olsa, dev parlak secde görüntüsü
imdadınıza yetişecek, olumsuz düşünceyi anında kaplayıp yok edecektir. Biz buna
zihin secdesi diyebiliriz. Bu teklif ölünce ye kadar sürmesi gereken bir
taktiktir. İlk orijinallik, zamanla gidecektir. Ancak, biz her namazdan ciddi
manevi lezzet almasak da onu ölünceye kadar kılmaya niyetli olduğumuzu gibi,
zihnimizdeki secdeyi de böyle düşünebilir, her olumsuz ve çirkin şeytan veya
nefis dürtmesinde, hayalen Allahü-ekber deyip secdeye gidebiliriz…Hem,
hayalimizde en çok neyi yaşarsak, berzahta da onunla yaşayacağız…
Kur’an’da bilinçaltı eğitimi (drmavi)
<span style="color:#ff0000;"><strong>MELEK,
ŞEYTAN VE NEFİS ÜÇGENİNDE BİLİNÇALTI KİMLİĞİMİZ</strong></span>
Hayal dünyamızı ve bilinçaltımızı kontrol altına almaz
disipline edemezsek, bizi bilincimiz ötesinde birilerinin yönetmesine izin
vermiş ve kendimizden ve O’ndan yoksun kalmış oluruz. O Yeşil Kubbe, bilinç
kitabımıza kapak ve hayal aynamıza ana sayfa yapılırsa, geniş ve derin
manasıyla birlikte iç kontrolümüzü güçlendirebilir, iç ve dış alemimizi
aydınlatabilir, bilinçaltı hortlaklarının bizi yutmasına engel olmasını
sağlayabiliriz. Her olumsuz durumumuzda Miracın hatırlanması da, tefekkür
miracı yapılması da benzer etkiyi yapabilir… Hele insan bu Miracında “Rabbi!”
ve “Seyyidi!” Hilal uçlarında kalbiyle aklını, vicdanıyla nefsini
buluşturabilmişse!…
Nefis-şeytan işbirliğinde bilinçaltına bir şekilde temas
etmiştik.
Bilinçaltı, bilincimizin oluşturduğu söz ve düşünceleri,
duygu ve davranışları, oluşturduğu kuralları sorgusuz, aynen, iştahla
uygulamaya çalışan, düşünce dünyamızın bir mahzeni, hizmetkarı ve icra makamı
gibidir. Sözgelimi, bizi, dualarımızda olmayı istediğimiz şekle sokmak için
çaba sarf eder. Kendimize huzur bulmak için yaptığımız telkinleri dikkate alır
onu tekrarlar durur. Kibirli, inatçı, günahkar olmayı, depresyon yaşamayı
düşünüp duranlara da onları sunar. Zaman toplumsal kalkınma ve hizmet planını,
yaşatmak için yaşama idealini yaşama zamanı!..
Bilinçaltı bir telkin mekanizması sayılabilir. Onu
telkinlerimizin telkincisi olarak görebiliriz. Bilinçaltıyla hayatımız boyunca
sürek li karşılıklı, selamlaşma gibi, telkinleşmekteyiz. Bu karşılıklı
şartlandırma ve programlama anlamına da gelmektedir.
En önemli konu, bilincimizde mevcut ilahi bir yasayı ya da
bu anayasaya ters düşmeyen, olumlu güzel dünyevi bir prensibi belirlemek ve
bilinç altına okutmaktır. Bilgisayara program yükleme gibi…Ciddi bir inançla ve
tekrarla oluşturduğumuz kurallar aynen alınıp bilinçaltı tarafından bizim için
işlettirilmeye başlar. İnsanın zikri ne ise fikri de odur sözünü söyleyerek,
bir ölçüde bu sistemi dile getirmiş olmaktayız. Bilinçaltının bir kulağı
dilimizde bir gözü de düşünce penceremizdedir.
Bilinçaltı müthiş bir düşünce disiplini ve yönetimi imkanı
tanımasına rağmen, ciddi tehlikeler de arz edebilir. Tıpkı nefis gibidir, sanki
onun aynı yumurta ikizidir. Nasıl şartlandırır programlarsanız, öyle
bulursunuz, öyle olursunuz. Size karşı son derece objektif tarafsız hizmetler
sunduğunu görebilirsiniz. Dil gibi insanı vezir de eder, rezil de…
Şeytanla irtibatlı olarak konuya bakacak olursak,
bilinçaltını bir tiyatro sahnesine benzetebiliriz. Nefis hoşuna giden rengarenk
kostümleri ve dekoru seçer, senaryo yazarının verdiği rolleri oynar. Şeytan
nefis için hoşuna gidecek pek çok senaryo üretir. Bu arada irade, bu arenada
nefse sözünü geçirebilirse duruma el koyup bir yön verebilir ya da vicdan ve
kalp muhafız ve mürşitlerini yardıma çağırarak nefse sahip çıkmaya çalışırlar
ve şeytanın elinde oyuncak haline gelmesine engel olurlar.
Bilinçaltının bu mücadele ortamında, seyirci kalmaktan başka
yapacağı pek bir şey yoktur, çünkü o tamamen objektif ve pasiftir Doğru ve
yanlış ölçüsü vicdan ve mantık gücü yoktur. Ona göre melekten gelenle şeytandan
gelen eşdeğerdir. Daima hakim olan tarafa hizmet etmek zorundadır.
Bilinçaltı bir banka gibidir, kim ne kadar yatırım yaparsa,
geri istediğinde o kadar çeker, elde eder. İrademizi kullanarak şeytan ya da
melek hesabı açabilir, yatırım yapmalarını bekleyebiliriz. Onların verdiği
yetkiyle kendimiz de onlar adına bol bol tasarrufta buluna biliriz…
Bilinçaltı bir bahçe ve tarlaya da benzetilebilir. Şeytan
sürekli İki cins tohum saçar. Birisi olumsuzluk dikenleri olarak biter, diğeri
süslü günah zakkumları olarak. Devamlı ümitsizlik, karamsarlık, yılgınlık,
hayattan tad almama, stres, depresyon vb. psikolojik rahatsızlıklar üretecek duygu
ve düşünce fidanlarını diker, ya da fuhşa ve dinin hoş görmediği kötülüklere
ait ekimlerde bulunur. Bilinçaltı çok verimli bir tarla gibi şeytanın bütün
ektiklerini üretme çabasına girer. Çünkü o, gelen mesajların imzasına değil
içeriğine bakar. Kendini maaşlı bahçıvan olarak görür…
Bilinçaltını şeytanın stüdyosuna, filim setine ya da dev bir
ekrana bir tuvale de benzetebiliriz. Burada nefsi baştan çıkarıcı seri
üretimler yapar, hayal sahnesinde 24 saat oynattığı rengarenk içerikli
filimleri, tabloları bilinçaltına izletmeye, onu şartlandırmaya ve
programlamaya çalışır.
Aslında bilinçaltında bütün bu olup bitenler, depolananlar,
insana zarar veremez, insan sorumlu da olmaz. Zarar vermez, tıpkı
bağırsaklarımız da olanların namaza ya da misafirliğe gitmemize engel olmadığı,
bize zarar vermediği gibi. Ya da elimizdeki aynaya yansıyan bir ateşin elimizi
yakmaması, pisliğin elimize bulaşmaması gibi.
Günah sayılmaz çünkü, Hadisin ifadesiyle günaha niyetlenen
onu gerçekleştirmediği sürece günah yazılmaz, bilakis iyi niyetle vazgeçmişse
sevap bile yazılabilir. Şeytanın sürekli giriş izni bulunması sebebiyle, bu,
insanı dini açıdan sorumlu tutmasa da, fakat şeytanın fırınında pişirilen
mutfağında, yani bilinçaltında servise hazırlanan bu olumsuzluklar, bilinç sofrasına
sunulmaya başlayınca tehlike baş gösteriyor demektir. Çünkü sürekli izlenen
reklam filimlerinin, bilinçaltımızı etkilemesi gibi, bu telkinler de zamanla
bilincimizi yönlen dirip davranışa dönüşebilir.
Zaman gelir, bilinçaltına işlenen inkarcılık tezleri, günah
tasarımları, bunalım senaryoları öyle kuvvetlenir ki bilinç de, bilinçaltı gibi
bunu, gerçekmiş gibi algılamaya başlar. Hipnoz etkisinde kalmış gibi,
kabullenmek zorunda kalır. İşte şeytanın bu etkisine: olabilecek olanı, olmuş
veya olması gereken zorunlu bir şeymiş gibi göstermesi” diye adlandırabiliriz
(imkan-ı zati, imkan-ı akli).
Bilinçaltına olumlu güzel mesajlar ve telkinler göndermek
suretiyle, şeytanın olumsuz mesaj bombardımanına karşı bir dalga kıran
oluşturulabilir. Fakat unutmamalı ki, şeytanın her planı ve geliştirdiği
sistem, daima insanların akıllarının önünde olabilir. Onun güçlü vesvese
dalgaları, bilgi setlerimizi aşabilir. Çünkü o, hiçbir insanın başaramayacağını
başaracaktır; kıyamete kadar yaşayacaktır. Ve her insanın duygu ve düşüncesini,
özellikle de zaaflarını anlayabilecek ve taktiklerini sürekli yenileyecet,
geliştirecek ve güncelleştirecektir.
İnsanın kıyamet noktasındaki zihinsel ve duygusal durumunu
dahi az çok görebiliyor olacak ki, yeminler ederek, kıyamete ka dar insanları
azdırıp, cehenneme dolduracağını söylemiştir. Bu ifade, şeytanın, insanları bir
gen haritası gibi çok iyi okuduğunun bir ka nıtıdır. Bu durumda, şeytanın
taktiklerini, çağımızın salt akıl, bilinç, bilgi ve teknoloji düzeyiyle çözme
ve aşma konusunda yetersiz kalabiliriz. Şeytan asırlar sonrasının insanının
psikolojisini bile okuyabiliyorsa, gerçekten bizim canımıza okuyabilecek güçlü
yeteneklere sahip demektir.
Bu tespit bir tespittir, düşmanı tanıma raporudur. Soyut
bilgidir. Bu bilgiyi gerçek yapma eyleme dönüştürme yetki ve yeteneği sadece
insana verilmiştir. Ateş yakar. Bu, bir bilgidir. Ama elini sokarsan yakar, bu
da bir gerçek!..Şeytan da ateş olduğuna göre, ona elimizi de bilinçaltımızı da
kaptırmamaya çalışacağız. Zaten bu mücadele sonucu inkişaf edecek, cennete
ulaşacağız
Bu durumda, şeytanın bilinçaltımızda at koşturmasına,
hakimiyet kurmasına ve bilincimizi etkisi altına alarak günah eylemleri ne
yöneltmesine engel olabilmek için, bilinç ve bilgi gücünün yanında, dini inanç,
ibadet , dua ve güzel hizmet eden insanların dostluğuna başvurmak
gerekmektedir.
Bilinçaltı için şimdilik söylenebilecek son sözümüz, onun
bir fıtrat belirleme kimlik oluşturma merkezi gibi işlediği noktasında dır.
Açıklamalardan da bu anlaşılmaktadır. Bunun en çarpıcı örneği, yine kendi
bilinçaltımızla bizi vurmaya çalışan şeytandır. Bu kimlik oluşumunda, insanın
ikinci fıtrat kazanmasında en etkili sebep, belli inanç, duygu, düşünce ve
davranış biçimini ruhunda hissederek ka bullenmesi ve tekrarla alışkanlık haline
getirmesidir. Şeytanın kibirle kendi üstünlüğünü kabul etmesi ve kısır döngü
oluşturarak bunu kıyamete kadar sürecek bir isyan alışkanlığına döndürmesi
gibi..Benzer inat kimliğinin oluşmasını Ebu Lehep olayında da görmekteyiz. Hz.
Ademle Havva’da ise itaat, tövbe ve tevazu kimliği oluşmuştu…
Nefis şeytanın süflörü gibidir. Şeytan genellikle bilinç
ortasındaki hayali, bir ekran ve bilinçaltını bir sahne olarak kullanır ve
nefsi, Psikodramalarda olduğu gibi, yönetici olarak, burada sahnelediği, kendi
senaryolarını uygulamasını fısıldar. Buna karşı vicdan da güzel senaryoları
hatırlatmaya çalışır. İrade ve bilinç, anlık bir tereddüt geçirebilir. Vicdanın
melek tonlu suflesine kulak asmazsa, şeytanın bilinç piyasasına sürdüğü
oyunları nefisle beraber oynamak zorunda kalabilir.
Bilinçaltı, Nefsin dışa açık, beynelmilel irtibat bürosu,
görüntü, duygu ve düşünce kabul merkezi, diğer ifadeyle berzahı gibidir.
Bilinçaltı, nefsin lezzet deposuna, hayal de zevk sahnesine benzer. Nefis,
bunlardan sürekli ağzını tatlandıracak bir şeyler bekler. Şeytan, bu durumu iyi
bildiğinden, nefsin giriş panoları durumundaki bilinçaltı ve hayalle çok
ilgilenir. Devamlı abone bir müşteri gibi, bütün başvurularını ve ilanlarını en
cazip şekilde buraya bir ciğer gibi asar, pusuya yatar, avını bekler.
Önemli olan şey, bu proğramlamalara, bize sürekli
izlettirilmeye çalışılan görüntülere sahip çıkar, irademizle lezzet uğruna sık
sık düşünmeye devam edersek, bunları eyleme geçirme ihtimali yüksek olabilir.
Öte yandan bunlar, bilinçaltımıza iyice yerleşirler ve hayatımızın ilerleyen
yıllarında hortlamasalar da, ölüm sonrası biliniçaltı defterimize kaydolan her
şey berzahta bize seyrettirilir. Ya acı ya da lezzet verir.
Burda güzel şeyler düşünen berzahda çok gülümser.Özellikle
çocuklarımız, bilinçaltı beslenme yaşlarında (1-10) güzel hayallerle, duygu ve
düşüncelerle bu berzah dünyasına hazırlanmalıdır. Bu aynı zamanda onların,
dünyada da ruhsal bütünlüğe sahip olacakları, gülümseyecekleri, sağlıklı bir
gelişim gösterecekleri anlamına da gelmektedir. Çünkü en kapsamlı berzah
hayatına zaten hazır lanmışlardır. Büyük operasyonlara katılan komandonun basit
olaylara müdahalesi kolay olur.
Bilinçaltı eğitimi, nefsimizi kontrol altında tutmada ve
duygusal ve düşünsel problemlerimizi halletmede, etkili bir yarar sağlar. Ve
berzah hayatının beynimizdeki minyatür bir modeli sayılan şuuraltını, berzaha
hazırlamış olur.
Bilinçaltı nefsin, nefis de şeytanın arka bahçesi gibidir.
Bilincimizden ayrı adeta kurtarılmış bir bölgedir burası. Şeytanın benim
insandan büyük payım var dediği ( 4/118) yer burası olsa gerektir.Şeytanın ve
nefsin hoşuna giden duygu ve düşüncelerin at koşturduğu meraya benzer, zevkler
burda cirit atarlar. Aynı zamanda sık sık, bir Zeliha gibi şuh bir eda ile
bilince laf da atarlar görüntülü mesaj da çekerler. Kimi zaman da, tebdil-i
kıyafet içeri sızmaya çalışırlar. Bazen de özellikle şeytan, bomba tesiri
yapacak manyetik olumsuz dalgalar gönderir; panik yaratır, anksiyete eder,
depresyona sokar, şizofreniye kapı aralar, insanı ruh=nefis hastası yaparak
Allah’a sağlıklı bir kulluk yapmasının önüne geçmeye çalışır..
İrademiz (Akıl) ve vicdanımız (Kalp) bilinç kapısında
bekleyen iki muhafızımızdır. İnançlarımıza, bilgi ve kültürümüze ters düşen
olumsuz ses ve görüntüleri kontrole tabi tutarlar, parola sorarlar, sansür
uygularlar, bilincin onları bastırarak geri çevirmesini sağlarlar. Nefis şayet
şeytanla güçlü bir işbirliği içinde hareket ediyorsa, bu nöbetçileri uyutup,
susturup gizli ve zararlı güçlerin bilince sızmasına ve insanı kötü eylemlere
sürüklemesine sebebiyet verebilir.
Bilinçaltında bir şeytan etkisi fikri kabul görmeyebilir.
Oysa bilinçaltımıza olmasa bile şeytan olgusu insanımızın diline yerleşmiş, en
azından duygu ve düşüncelerin ifadelendirilmesinde bir ölçü olmuştur: “Şeytan
gibi adam!”, ‘Şeytan tüyü’, “Aklına bir şeytanlık geldi”, “Yüzünü şeytan
görsün!”, özellikle de “Şeytana uymak!” ,”Şeytanca düşünmek!” gibi…Böyle bir
görüşü kabul etmeyenler, somut olarak dini güzellikleri yaşayan insanlarla,
somut olarak “Ego!” hastası olmuş, zevklerinin peşinde koşan, kötülük yapan
insanların olumlu ve olumsuz duygu, düşünce ve somut davranış biçimlerini
gözden geçirmeli, karşılaştırmalar yapmalıdır. Bir de somut bir kitap olarak
Kur’an’da geçen şeytandan Allah’a sığınmanın ne olduğunu araştırmalıdırlar.
Nefis tıpkı ölü ama potansiyeli olan bir arazi gibidir. Kim
girer ihya ederse, onun malı gibi olur. Bir arap atasözünde denildiği gibi, bir
vadi boş sahipsiz kalırsa, (aslanlar uyurken) tilki gelir orda vali olur. Diğer
bir örnekle, milletler muvazenesinde müslümanlar, islamı temsil ve ciddi
çalışma konusunda, terazinin kefelerini boş bırakırlarsa, başka dünyalar hafif
ağırlıklarla terazide ağır basarlar. Ağır basarlar çünkü tek taraflı ve boşa
ağır basarlar. Alternatifleri olmadığı için ağır basarlar. Kendi zeki ve
yetenekli gençlerimize sahip çıkmaz, önlerine eğitim-öğretim imkanları
hazırlamazsak, bu amaçla dünyanın dört bir yanına açılmazsak, başka dünyalar,
yıllardır yaptık ları gibi, bu kefeye hep hafif ağırlık koyacaklar,
hafiflikleriyle ağır görünecekler, kendi çocuklarımızı, kendilerine göre
yetiştireceklerdir.
Bu nefis kefeleri için de geçerlidir. Biz irademizle,
vicdanımızla, aklımız ve kalbimizle nefsimize sahip çıkmaz, inanç, bilgi,
Aydınlık dostlar edinmez, hayırlı işlerde koşma gücüyle terbiye etmezsek,
şeytan onu kesinlikle boş bırakmayacak ve boşa ağır basarak, nefis tarlasına
istediği tohumları ekecek, bunu çeşitli kötülükler ve ruhsal hastalıklar olarak
biçecektir.
<span style="color:#ff0000;"><strong>KORKU</strong></span>
Korkular, insan ruhunu hapseden parmaklıklar
İnsanın doğumuyla birlikte gelen ve çocukla beraber
gelişerek kendini ilk olarak gösteren duygular iki yönde gelişim gösterir. İçe
yöneliş, Dışa yöneliş. Korku ve üzüntü daha çok insanın iç dünyasında
ağırlığını hissettirirken, öfke ve kibir dışa dönük bir yansıma gösterir.
Korku ve üzüntüde içsellik, derinlik vardır, genellikle
riyası, yapmacığı olmaz. Öfke ve kibir ise daha ziyade dışa taşarak görün tü
verir, yüzeyseldir.
Korku ve üzüntüde süreklilik söz konusudur, beşikten mezara
kadar, hatta ölüm ve sonrasında da insanı etkisi altında tutar. Öf ke ve kibir
ise anlıktır ya da belli bir süreyi kapsar. Yaşlı insanda korku ve üzüntü
olabilir ama o güçte kibirlenebileceği düşünülmez.
Korku ve üzüntü, olumlu pek çok duygu ve yeteneği bloke
edebilir, köreltebilir hatta öldürebilir. Sevgi gibi en temel ihtiyacımızı yok
edebilir.
Önemlisi de korku ve üzüntü, insan karakterinin oluşumunda
son derece etkilidir. Çocuk yaşta insanı etkiler ve hayat boyu bunların etkisi
hissedilir, hatırlanır. Olumsuz pek çok alışkanlıklara da zemin hazırlayabilir.
Bu gibi sebeplerle Kur’an’da sıkça ele alınan Korku ve
Üzüntüyü ilk maddeler olarak işlemeyi uygun buluyoruz.
Mahiyetimizde bulunan bu duygu, kontrol altında tutulur
yerinde ve dozajında kullanılırsa insan için nimet sayılır. Özellikle ken
dimizi tehlikelere karşı korumamız ve tedbir almamız açısından son derece
yararlı hatta gerekli olan bir duygudur. Tehlikenin ve zararın ne olduğunu
bilemediği dönemler de çocuklarımız, ilk birkaç deneyimden sonra bu duyguyu
kolayca öğrenirler. Yanan sobaya dokun muşsa bir daha denemez, havlayan köpek
zamanla korkulacak bir varlığa dönüşür. Anne babanın tepkilerine göre de
korkmayı, ağla mayı, sevinmeyi, gülmeyi öğrenmiş olur.
Günlük yaşamda kullandığımız korkuların başında gelen “Allah
korkusu!” kavramı sıkça tekrar edilir. Fakat bir taraftan bunun ne anlama
geldiğini, insanın neler hissetmesi gerektiğini tam çözemeyiz. Diğer taraftan
da çocukluğumuzdan beri bilinçaltımız, aile ve çevremiz tarafından
yerleştirilen korkuların, yoğun işgal ve istilasına uğramıştır.
Ayrıca ekonomik durumlar, yaşam tarzı özentileri, aile
sorunları gibi engelleyici olgular, Allah ve ahiret korkusunu hissetmek için
nefes alacak bir boşluk bırakmamaktadır. Buna bağlı olarak neslimiz, belli bir
kısmı itibariyle, günahlara, insana ve topluma zarar veren suçlara belli oranda
da olsa a- çık hale gelmiş bulunmaktadır. Kısaca dünya korkuları ukbâ
korkularını kamufle etmiş sayılabilir.
Korkuların bir kısmı doğamızda bulunmakla birlikte, çocuk
dönemde bilinçaltımıza yerleştirilen programlar sayesinde bir ömür boyu bu
duygulardan etkilenme de söz konusu olabilir. Kişisel gelişimle ilgili çoğu
kitapta, patern değiştirme, iç temsil yöntemi, swish modeli ya da psikodrama
gibi zihinsel ve duygusal işlemlerle bu eski filim şeritlerinin ve
programlamanın değiştirilebileceği üzerinde du rulur.
İnsanın yararına olan her çalışmadan yararlanmak güzeldir
şüphesiz. Ne var ki biz, en son ve en mükemmel bir Kitap’ın sâlik leri olarak
kendi vicdan kültürümüzü yaşamak, korku duygusunu, daima her şeyin gerçeğini,
hakikatini söylediğini söyleyen (Sa’d, 38/84) Cenab-ı Hakkın kelamına bakarak
anlamak ve yaşamak isteriz. Psikoloji ilminin, yani insan aklının her araştırmasının
sunduğu gerçeklere de kapalı kalamayız; onları kendi kültür imbiğimizden
geçirir, her insan gibi istifade etmeye çalışırız. Nitekim yer yer benzer
tavsiyeleri biz de yapmaktayız. Hatta bazen Psikolojik yaklaşımların Kuran
tavsiyeleriyle bire bir örtüştüğüne şahit oluyoruz.
Söz gelimi Borderline bir kişilik bozukluğu tanımıdır.
Tutarsızca yoğun duygular arası gelip gitme demektir ve bize Kur’an’da sa dece
bir kere geçen şu ayeti hatırlatmaktadır: “Müzebzebîne beyne zâlik”, “İki duygu
arası durmadan gelip giderler!”(4/143). Tabi Kur’ an duyguları ele alırken,
temel sebeplerini ve çözümlerini de dolaylı anlatımlarla vererek ele alır.
Ayet, tavsiye edilen güzel duygulara, inanç ve ibadete yönelmek durumunda
bırakılan isteksiz bir insanın, inanç ve ahlaki konuda özgürlük isteyen çıkarcı
Egosuyla yaşadığı iç çatışmayı bize anlatır.
Korku konusunda da, Kur’an bize “Güzel Korku” ve “Hiç korku
ve üzüntü duymama!” diyebileceğimiz önemli alternatif korku tedavisi
sunmaktadır. Sıkça geçen bir ayet, bilincimize, bütün korkularımızı gölgede
bırakacak müthiş bir olumlu enerji yüklemektedir.
Cennet korku ve üzüntü yeri değildir. Cennetten inip, dünya
korku ve üzüntüleriyle yüzleşme durumunda kalan insanoğluna verilen ilk ilahî
mesaj şöyledir: “Cennetten inin! Benden gelen hidayete uygun davranırsanız bir
korku ve üzüntü hissetmeyeceksiniz!” (2/38). Başka ayetler de bu hidayeti,
Kur’an, Peygamber, iman, ilim, ibadet, salih amel, istikamet, ihsan gibi
kavramlara sahip çıkmak ve yaşamak olarak açıklar.
<span style="color:#ff0000;"><strong>
1-KUR’AN’DA KORKU</strong></span>
Korku, Kur’an’da en sık geçen iki duygudan birisidir. Ve
farklı yöntemlerle insanın bu temel duygusu harekete geçirilir, işletilmesi
istenir.
Korku duygusu öncelikle insanî bir duygu olarak kabul edilir
ve bu konuda Peygamberlerden çokça örnek vardır. Örneğin Hz. Musa ilk kez
elindeki asâsını atıp yılan olduğunu görünce korkmuş, ürkerek geri çekilmiş,
Allah da korkma sen üstün geleceksin deyip teselli etmiş, Allah karşısında
Peygamberin korkmayacağı konusunda uyarmıştır ( 20/67-68, 27/10) Yakup
Peygamber, Yusuf’u kur dun kapabileceği konusundaki korkusunu dile getirir
(12/13).
İnanan insanlar için ahirette korku ve üzüntü olmayacağı
sıkça vurgulanır. Dünyada iman eden, farzları eda eden, ameli salih yapan,
istikamet içinde yaşayan muhsinlerin, kimseden korkusunun olmayacağı
(2/277/48), insanlardan değil sadece Allah’tan (2/150;5/3,44;9/13) ahiret
gününden (2/48,123,281;22/1) cehennemden (1/24; 3/131) günahlardan (3/76)
korkulması gerektiği ısrarla ifa de edilir.
Kur’an’da korku anlamını da taşıyan “Takva” kelimesi,
Allah’tan ve azabından sakınmak, farzları yapıp büyük günahları terk et mek,
kalbi sadece Allah’a verip her şeyi atmak anlamında kullanılmış, özlü ifadesini
“Şeaire tazim-Allah’ın her hükmüne saygı kalplerin takvasındandır” (22/32)
ayetinde bulmuştur.
Bu, Allah’ın Kur’an’daki hükümleri olduğu kadar, kainattaki
kanunlarını, psikolojik ve sosyolojik yasalarını da içermektedir. Bu na göre,
Kur’an’ın emir ve yasaklarına aykırı davranmaktan nasıl korkuyorsak, doğadaki
Allah kanunlarına riayet konusunda da öyle hassas davranmamız gerekmektedir.
İnsanın duygu ve düşünce dünyasını ilgilendiren psikolojik durum prensiplerine
de aynı derecede önem verilmeli, evrende cereyan eden terbiye prensiplerine uyum
içinde, insana da duygu ve düşünce yönetim eğitimi verilmelidir. İnsa nımız,
korkusunu, üzüntüsü, öfkesini ve diğer duygu ve düşüncelerini denetlemesini ve
yönetmesini çok iyi bilmelidir.
Allah katında insanın en şerefli yüksek değere ulaşması
demek olan takva (49/13), başta korku, üzüntü ve öfkeden ibaret bu üç temel
duygu olmak üzere, bütün duygu, düşünce ve davranışlarımızın, O’nun hoşnut
olacağı kıvama gelmesine de güzel bir isim ola bilir. Ve böyle bir takvayı
elbise yapıp (7/26) üzerimize vasıf olarak geçirirsek, son derece besleyici bir
gıda gibi (2/197) aklımıza ve kal bimize yedirirsek, korku başta olmak üzere
aşamayacağımız hiç bir olumsuz duygu ve düşünce engeli kalmayacak demektir.
Korku, üzüntü ve öfke cennete ait değil cehenneme ve cehennemliklere
özgü üç baskın duygu olduğundan, inanmış kulların bunlardan uzak kalacakları
çok ayette belirtilir. İnsan ebedi hayatını bu dünyada oluşturacağına göre,
önemli bir savaşta öncelikle üç stratejik tepeyi ele geçirme gibi, bu üç
duyguyu yönetme becerisini elde edebilirsek, çok duygumuza rahatlıkla söz
geçirebilir güzel dü şüncelere sahip olabiliriz. Bu yüzden çalışmamızı bu temel
üç duygu ve düşünce karakteriyle sınırlı tutmak istiyoruz: Korku, üzüntü ve
öfke…
Bütün korkulardan kurtulmanın en güzel yolu, sabır konusunda
olduğu gibi korkuyu fobiler halinde, sağa sola dağıtmamak, sa dece Allah’a
yöneltmek (2/150), korkuyu bir kamçı yaparak, saygıya dönüştürerek, Allah’ın
Merhametine yönelmektir. Ayrıca korku konusunu iyi incelemek, o konuya başka
bakış açılarından bakabilmek, olumlu yanlarını görebilmektir. Öte yandan da
korkulacak konu nun hiç de korkuya değer olmadığını kavramaktır.
Korkuya sebep olan perde arkası duygu ve düşünceleri
belirlemek, onları ortadan kaldıracak psikiyatrik yardım almak da her zaman
geçerlidir.
Kalbin zümrüt tepelerinde korku üç yönüyle ele alınmaktadır.
Birincisi, imanlı olmanın gereği olan korku (3/175), ikincisi ilim bu udlu
korku(35/”8) üçüncüsü de marifet mertebesindeki korkudur (3/28).
<span style="color:#ff0000;"><strong>
2-KORKU BUR İMTİHAN VESİLESİDİR</strong></span>
“Sizi, biraz korku ve açlıkla, mallardan, canlardan ve
ürünlerden azaltmakla deneriz, sabredenleri müjdele” (2/155).
Öncelikle dünyada açlık, yoksulluk, hastalık ve ölüm gibi
korku da hayatımızın bir parçası olarak yaşanacaktır. Bunları sabırla
karşılamak gerekmektedir.
Ayette dikkat çeken husus, korkunun diğer konularla da
irtibatının olmasıdır. Yani biz farklı korkular yaşadığımız gibi, açlık kor
kusu, yoksulluk korkusu ve ölüm korkusu da yaşarız. Bir ayette açlık
korkusundan evlatlarınız öldürmeyin denir (17/31). Bir ayette fa kirlik
korkusundan söz edilir (9/28).
Gök gürültüsü ve yıldırımdan etkilenerek kulaklarını
tıkayan, ölüm korkusu içindeki insan da anlatılır (2/19).
“Mal ve can”, insanın iki ana yaşam alanıdır. Biri diğerine
bağlıdır. İnsan mal ve para elde etmek için yaşadığı gibi, yaşamak için de
bunları kullanmak zorundadır. Bu sebeple bu iki alana gelecek zarar endişesi
insanın birinci korku sebebi olmaktadır. Korkunun kaynağı ya mala ya da cana
gelecek zarar olmaktadır. Doğal olarak can konusunda ilk akla gelen korku da
hastalık ve ölüm kor kusudur. Hissedilen diğer bütün korkular bu can ve mal
korkusu dairesi içinde değerlendirilebilir.
Ayette tamamen yok etme, tamamını alma şeklinde değil,
“Azaltma” şeklinde bir ifade kullanılıyor. Yani malımız da canımız da esas
itibariyle yine elimizde bulunmaktadır. Bu sebeple korkunun, insanı yıkacak
derecede yoğun bir duygu olarak yaşanması doğ ru değildir. Çünkü az da olsa
malı çoğaltmak mümkündür. Bütün mal elden gitmiş gibi panik yapmak, ortada
olmayan yok bir şey için boşuna psikolojik rahatsızlık çekmek demektir.
Hastalık konusu üzerinde yer yer durulmuştur. Sağlığın
değerinin anlaşılması, insanın günahlardan çekilmesi ve korunması, ruhunun olgunlaşması,
sevap kazanması gibi farklı yönlerden incelenebilir.
“Ölüm” olayına gelince, eğer çevremizdeki insanlardan biri
alınmak süretiyle candan azaltma söz konusuysa, bu ölüm korku sunu değil ölüm
acısını gerekli kılar. İnsan olarak üzülür ağlarız, isyankarlığa girmeden,
ruhsal durumumuza zarar vermeyecek şekil de elem çeker gözyaşı dökeriz fakat
üzüntümüzü kontrol altına alıp, devam eden hayat içindeki sorumluluklarımıza
yine döneriz.
Şayet bu “Candan noksanlaştırma” da konu biz isek, korku
çekmek yine yersizdir. Çünkü ölmemişim ki!..Ölümün bana ne za man geleceğini
bilemediğime göre, ortada olmayan bir şey için korkmam akıllıca değil! Ölmüşsem
zaten korku çekmeme gerek kalma yacak, olay gerçekleşmiş ve bizzat ruh aleminde
yaşıyor olacağım. Hastalık gibi bedensel bir rahatsızlık söz konusuysa, tedavi
yolları na başvurulur ve sağlığımıza dikkat edilir. Şayet vücudumuz sağlıklı
olduğu halde ölüm korkusu yaşıyorsak bir psikiyatriste başvurmak, bunun yanında
da kalbimizi ve zihnimizi sağlıklı bilgilerle aydınlatacak kitaplar okumak ve
hayata bağlı temiz arkadaşlar edinmek ge rekir.
Yine ayette “Deneriz” ifadesi fark ediliyor.”Sürekli can ve
mal korkusu içine atarız, mahkum ederiz” denmiyor. Deneme, daima geçici bir
süreci ifade eder. Bir noktaya dikkat çekilmiş oluyor: Bize geçici olarak
verilen bu can, mal ya da başka bir korkuyu, yanlış yak laşımlarla kendimize
dert haline getirip sürekli bir psikolojik hastalığa dönüştürmek doğru
değildir. Deneme geçicidir, kendi elimizle geçi ci bu sıkıntıyı kalıcı hale
getirmemeliyiz. Zaten ayetin devamı da bir müjdeden bahsediyor ki bu, hem
sabretmenin gelecek bir ödülü hem de geçmişteki sıkıntının bitişi olarak
anlaşılabilir.
“Biraz korku” kavramı da bir kolaylık ve rahatlık
sağlamaktadır. Allah kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemez (2/286). Herkes ne
kadar korkuyu kaldırabiliyorsa, mal ve canla ilgili olarak, bünyeye göre ilaç
verme gibi, o oranda korku imtihanına tabi tutulmaktadır. Hem az, hem azaltarak
hem de geçici olarak verilen hangi korku olursa olsun, normal yapıdaki her
insan sabır gücüyle bunun üstesin den rahatlıkla gelebilir.
Bu gerçeğe uygun olarak ayet, bunlara sabredenleri müjdele
diyor; sanki sabretmiş ve ödülü hak etmiş gibi muamele yapı yor. Değişik
ifadesiyle Allah hangi korku ve bela verilirse verilsin, onun arkasında mutlaka
bir sabır ödülü hazır beklemektedir. Demek ki her korku sabırla alt edilebilir.
Bu konuda korku duygu ve düşüncesini disipline etme, denetim
altına alma ve yönetme becerisini kazanmak için çaba sarf et mek de bizim
görevimiz olmalıdır. Büyük, zengin, bilgin bir kişiye gidip, “Ne olur biraz
himmet!” diye yalvarsanız, bilgeliğiyle size şöyle cevap verecektir: “Yavrum
biraz gayret!”
Bir sonraki ayet bize bu gayret enerjisini ve duygu ve
düşüncemizi tamamiyle etkileyebilecek görüş açısını da hediye etmek tedir.
Korku içinde olan insan demelidir ki:
“Biz Allah’dan geldik ve yine O’na döneceğiz”(2/156)
Buruda geldiğimiz yerle gideceğimiz yere vurgu yapılıyor. Şu
an bulunduğumuz yer zikredilmiyor. Gerçekten şu korkuları bize yaşatan dünya
hayatının; ezelî ve ebedî, öncesizlik ve sonrasızlık filim şeritleri içindeki
bir karelik görüntüsüne baktığımızda, bahse ko nu edilmesinin gerekmediği
gerçeğini daha iyi kavrayabiliriz. Ruhumuz sonsuz bir alem görmüş ve gelecekte
de görecek. Burda gördü ğü ise, çürümeye doğru giden beden gözüyle bir kaç göz
kırpma süresinde gördüğü gelip gidici görüntülerden ibaret. Böyle evrenler ça
pında zaman üstü olan bir ruha, bir noktacık geçici dünyadaki hayalî korkuları
yüklemek ve gerçekmiş gibi acı çektirmek akıl kârı değil. Ona korku
tattırılacaksa hiç olmazsa, çapına ve kariyerine uygun anlamlı hüzün ve
tedirginlikler yaşatmalıdır.
Tıpkı sevgi duygusu gibi…Sonsuz aşk ve sevgi için yaratılmış
kalbimizi Allah sevgisi ile doldurup, sevilecek bütün varlıkları O’nun
muhabbeti namına sevmek gerekir. Bunun gibi, dünyanın küçük ve kuruntu bir kaç
korkusuyla hırpaladığımız kalbimizi ve beyni mizi, aslında korku yerine,
şaşkınlık içeren müthiş saygıya dönüştürerek Allah’a yöneltmek lazımdır.
“Allah’dan geldik O’na döneceğiz!” düşüncesi bize bunu sağlıyor, korkularımızın
tamamını, bizi korkulardan uzak tutacak Rabbimize yönlendiriyor.
Dönüp arkamıza bakıyoruz, uzun geçmişimiz, geldiğimiz yer
çok sağlam ve aydınlık…Önümüze, geleceğimize bakıyoruz, gideceğimiz yer de son
derece güçlü ve ışık dolu…Sonsuz kudret ve güzellik sahibi Yaratıcımızı
düşünüyoruz. “Madem O var, her şeyde O’nun gü cü” var deyip, korkularımızı ona,
gerçek Sahibimize havale ediyoruz. Yoksa bir gemide olduğu halde sırtındaki
yükü yere bırakmayan in sanın durumuna düşmüş, bütün dünya korkularının altında
ezilmiş oluruz.
Korkulara böyle son derece etkili bir merci ve sahip
bulamazsak, sahipsiz kalan bütün korkular, arılar gibi gelir başımıza üşü
şürler ve ruhumuz da büyük yaralar oluştururlar.. Böylece iman, bizi geçmişin
acılarından olduğu kadar, şimdinin ve geleceğin korkula rından da uzak tutmuş,
huzur vermiş oluyor. “Biz Allah’dan geldik” demekle, başıboş sahipsiz
olmadığımızı bütün korkularımıza haykırmış oluyoruz. “Korku avcısı! beni
kendine av yapamayacaksın!” demiş oluyoruz. “O’na döneceğiz!” demekle,
“Rabbimin huzuruna inanç dolu ve ibadet aydınlığıyla terte miz gideceğim, sen
benim nurlanmış kalbimi, ışık yüklenmiş beynimi korkularınla karartamazsın,
lekeni süremezsin!” demiş oluyoruz. Kainatı çınlattıran bu iç feryatlarımız
karşısında korkularımız, kaçacak delik arayacaktır. Siz isterseniz, bastıran
bir korku karşısında, bunları düşünür ve bir “Hey!” de çekebilirsiniz!..
İşte korku imtihanı bu demektir. Acizliğimizi anlayıp
Allah’dan güç istediğimiz, fakirliğimizi fark edip zenginliğinden beklediği
miz, ihtiyaçlarımızı dualarımızla hep ona açtığımız gibi, korkularımızdan O’na,
O’nun güven verici Rahmân, Rahîm, Mü’min, Müheymin, Metîn isimlerine sığınmak
demektir. O’nun ünsiyetinin ve sekînesinin olduğu yerde korku ve endişeden eser
kalmayacaktır. Hatta bütün korkular, Allah Allah korkusundan korkmaya
başlayacaklardır.
Şeytan baş düşmanımız (6/142, 12/5) ve korkularımızın da baş
körükleyicisidir (2/268, 3/170). Allah, şeytandan değil (3/170), insanlardan da
değil (5/44) benden korkun der. Şeytan bile, hiç bir şeyden korkmazken ve bize
korku pompalarken Allah’dan kork tuğunu itiraf eder (3/48). Demek ki ister
şeytandan, ister insanlardan, isterse kainatla ilgili bir olaydan gelmiş olsun,
bütün korkularımızı gideren tek korku Allah korkusudur.
Bütün korkular insana endişe, kaygı, üzüntü ve acı
verebilir. Allah korkusu ise insana huzur, güven ve güç veren tek korkudur.
Sevilecek, benimsenecek tek korku Allah korkusudur. Allah
korkusun adına duyulan korkular da, övülesi korkulardır. Allah kor kusunun
hakim olduğu durumlarda beşerî ve dünyevî hiç bir korku insanı etki altına
alamaz. Psikolojisini bozamaz.
<span style="color:#ff0000;"><strong>
3-KORKU, İNSANIN EĞİTİLMESİNDE ÖNEMLİ BİR FAKTÖRDÜR</strong></span>
Basit olarak kendimizi ve korku hallerimizi düşünelim. Ufak
yaşlardan itibaren karşı karşıya kaldığımız, pek çok kötülük ve gü nah
karşısında bu duygunun engellemesiyle bir korunma altına alınmışızdır. Anne
baba, öğretmen, polis korkusu, normal şartlarda işle yebileceğimiz olumsuz
davranışlara karşı bir engelleme görevi görmüş, içimizde oluşan korku hissi
bizi suçlara yönelmekten vazgeçirmiştir.
Yasaklamaların, tehdid ve ceza ile insanın özellikle
çocukların korkutulmasının, suça daha çok yönelteceği konusundaki görüşler
tutarlı değildir. Öncelikle olumlu ciddi eğitimin olduğu yerde, zaten büyük
çapta korkutmaya ve cezaî müeyyidelere ihtiyaç kalmayacaktır. Ve
Peygamberimizin “Kolaylaştırın zorlaştırmayın, müjdeleyin nefret ettirmeyin!” sözünü
bilmeyen yok gibidir. Kur’an, sürekli güzel nasihattan ve sözden de söz eder.
Oysa korku ve cezanın olmadığı yerde, çoğu insan, sınır
tanımayan bir serbestliğin olmasını iştahla bekleyen nefsin arzularına uyacak
ve az-dıkça azacaktır. Dinî ve kanunî bütün yasaklamalara rağmen, günümüzde
yaygın biçimde işlenen suçlar ve günahlar bunun kanıtıdır. Hiç bir akıllı
insan, toplum ve devlet, cezasız ve sınırsız özgürlüğü savunmaz. Hatta batı
dünyasının ceza uygulamalarındaki ağır disiplininden bile söz edilir.
İnsanın terbiye edilmesinde Kur’an’ın, psikolojik etki
yapacak şekilde, insanlığın ortak duygusu olan korku imajını kullandığını
görüyoruz. Ayetlerde çoğunlukla kötü davranışlar belirlenir ve ahirette
karşılaşılacak durumlarla uyarı yapılır. Öte yandan güzel ameller ve sonucu
olan cennetle müjdeleyerek bir denge sağlanır (74/11-56). (Geniş bilgi için
Bknz: Kur’an’da Psikolojik ikna, s:86-124,Yard.Doç.Dr.Hayati Aydın, Timaş
Y.,İst/2002).
Ayetler, insanın korku duygusunun harekete geçirilmesi
adına, bütünlük içinde bütün duygu ve düşüncelerini etkileyecek farklı olayları
konu eder. İnkar ve işlenen günahlar sonucu, insanı, dünyada başına gelebilecek
bela ve musibetlerle, açlıkla, geçim sıkıntısıyla uyarır(20/124).
Azgınlıkları, taşkınlıkları ve bozgunculukları sonucu geçmiş
milletlerin başına gelen felaketleri hatırlatarak ibret verir,
etkiler(30/41;35/43;71/10-12; 89/6-14).
Kıyamet konusunda doğada meydana gelecek müthiş
değişikliklerle ve o andaki insanın olaylar karşısındaki korkunç durumuyla
insanın duygularını harekete geçirir(78/18/30; 89/21-26).
Cehennem tasvirleriyle insanların hayallerinde en çok acı
verici görüntüleri canlandırır( 26/88-103; 36/36-37; 43/74-77; 56/41-44).
Korku duygusunun insan davranışlarını etkileyebilmesi için,
vicdanının harekete geçirilmesi, kalbinin duyarlı hale gelmesi; bu sebeple de
duygu ve düşüncelerinin uyarılması gerekir. Duyular ise bunu sağlamada en
önemli vasıtalardır. Bu sebeple Kur’an, bir taraftan gezip, görüp ibret almayı
ister(16/36; 47/10; 65/8-10). Bu eski toplumların kalıntıları olabileceği gibi,
mezarlıkların ve hastanele rin ziyareti şeklinde de olabilir. Sigara
alışkanlığı olan insanı, sigara yüzün den ciğer, gırtlak veya dudak kanseri
olmuş ya da ayakları kesilmiş insanların, hatta resimlerinin gösterilmesi daha
çok etkileyecektir. Trafik kazalarının gösterilmesi de benzer etkiyi yapabilir.
Korku duygusunun, Allah’a ve ahiretteki akibete
yoğunlaştırılması, paranoya gibi psikolojik hastalıkların oluşmasını
engellemede ya da tedavisinde önemli rol oynayabilir. Peygamberde bile
görülebilen korku hissinin etkisi altına almayacağı hiç bir insan yoktur.
Sadece Allah korkusudur ki dikeni görülen ama goncasını da
taşıyan gül gibidir ve celalin yanında cemali de taşır.
Bütün korkulardan emin kılacak olan, o korkuları insana
veren Allah olabilir. Allah nimetlerin sahibi olduğu gibi korkuların ve korku
hisseden duygularımızın ve ruhumuzun da tek sahibidir.
Biyolojik ya da psikolojik rahatsızlıklarımızda tabiplere
başvurduğumuz gibi, hangi çeşit olursa olsun dünyalık bütün korkuları mızın,
esas ve kalıcı tedavi adresi Rabbimiz olmalıdır.
Korkularımız, aysbergler kadar iri cüsseli de olsalar, O’nun
“Emîn” isminin enginliği içinde eriyivereceğini ve içimize huzur dolacağını
düşünmeliyiz.
Dünyalık korkular, korku üretir ve insana mutluluk sunmaz
acı verir, hayatı zehir de edebilir. Korkuyla ana kucağına, sığınan yavrunun
orda sıcak bir sevgi, şefkat, huzur ve güven bulması gibi, bütün korkuların tek
terapisi ve ilacı en başta Allah korkusudur denebilir.
cYalnızlık korkusu insanı ya olumsuz ve günah olan yalancı
mutluluk arayışlarına iter ya da psikolojik hasta yapabilir. Korkuları yenmede
en esaslı bir yöntem, yalnızlıktan gerçekten korkmak, korku yüklü korkusuz
insanlarla kol kola hizmetlerde koşmaktır.
Korkularımızı aşmada üç çaplı ve çalımlı adım:
Namaz bir güven ve huzur duruşudur.
Dua bir güç ve moral duyuşudur.
Allah rızası adına insanlığa yararı olacak hizmetlerde koşan
insanlarla buluşmak, insanın ruhunda cemaat kuvvetini ve itminanı buluşudur…
<span style="color:#ff0000;"><strong>
4-KORKU ÜMİT İLE DENGELENMELİDİR</strong></span>
“Allah’dan korkarak ve Rahmetini ümid ederek dua
edin”(7/56), “Korku ve ümidle dua ve ibadet için yataklarından
kalkarlar”(32/16).
Herkes bilir ki “Allah korkusu” denince akla, tarihteki,
elinde kamçısı kölelere kırbaçla kürek çektiren ya da ceza veren zalim
insanların çizdiği korku imajı gelmemelidir. Allah Adil’dir, adaleti sağlar.
Celâl sıfatı vardır, Gadab gösterir, Zalimlere ceza da verir. Fakat zulüm
yapmayan ve kötülüklerden kaçan kullarına son derece merhametli ve şefkatlidir.
Hatta ölünceye kadar açık tuttuğu tevbe kapısına kim gelirse gelsin affetmeye
hazır olduğunu kendi belirtmektedir. Peygamberimizi öldürmek için hareket eden
niceleri sahabi olmuştur. Firavun gibi, Allah’a karşı rakip tanrı olarak çıkan
birisine bile Musa ve kardeşini gönderirken, yumuşak söyleyin belki düşünür ve
korku hisseder de imana gelir demiştir (20/44).
Allah korkusunu, ona karşı saygılı olma, sevgisinden mahrum
kalma endişesi duyma şeklinde anlamak daha doğru olur. Anne şefkati ve hiddeti
buna güzel örnek olabilir. Öpülesi çatık kaşlarını çok görmüşüzdür, güller
değesi pamuk elleri bedenimizde acı hatıra bırakmıştır belki! Kimimizin yüzü
gül tutası ana ellerine dart tahtası olmuştur kim bilir! Yaramazlıklarımız çok
olmuştur, ama yeri gelince “Anneciğim!” deyip şefkatli kucağına sığınmışızdır,
Allah analardan çok şefkatli ve merhametlidir. Kullarının cehenneme gitmesini
asla istemez. İnsan acizliği ve fakirliği içinde Allah’a halini açtığında da
O’ndan duyduğu korkunun aslında manevi bir lezzet vasıtası olduğunu
hissedebilir. Allah’a karşı zaafı ve fakrıyla fahr eder, övünür bile!..
Ne var ki inkarcıların mahşerde, kalpleri patlarcasına
korkacaklarından, ısırmaktan parçaladıkları dudaklarının uçuklamasını
göremeyeceklerin den de kuşku olmamalıdır.
Ayetler korku duygu ve düşüncesi konusunda bize denge
kazandırmakta, “Ümid” den bahsederek orta yolu tavsiye etmektedir.
Allah korkusunda bir sınır olamayacağı düşünülebilir. Bu
noktada şu ayet böyle düşünenleri destekler: “Allah’dan O’na yaraşır şekilde
tam anlamıyla korkun!”(3/102). Bu ayet geldiğinde ciddi sarsılan, ibadete
yönelen Sahabiye arkadan gelen şu ayet , Allah korkusu konusunda büyük
düşünenlere de belli bir denge sağlamıştır: “Gücünüz yettiği kadar Allah’dan
korkun!”(64/16). Hz.Ömer’e isnad edilen bir söz, korku ümid arası dengesine
güzel bir örnek sayılabilir: “Yeryüzünde herkes cennete girse bir kişi
cehnenneme girmiş olsa, o kişinin ben olmamdan korkarım. Herkes cehenneme
gidecek bir kişi cennete gidecek dense, o kişinin de ben olmamı ümid ederim”…
Ne var ki her insanın kalbi ve Allah marifeti farklı
olduğundan, bu konuda da kesin bir çizgi koymak imkansızdır. Sözgelimi bilgi
Allah kültürünü arttırır, o oranda da hem muhabbetini hem de saygısını
geliştirir. Şu ayet buna işaret eder: “Allah’dan ancak ilim sahibi olan kulları
hakkıyla korkar, saygı duyar”(35/38). Bu korku-ümid dengesi Allah korkusu
konusunda istenmektedir. Günlük hayatı mız içinde yaşadığımız değişik korkular
için denge ve ölçünün belirlenmemesi düşünülemez.
Ayetlerde “Dua” kavramı geçiyor. Dua, bir duygu ve düşünce
yönelişidir. Korkular da tamamen duygu ve düşüncenin ürünü dür ya da besleyici
sidir. Dualarımızda nasıl bir taraftan cenneti istiyor diğer taraftan cehennemden
sakınıyorsak, korkularımızda da aynı yaklaşım biçimini uyguladığımız takdirde,
onlardan kurtulmamak için hiç bir sebep bulunmamaktadır. Bir psikolog ve
ilahiyatçı yardımı da alınabilir. Ancak mesele kendi kalbimizde ve beynimizde
çözüme ulaşmak zorunda olduğuna göre, şimdiden dualarımızı korkularımıza
uygulamaya başlayabiliriz. Ve şöyle diyebiliriz:
“Allahım! Korkuların en büyüğü senin korkundur, senden
korkuyorum, fakat senin bana gösterdiğin yolda aynı sınırsız ölçüde senden,
Rahmetinden de affımı ve cennetini ümit ediyorum. Rahmetinle beni kendi
korkundan emin kıldığın, muhabbetinle ve affedicili ğinle içimi rahatlattığın
gibi, şu geçici dünyanın birer oyun ve eğlencesi sayılan zevk ve lezzetleri
gibi, geçici dünyanın geçici basit evhamlı korkularından da beni güvende kıl,
içime huzur ve mutluluk ver!”
Aynı cümleleri kullanmanız gerekmez elbette! Gönlünüzü
hissettiği gibi konuşturmanız yeterlidir. Burada önemli olan Allah’tan
istediğinizde korku-ümit dengesini düşündüğünüz gibi, sadece korkularınıza
yoğunlaşmamak, denge getirmeye çalışmaktır. Yoksa bu, hem Allah’a karşı bir
itham olur hem de kendinizi korkuların esiri ve mutsuz bir hale getirmiş
olursunuz.
Korku ve ümidin en yoğun hissedilebileceği platform namazdır
ki ayet buna da işaret etmektedir. Ayakta ellerinizi bağlayıp bir hâkimin
karşısın da durmuş ya da duranları görmüşseniz, bunu daha iyi anlarsınız.
Fatiha süresinde temas edeceğiz. Bu süre tamamen korku ümit dengesinin
hissedilir, nerdeyse gözle görünür bir timsalidir. Anlamını düşünerek okuyan
insan, kendini mahşerde mizan önünde hesap verirken hüzün içinde düşündüğü
gibi, Allah’dan yardım istediğini belirterek, af ve cennet ümidiyle içinin
coştuğunu rahatlıkla hissedebilir.
Dikkat edin, camiden çıkan veya namazdan ayrılan insanların,
beden dilini çözmeye çalışın, uzmanları konuşturun; yüz haritalarını okutun;
hiç birinde ümitsizlik, korku, öfke, üzüntü, endişe, yılgınlık ; hele stres ve
depresyon belirtisi okuyamazsınız. Eli şişeli, iğneli, bıçaklı, sopalı, silahlı
ise hiç göremezsiniz! Korkularımızın tamamını yenmenin yolu: Korkuları
giderecek tek kuvvet olan, kainata meydan okutan Allah’a iman!..Namazla ve dua
ile sadece O’na sığınman!..
Yataklarınızdan kalkın!” şeklindeki ayet ifadesi de aslında
bazı şeyler anlatmaktadır. Korkan insan genellikle kaçar, uzaklaşır, siner,
büzülür, bir kenara çekilir, duygularının tamamına yakını pasifleşir, sanki
uyuyor gibidir, yani tam bir yataklık vak’a haline gelmiştir. Üzüntülü olan
hatta öfkeli olan insan bile benzer şeyleri hisseder. Burda bizden bir anlık
içine düştüğümüz bu hava boşluğunda sıkışıp kalmamamız öğütleniyor.
Gece uykudan kalkıp, ölmüş duruma geçmiş duygularımızı nasıl
canlandırıyor ve ibadetle bunları ulvîleştiriyorsak, korkunun korkuttuğu
güzelim duygularımızı yatırmanın, uyutmanın bize kazandıracağı hiç bir şey
yoktur, aksine kaybının olduğunda kuşku yoktur.
Ayet korku ve benzeri olumsuz duyguların bizi
pasifleştirmesini, etkisiz hale getirmesini istemiyor. Tatile girer gibi,
baskın duyguların tesiriyle bir köşeye sinmeyi, tembelleşmeyi, uyuşuk kalmayı
reddediyor. Korku mezarlığına yatar gibi ölüleşmemizin karşısında duruyor ve
“Kalk! Canlan!” diyor. “Şu korku toprağını üzerinden at!” Hangi askerî güç,
gelen düşman güçleri karşısında hemen teslim olmak ister. Korku insanın direncini
kıran bir hastalık tır. Hastalıkların tamamı direnç göstermeyenleri, çabuk
teslim olanları çabuk eritir…
Ayet aynı zamandı korku-ümid zıt duygu ve düşünce
karakterlerini bir araya getirmeyi öğretmektedir. Buna duygu ve düşünce
denetimi ve yönetimi eğitimi diyebiliriz. Normalde insan, aileden okuldan ve
çevreden belli bir eğitim almamışsa, tek bir duygu ve düşüncenin bile orta
yolda dengeli kullanımını uygulamakta zorlanabilir. Tablo halinde gösterdiğimiz
gibi, korku duygusunun yokluğu da aşırısı da insanı bir kısım psikolojik
hastalıklara yöneltir. Korkunun fazlası da yokluğu da zarar demektir.
Ümid, korku için gerçek anlam katıcı bir renk, canlılık
kazandıran bir maya gibi işlev görmektedir. Bu ve benzeri zıt duyguları
mükemmel şekil de yaşamak ve uygulamak zor değildir. Biraz gayretle öğrenilen
yabancı diller gibi, zihin yapımız ve ruhumuz, Allah’dan gelen bu tarz duygu ve
düşünce ölçülerine aç, zaten ilgi beklemektedir. Bu duyguları, netleştiren
billurlaştıran, bize örnek yaşam şekli haline getiren Peygamberimizin hayatı
bilinmeli, Kur’an’ı anlatan, yorumlayan sağlıklı eserler okunmalı, bunları
güzel şekilde temsil eden, aynı şuurdaki dostlarla sık sık beraber olunmalıdır.
<span
style="color:#ff0000;"><strong>5-GÖK GÜRÜLTÜSÜ KORKU DEĞİL,
BİR ÜMİT VE SEVİNÇ DEMEKTİR</strong></span>
“O, size korku ve ümid içinde şimşeği gösterir ve yağmur
dolu ağır bulutları meydana getirir”(13/12), “…size korku ve ümid vermek üzere
şimşeği gösteriyor, gökten su indirip ölümünden sonra arzı diriltiyor. Aklını
kullananlar için bunda dersler vardır” (30/24). “Gök gürültüsü Allah’ı hamd ve
tes-bih eder!” (13/13). Yazır, bu konuya geniş yer ayırır (1/221-229).
Korkuya, içe dönük duygu ve düşünce boyutuyla, ümid ve korku
dengesi açısından baktığımız gibi, dışa dönük olarak doğaya eşya ve hadiselere
bakarak da bir ölçü kazandırabiliriz. Bu aynı zamanda bilimsel bir bakış da
sayılabilir.
Aslında “Dinsel açıdan bilimsel açı dan!” gibi bir ayrım
doğru değildir.Çünkü bütün bilim dalları, insan ve evren varlıklarıyla ilgili
mevcut bilgilerin sistematik olarak ifade edilmesinden ibarettir. Evren ve
insan ise, Allah’ın var ettiği iki kitap olduğuna göre; bütün bilim dalları
Allah’ın varlıktaki sanat eserlerini anlatan birer dil olmaktadır. Bu sebeple
lezzet alan dilimizi de severiz, konuşan dilimizi de. Ruhumuza haz veren
kanarya-bülbül dillerini sevdiğimiz gibi, bütün bilim dillerini de öyle
severiz.
Gök gürültüsü konusunda da bilim diliyle Kur’an dilinin
aslında aynı gerçeği anlatan farklı diller olduğu görülecektir. Ve psikolojik rahatsızlıkların
giderilmesinde ikisinin el ve dil birliği yapması gereği bir kez daha ortaya
çıkmış olacaktır. İsterseniz şimşek ışığını vahye, gök gürültüsü sesini de
bilimlere benzetebilirsiniz. Bilim seslendirirken, Kur’an ışığıyla anlam
kazandırmalıdır. Bu da ümit-korku dengeli bakışı gibi, Din-Bilim dengeli görüşü
olmalıdır.
Gök gürültüsü hem tespih eder hem de aynı anda oluştuklarını
ifade eder. Bakar süresi 19′uncu ayette “Gök gürültüsü ve şimşek! ifadesi
geçmektedir. İki kelimeyi birleştiren “Vav” harfi bir arada olmayı ifade
eder.Bilim sel açıklama da bu merkezdedir. Elektrik yüklü iki bulut kümesi
kuvvetle çarpışır. Işıkla ses aynı anda oluşur. Saniyede üç yüz bin kilometre
hız yaptığı için önce ışık görülür. Üç yüz kırk kilometrelik hızı sebebiyle ses
sonradan duyulur.
Eğer ilk oluşum anında yıldırım oluşup insana çarpsa, sesini
duyma imkanı olmayacaktır. Sesini duyduğuna göre yıldırım çoktan düşmüş ve in
san tehlikeden kurtulmuş demektir. Bu durumda yürekleri hoplatan gök gürültüsü
aslında bir “Geçmiş olsun! Tehlike geçti müjdesi” sayılmalıdır. Korku geçmiş,
yerini ümit almış olmaktadır. Celal içinde cemal, hiddet içinde re’fet, öfke
içinde merhamet, korku içinde sevinç ortaya çıkmaktadır. Tabi buna, şimşek ve
gök gürültüsü kardeşliği içinde beraberce hamd ve tesbih etmeliyiz.
Liselilere sınıfta anlatılan bu konu, bir hafta sonra
kendiliğinden uygulamaya konulmuş, bir ders esnasında gök gürlemesi karşısında,
otomatik kurulmuş gibi öğrenciler bir ağızdan “Ole!..Gökte şenlik var!..” diye
bağırmışlar!..Kendi korkularını bastırmışlar. Fakat bu sefer, bağırdıkları
için,korkudan nerdeyse, öğretmenlerinin ödü patlayacakmış!..Durumu anlatınca:
“Bu yaşa kadar hep korkardım iyi ki anlattınız, artık ben de korku yerine
sevinç hisse deceğim!” ittirafını almışlardır. Görüldüğü gibi bazen küçük bir
bilgi bile büyük bazı korkuların giderilmesinde önemli rol oynamaktadır.
Ayetten anlaşıldığı gibi, şimşek yağmurun müjdesi olduğu
gibi, aynı zamanda korkunun ümide dönüşmesinde de aydınlatıcı bir rol
üstlenmektedir. Yağmur hayatın, bereketin, canlılığın ve mutluluğun simgesidir.
Korkumuzu simgeleyen gök gürültüsü, nasıl yağmur habercisi oluyorsa, korkumuz
da şimşek gibi ümit ve sevinç habercimiz olmalıdır. Korkumuzu, anlattığımız
olayda olduğu gibi daima ümide çevirebiliriz. O ümitle de hayat toprağımızda
canlanmalar olabilir, güzel duygu ve düşünce ürünleri oluşabilir. Korkumuzun,
ruh hastanesine yatırdığı pek çok duygumuza ilaç taşıyabiliriz.
<span
style="color:#ff0000;"><strong>6-HAYVANLARLA İLGİLİ
KORKULAR</strong></span>
“Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve iki kanadıyla uçan
kuşlardan ne varsa hepsi ancak sizin gibi birer ümmet-toplulukturlar. Biz,
Kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık. Rabbinize döndürüleceksiniz” (6/38)
“Ben benim de sizin de Rabbiniz olan Allah’a dayandım.
Yürüyen hiç bir hayvan yoktur ki, Rabbim onun alnından tutmuş olmasın!” (11/56)
“…Göklerde ve yerde olanlar…hayvanlar da Allah’a secde
ederler”(16/49;23/18)
Ayetlerde ayrıca, Hz.Süleyman’a kuş dilinin öğretildiğinden,
kuş orduları olduğundan, karıncayla ve Hüdhüd kuşuyla konuştuğundan
bahsetmektedir (27/16-28)
Görüldüğü gibi Allah’ın yarattığı varlıklar olarak
hayvanlara geniş bir bakış açısı oluşturuluyor. Her şeyden önce Yaradandan
ötürü, yaradılan her varlığa secde kardeşliği irtibatı kurulmaktadır. Her
varlık gibi hayvanlar da kendi alemlerinde kendi dilleriyle Allah’a hamd ve
tesbih etmekte, secdeye varmaktalar. Bu, itaat olarak yorumlansa da en azından
hayvanlar bile secde ile, şeytandan ayrıldıkları için bize daha yakın
durmaktadır.
İkinci olarak hayvanlar için “ümmet” nitelendirilmesi
yapılıyor ki, bu ekolojik denge adına üzerinde durulması gereken ciddi bir
vurgulamadır.Bu onların hayatlarının bizim hayatımız kadar önemli olduğu
fikrini uyandırır. Çünkü bütün varlıkların el birliğiyle oluşturdukları dengeli
bir dünya içinde dengeli bir hayat sürebiliriz. Türlerden birinin imha
edilmesi, ekolojik dengenin bozulması anlamına gelmekte, dolayısıyla kendi
hayatımız risk altına girmektedir. Eğer gerçekten hayvan korkusu çekilecekse,
doğru bu konuda korkmalı endişe etmeliyiz. Hayvanların hayatına değer
vermediğimiz için kendi ha- yatımızdan, çocuklarımızın geleceğinden çaldığımız
için endişe duymalıyız…
Üçüncüsü, onlar da bizim gibi varlık topluluğu olduklarına
göre, onların da hukuku var demektir. Hayvanlara eziyet etmenin cezası daha çok
dünyada bir kısım belalar şeklinde, peşin olarak verilmekle birlikte, ciddi
bulunan konularda ahırette bir, hesaplaşma da söz konusu olabilir.
Peygamberimiz hayvanların yakılmasını, yuvalarının dağıtılmasını, fazla yük
yüklenmesini, dayak atılmasını, hayati zarar verme ihtimalleri olmadığı sürece
öldürülmesini yasaklamıştır (Canan,6/290-310).
Eğer korkacaksak, bir karıncaya bile basmaktan çekinen
karınca efendiler gibi, şefkat ve merhamette en küçük bir hayvana bile zarar
verememe hassasiyeti içinde olmalı; bunu ölçü yaparak, neslimizin günah
bataklığına girme ihtimalleri karşısında ciddi endişeler duymalı, duyarlı
olmalı ve ne gerekiyorsa görevlerimizi yapmalıyız.
Dördüncüsü, her canlı Cenab-ı Hakkın emri altında hareket
etmektedir. Bir yaprak bile Allah’ın haberi olmadan düşmez (6/59).Onun bilgisi
ve izni dışında hiç bir varlık bir diğerine asla zarar veremez. Bu düşünceyi
her korku anında hatırlamak ve Allah’a dayandığımızı belirtmek de içimizi
rahatlatacak, pskolojik bir güç verecektir. Hayalinizde gökten ışıktan bir ip
hüzmesi sarktığını canlandırabilir, bunu hayvanın boynunda bir dizgine
dönüştüğünü ve ağaca bağlandığını da düşünebilirsiniz.
Beşincisi, hayvanlarda akıl olmadığı için onlarla akıllılar
gibi iletişim kuramayız. Hoş nice akıllı insanlarla da iletişim kurulamadığı
gibi, yırtıcılıkta ya da üreme konusunda dağ komşularını çok gerilerde bırakan
akıllı insan tipleri de yok değildir. Ancak bugün hayvanlarla, sirk eğitimi
ötesinde çok yönlü yarar sağlamak için dillerini öğrenme çalışmaları
sürmektedir. Kur’an bu konuda bizi teşvik etmekte, zirve sınır noktasını mucize
diliyle çizmektedir.
Burada korku ile ilgili olarak şunu söyleyebiliriz: Allah’ın
Peygamberini bir karınca ve kuşla konuşturmasından yola çıkarak, fabl tarzı bir
konuşma ve konuşturma uygulayabiliriz. Birebir karşımıza alarak yapamasak da,
zihnimizde, korktuğumuz bir hayvanla, secde kardeşliği adına güzel bir söyle şi
yapabiliriz. Çizgi filimlerde bunun örnekleri sayılamaz derecede çoktur.
Böylece aramıza giren korkunun dağılmasını sağlayabiliriz.
“Biz çocuk muyuz, çizgi filim izleyip de hayvanlarla
konuşalım!” denebilir. Evet her insanın bilinçaltı bir çocuktur, çocuk gibidir,
hep yeni öğrenme ve aynen taklit etme eğilimindedir. Bu uygulamayı insanların
önünde yapmak zorunda değiliz. Zaten pek çok davranışlarımızı gizli yapmıyor
muyuz? İnsanların içindeyken bile, mahremce duygu ve düşünce manevralarımız
olmuyor mu? Hayalimizde bir Süleyman çiftliği niye kurmayalım?
Bilinçaltımız yerleşmiş bir program disketi gibi, gerçek
olanla olmayanı ayırt etmez, sadece anında hisseder ve tepkisini gösterir. Bu
tıpkı ger- çek olmadığını bildiğimiz halde, mantıktan bağımsız çalışan
bilinçaltı duygularımızın etkisiyle bir filimden korkmamız yada ağlamamız
gibidir. Uzaktan bile olsa, her köpek gördüğünde korkan bir insan aslında, o
köpekten değil, bilinçaltındaki köpekten korkmaktadır. Onu karşınıza alıp
hayalen konuşur, hat ta bir reklamda olduğu gibi tebessüm ettirirseniz, kendi
korkunuzu kendi elinizle hazırladığınız veya hazır bulduğunuz gibi kendi
elinizle de yok etmiş olursunuz.
Psikolojide baba korkusunun bir tarz hayvan korkusuna
dönüştüğü yorumları yapılır. Bilinçaltına korkular programlama durumunda olan
anne babalar, kendilerini çocuklarının bilinçaltı bilgisayarına korkunç bir
varlık olarak, kaydetmeyi istemezler herhalde!..
Burda yeri gelmişken, Kur’an ve hadislerde karşılaştığımız
benzer bir hususa dikkat çekelim. Dünyada yapılan kötü ameller, Bilinçaltımıza
iyice yerleşmiş kötü duygu ve düşünceler, rüyalarda serbest kalıp bilinç
düzeyine çıkarlar. Aynı şekilde, özellikle kabirde ve mahşerde bize korku ve
üzüntü verecek korkunç varlıklar halinde temessül edebilirler. Mesela ayet
gıybetin, simgesel karşılığının ölü eti yemek gibi olduğunu vurgular (49/12)
Cehennemin bile, zalim inkarcının psikolojik haline, kişilik yapısına göre bir
özellik kazandığına şahit oluyoruz. Son bölümde örnekler verilecektir.
Kur’an-ı Kerim, attan da bahseder ve onu cihadın ve
hayvanlar aleminin kahramanı gibi gösterir, bildiğimiz bilemediğimiz düşmanlara
karşı bir korkutma gücü olarak tanımlar (8/90). İnsanın övülesi duygularını
temsil eden hayvanlar vardır; bülbül, üveyk, şahin, kuzu gibi…Tabi en başta at,
ya da küheylan!..İki ruhta kontak oluşunca, ikisi de adeta Süleyman Peygamberin
rüzgarına dönüşüp kıtalar, deryalar aşmışlar, aynı dili kullanarak fetih
turrasıyla imzalar atmışlardır. Biz kur’an’ın korkutma gücü olarak ifade ettiği
ve Tarih Yapıcılarımızın ruhunu temsil eden bu hayvanı, korkularınızı korkutması
için hayalinizin bineği yapmanızı önerebiliriz.
Hayalinizde, korktuğunuz bir köpeği ya da başka bir canlıyı,
büyüterek, çok sevdiğiniz bir renkte şahlanan, mesela beyaz bir ata dönüştürün
ve üzerine atlayıp Hizmet Ufuklarına doğru koşan; küheylan misilli, nurdan
yeleli, ışıktan sekili, hizmet insanı besbelli; Işık Süvarileriyle beraber şevk
için de uçtuğunuzu hayal edin!..Sonra da korktuğunuz bir köpekle karşılaşınca
arkadaşlarınıza veya çevrenize: “Bak benim küheylanım geliyor deyin!..Onları
güldürün!”. Ama esas korkunuzu gül dürmüş olacaksınız!..
<span
style="color:#ff0000;"><strong>7-ÖLÜM KORKUSU VE
İNTİHAR</strong></span>
Ölüm, insana iki yönden korku ve üzüntü verir. Bir yönüyle
insan doymak bilmeyen ölümsüz duygu, düşünce ve duyular taşımakta ve bunlarla
hayata çok sıkı bağlandığından kopmak istememektedir. Diğer yönüyle de,
sevdiklerini kaybetmenin verdiği korku ve üzüntü vardır. Bu yüzden bazı in-
sanlar, bu korkudan paranoid olurken, üzüntüden bunalımlara hatta depresyona
girebilirler.
Bu, aşırı bir uç olduğu gibi, dünyada çekilen sıkıntıların,
acıların ve üzüntülerin etkisiyle çözümü ölümde aramak da ayrı bir bilinç
sapması ve duygu aşırılığıdır. Ölümün yüzünü güzel göstermek istediğimiz bu
noktada yanlış anlamalara meydan vermemek için, öncelikle intihar konusuna
temas etmekte yarar vardır.
İnsanın başkasının canına kıyması kesinlikle haram olduğu
gibi kendi canına kıyması da haramdır. Hatta parmağımızın bir ucuna bıçak atmak
jiletle kolları çizmek de dinimizce yasaklanmıştır. İnsan emanet bedenine zarar
veremez. Emanete hiyanetlik olur bu!..Peygamberimiz, intihar etmiş bir kişinin
cenaze namazını kılmamıştır. Bu davranışı, intiharın çok büyük günah olduğunu
göstermektedir. Çünkü inanmayan insanların namazı kılınmaz. Öte yandan
arkadaşlarının kılmasına da engel olmamıştır. Bu da ona hemen kafir hükmünün
verilemeyeceğini göstermek içindir.
Ölüm hayat gibi tamamen Allah’a ait bir yaratılıştır.
Allah’ın Muhyî (Hayat veren) ve Mümît (Ölüm veren) isimlerine dayanırlar.
Sadece Firavun ve o inançta olanlar, insan hayatına son vermeyi düşünebilirler.
Çünkü o kendini tanrı yerine koymuş, ölümü vermek benim elimde demiştir.
Diğer taraftan, insan bu davranışıyla sonsuz cennet hayatını
tehlikeye atmaktadır. Ölüm insanı Allah’a kavuşturur. Fakat söz konusu olan
Allah’a ulaşmaksa, bunu belirleyecek olan da O olmalıdır. Büyük bir makama
randevu alınmadan, kapıyı açarak girilemeyeceği gibi, ecel daveti gelme- den
ölüm kapısını açıp Allah’a varmak büyük saygısızlıktır. Rabbimiz hangi yüzle
geldin diye sorar!
Ayrıca biz dünyada bir imtihandayız. Acıları dertleri korku
ve üzüntüleri çekme durumundayız. Buraya kadar yazdıklarımız ve bundan sonra
yazacaklarımız, hep bu konuda bilgi vererek duygu ve düşüncelere yardımcı olma
çabasının ürünüdür. Öyle işin kolayına kaçarak, acılardan üzüntülerden kaçmak
yok! Cepheden kaçan düşman askeri gibi olmamalıyız. Hayatta kalıp, Allah’a
dayanıp sabırla mücadele etmeliyiz. Allah’ın istediği ölüm olsaydı bu hayatı
hiç yaratmazdı. Bizim yaşamamızı, cennete hazırlanmamızı ve sonsuz hayata ve
kendine güzel bir insan olarak kavuşmamızı istemektedir.
İntiharı düşünen insan neyi halledebilecektir? Acı duyduğu
şeyler yine aynen sürecek, belki de arkada bıraktığı yakınlarını daha büyük
acılara boğacaktır. Buna hakkı yoktur! Bu bencilliktir, acı çekiyor olsa da
bencilliktir! Kendi dayanamadığı acıları masum insanların omzuna yükleyip
kendince kolay yolu seçmektedir. Aslında gerçek zorluklar öbür aleme geçince
daha da büyüyerek karşısına çıkacaktır.
Ölümü delicesine istemek, şehit adaylarına özgü bir
ayrıcalık sayılabilir. Aslında onlar ayetin beyanıyla ölü değil diridirler.
Çünkü sadece Allah rızası için, yüce değerler uğruna canlarını feda
etmişlerdir. İntihar eden insana Allah sormaz mı: “Kulum! Sen canına kendin
için kıydın! Sen canına kıyarken beni bir kenara bıraktın! Kendini öldürmek
isterken ben neredeydim!”…
İster din adına olsun ister satanizm gibi sapık inançlar
adına olsun, hiç kimse intiharı aklının ucundan bile geçirmemelidir.
Sıkıntılardan boğulacak hale gelmişseniz, depresyon geçirecek durumdaysanız,
kesinlikle yalnız kalmayınız, kendinizi kendi olumsuz bilincinize teslim
etmeyiniz. Derhal bir psikiyatriste, psikologa, konuyla ilgili hizmet veren
telefon hattına başvurunuz, hiç olmazsa size yardımcı olabilecek bir dostunuzu
arayınız.
Ne olur yaşayınız! Yaşatmak için yaşayınız! Dertleriniz
varsa dertlilere yardım etmek için yaşayınız!..Yaşatma derdi tüm dertlere
dermandır!..
Kendinizi yok etmeyi düşünecek kadar bir bilince sahip
olduğunuza göre, bu bilincinizi ve düşüncenizi, sizin gibi acı çeken insanların
varlığına çeviriniz!..Acılara katlanarak, onların dertlerine yardım için
koştuğunuzda, önünüze başka kapıların açıldığını ve dertlerinizin sona ermeye
başladığını kesinlikle göreceksiniz!..
Ölüm korkusu ve ölüm acısı büyütülmemeli ve insanı mutsuz,
hatta hasta hale getirmemelidir. Öte yandan tehlikelere, hastalıklara, ahlakî
gevşeklik ve suçlara karşı olumlu etkileri göz ardı edilerek küçümsenmemeli,
gerekli ibretler ve dersler alınmalıdır.
Ölümü tanımada, bir bakış açısı kazanmada, en kısa, sağlıklı
ve gerçekçi yöntem, şüphesiz ölümün sahibine baş vurmaktır. Hayatı yaratan kim
ise, ölüm hakkında ondan bilgi almaktır.
<span
style="color:#ff0000;"><strong>KUR’AN’DA ÖLÜM
ANLAYIŞI</strong></span>
Kur’an ölüm korkusunu, inanmayan insanlar için ciddi panik
yaşatan bir durum olarak tasvir etmektedir (2/19).
Ayrıca Can boğaza dayandığında, insanın bacaklarının
birbirine dolandığı, ayrılış vaktinin geldiği anlatılır ( (57/83; 75/26-29).
Kur’an’a göre insan, hayat gibi ölümü de bir kere tadacaktır
(3/l85,44/56) Dikkat çekici üç husus vardır.
Birincisi, ölümle hayat ikiz kardeş gibidir. Bir madalyonun
iki yüzü gibi. Her hayat içinde bir ölüm gizlendiği gibi, her ölüm içinde de
bir hayat bulunmaktadır (3/27,67/2). Tıpkı ölü gibi görünen çürük bir çekirdek
içinde koskoca bir ağacın saklanmış olması gibi. Bu sebeple Allah, hayat ve
dirilişle beraber ölümü de “Selam” yani güven veren anlamına gelen isminin
gölgesi altına almıştır (19/15).
İkincisi, ölüm, geçici dünya hayatı ile sonsuz ahiret hayatı
arasında bir köprü ve hayat bağı olarak ele alınmaktadır. Bu iki hayat arası
konumu ile ölüm, adeta canlılık simgesidir. Nitekim bizim tabut ve toprak
içindeki haline bakarak ölü dediğimiz şehid için Allah, “O diridir” demekte ve
daha üstün bir hayat decesinde olduğunu bildirmektedir (2/154,3/169).
Hz.İsa’nın eliyle bir ölünün hayat bulması (3/49), Hz.İsmail’in tereddütsüz
kurban edilmek ü- zere boynunu uzatması (37/107) ölümde hayran kalınacak bir
hayat çekirdeğinin olduğunu göstermektedir.
Üçüncü ve en önemli husus şudur: Ölmek önemli değildir,
önemli olan, sağken ölü hale gelmemek ve inanmış olarak ölmektir (2/132,27/80).
Kalp taşıdığı halde inanmayan, akıl taşıdığı halde düşünmeyen, göz kulak ve dil
taşıdığı halde gerçekleri görmeyen(7/179; 22/46)okuyup dinlemeyen,anlatmayan ve
çalışıp insanlığa hizmet yolunda koşmayan insan esas ölü gibidir, gezer mezar
durumundadır . Ölümden değil, ölüme hazırlıksız olmaktan endişe duyulmalıdır.
İnsan, hangi inanç, düşünce, duygu ve uğraş içinde yaşamışsa,
ölümü de dirilişi de öyle olur. Ölümünü tanımak, ölüm sonrasını anlamak iste-
yen insan, hayatına bakmalıdır. Ölümünden değil esas hayatından endişe
duymalıdır.
<span style="color:#ff0000;"><strong>
ÖLÜM NEDİR NE DEĞİLDİR?</strong></span>
1-Ölüm bir hayat cellatı değildir. Geçici bir ısdırab olsa
da, sonsuz mutluluk bestesine sanki bir mızrap gibidir.
İnsanı tanımadığı bir insanı sevemeyebilir. Ölüm de
tanınmadığı için kötü, çirkin ve bir felaket olarak algılanabilir. İnsan
psikolojik olarak, dün- yaya içinde bulunduğu ruh haleti çerçevesinden bakar.
Dertliyse herkesi dertli, sıkıntılıysa herkes sıkıntılı zanneder. Kendi
sevinçliyse ona göre herkes sevinçlidir. Ölüme bakışı da buna benzer olacaktır.
Ölüm, özellikle yabancı filimlerde çirkin ve korkunç çehresiyle adeta
şeytânîleştirilir. Öncelikle şeytan bir ölüm meleği değildir. Şeytan melek
değil cindir (18/50). Secde etmediği için kovulmadan önce, geçici olarak
meleklerin içinde bulunmuştur.
Oysa ölüm, hayat getiren yağmur gibidir, fırtına, şimşek ve
gök gürültüsü ile geldiği olsa da, aslında o, Rahmet, hayat ve güven
müjdesidir.Mızrap gibi yüreklere vurur ısdırab verir fakat bir hüznünde bin
tebessüm yüklüdür. Tıpkı ana sancısıyla doğan hayatlar gibi…Nağmelerinde hep
sonsuz mutluluk sesleri dinlenir.
Ya da dikenler arasında gül gibi…Dikene bakıp da güle
küsülmez, hele üzerinde bülbül şakıyorsa asla!..”Gülüm!” diyebileceğimiz
ölümün,büyüleyici güzelliği yanında, bir kaç diken acısının bir anlamı olmaz.
Hatta her bir dikeni, hayatın meşakkatları yerine koyar, zirvedeki ölüme
ulaştıran birer basamak gibi düşünürüz. Evet ölüm bir gül!..Ona gül!..Ki o da
gülsün!..Seni de ebediyyen güldürsün!..
2-Ölüm, yokluklara götüren bir idam sehpası, karanlık
çukurlara gömen canavar ağzı, sevenleri ayıran kaderin kara belalısı değildir.
O, ışıklar ülkesine açılan bir kapı, cennet saraylarına
uzanan bir koridor, sonsuzluklara uçuran bembeyaz kanatlı bir burak gibidir.
Ölüm ayırandır fakat kavuşturmak için ayırandır. Allah’a,
Peygamberlere, büyük zatlara, yakın uzak akrabaya ulaştırandır. Askerlikten
terhis olma gibidir. Bir farkla ki, terhisle beraber terfi de sağlamaktadır;
hem dünya dertlerinden kurtarmakta hem de sonsuz lezzetler cennetine
götürmektedir. Arkada yeni gelecekler için açtığı bir meydan ve hayatta
kalanlara bir ibret bırakarak gitmektedir. Sabır ve tevekkülle imtihan
edildiğimiz ölüm karşısında (2/155) Allah’dan şikayette bulunmamak, feryat edip
saçı başı yolmamak şartıyla ağlamak doğal bir tepkidir. Peygamberimiz de oğlu
vefat edince gözyaşı dökmüştür. Ancak önemli olan burada ağlamak değil, orda
ağlamamak için burada ağlamak ve oraya hazırlık yapmaktır. Peygamberimiz
“Ölmeden önce ölünüz!” derken, bizi cehenneme götürebilecek günahlar karşısında
son derece iştahlı olan nefsin, bu kötü duygularını ölü hale getirin demek
istemiştir.
3-Ölüm gökten gelen bir davetiye, cennetten düşen bir inci,
Ebedî güzelliklere kavuşmakla yaşanacak gerçek bayram
sevinci!..
Zengin ve tanınmış birinden, hem de bolca hediyeler verilmek
üzere, bir düğün davetiyesi alan insan, sevinir, neşeyle dolar, bir kaç
saatliğine de olsa, gitmek için can atar. Ciddi bir hastalıktan kurtulma,
define bulma, yüklü mirasa konma, evlenme, ev-araba alma gibi hayat olayları da
her insanı çok sevindirir.Fakat bütün bu dünyalıkların, yanında değersiz
kalacağı bir cennet; Ve bütün sevinçlerin, yanında sönük kalacağı bir cennet
sevinci var!..
Cennetten, inciden bir davetiye olarak cennet kuşu gibi
düşüp gelen ölüm, cennet hayatının mukaddimesi yani öncüsü ve habercisidir.Aslı
güzel olanın mukaddimesi de güzeldir, tatlıdır, sevinç doludur. Hayatın sonu,
acı gibi görünse de mutlu bir sonla sona ermektedir; cennet sevinciyle!..
4-Sen, alnından öpülesi ölüm!..
Sen bir son değil, sonun sonusun!..
Sonsuzluğa eş ve baş olan son bir sonsun!..
Sona eren her şey bir son veren ve son ile sonsuzluğu
buluşturan bir iksir,
Cemale açtığın gözlere çekilen sürmesin!..
Ölüm, güzelim hayatı acılaştırmıyor, hayatı acılaştıran
sonlara son veriyor, son kez bir sonla tanıştırıyor ve sonu, sona ermeyecek güzelliklere
çeviriyor.Göz perdelerini kapıyor ki, sonsuz bir sahnenin perdesini açsın ve
baharları kıskandıracak güzelliklerin peçesini kaldırsın!
Son oruç sevinç dolu olur, son sınav da, son iğne de.. Hayat
sonunda da cennet ve Cemâlullah sevinci olduğundan ölüm anında ruh sevinçle-re
boğulur. Kimbilir kiminin ölüm heyecanı bundan olur!..
Rabiatü’l Adeviyye’nin dilinde gündüzün ölümü, aşık-maşuk
buluşması, Mevlana’nın dilinde ölüm, Şeb-i Arûs (düğün gecesi)olur.
Belki de meyyit, tarihî buluşmada, ilahî gelişin ebedî
heyecanları içinde edebinden pembeleşmektedir. Gözler!..Allah’ı bulan, ölümün
yolunu gözler!..
5- Ölüm!..
Gülüm!..
Sonsuzluk bestesinden ilk ve son bir bölüm!..
Kanlı dallarda gülden bir tebessüm!..
Sen ne mübarek bir arkadaş ve refakatçisin!
Varsın başkaları sana dikeni nazarıyla baksın, sen gülün ta
kendisisin!
Bırak bazıları sana “Kara yüz!” yakıştırmasında bulunsun,
Sen bizim için bizi aydınlık ülkelere uçuran, ötelerden iki
ışık kanatsın!..
Bakma sana “Soğuk yüz!” dediklerine,
Sen bizim için müjde çiçekleriyle kar gibi beyaz ve
berraksın!..
Onlar sana “Çukur” derler, “Dehliz” derler,
Biz “Ebedi saadet saraylarına açılan bir koridorsun!” deriz…
“Ayıran” da derler sana,
Sen haddızâtında ebedi alemlere intikal etmiş binlerce ahbaba,
dost ve yârâna kavuşturansın…
Evet ayıransın da fakat elemli, sıkıntılı ve ayrılık hasreti
yüklü şu dünya talimgâhından, hayatların en hası, hakiki hayata intikal ettiren
bir terhis tezkeresisin!..
Sen bizi gönderene dönme anında cismimizi nura gark edecek
bir ebed şerbetisin..
Sen!..
Dertli bir neslin dert yüklü tercümanına: “Eyvah!..Bugün
yine ölmemişim!..” diye söyletensin!..
Ve sen:
Ne zaman geleceksin!
Gel de dünyam süslensin!..
Ufkumda Cemal tüllensin!..
Diye aşıkları, delletensin!..
Peygamberimiz, lezzetleri acılaştıran ölümü çokça hatırlayın
buyurur.
Burda bir amaç belirlenmektedir. O da günahlara karşı uyanık
ve tedbirli olmak ve zevklerin oluşturacağı ülfet ve ünsiyet perdesini
kaldırmak-tır.Bu gaye ile kabirleri ve hastaneleri ziyaret etmek yararlı
olacaktır. Ölüme bu şekilde bakılırsa, hem günah ve kötülüklerden uzak tutmuş
hem de ahi-ret adına hayırlı hizmetlere koşma şevki vermiş olacaktır.
6- Ölüme bir bakış açısı da şu olabilir:
Bir muharebede, bir görev başında ölmek ve şehadet şerbetini
içmek mukadderse bu;
Cana minnet!
Cana cennet!..
Hem de ruha cinnet!..
Bu anlamda beni, şehid olma isteğiyle dua bekleyenlerin
listesinde yazabildiğiniz kadar üst sıralara yazınız ne olur!..
Ama bu, kısa yoldan ve deyim yerindeyse ucuz bir ölüm olur!
Bencil mi davranıyorum acaba? Rabbim sormaz mı?..
Geldin, hoş geldin!
Yoluma can verdin!
Onca insan vardı,
Sen kiminle geldin?..
Sıddık-ı azam derdi,
İnsandı onun derdi,
Cehenneme dolsam,
Herkes cennete derdi!..
İnsanlığın imanının kurtulması yolunda, hayatımızı
vakfetmek, Hizmetlerde koşturarak vuslatı ertelemek,
Her hizmetimize bir yenisini eklemek,
En kutsal şehadet mertebesi bu olsa gerek!..
Rabbim beni alsın
Ama çok geç alsın
Hayatımı alıp
Hayatlara katsın
Rabbim beni öldürsün,
Ama en geç öldürsün,
Güllere gübre etsin
Hayatları hep güldürsün!..
Gül gibi hayatımı soldursun,
Çevremi bin gülle doldursun
Bize gerek, hizmet gerek
Şu an cennet şurda dursun
Böyle Kur’an dengeli bir bakış açısını yakalamış insanların,
ne intiharı düşünmesi ne psikolojik korkulara ve hastalıklara yaka lanması ne
de ahlakî gevşeklik içinde, kayıtsızca dünyanın zehirli bal hükmündeki
günahlara dalması düşünülebilir!..
<span
style="color:#ff0000;"><strong>ÖFKE</strong></span>
Öfkeler, insan ruhunu çatlatan kamçılar
Öfke, akıl ve düşüncenin, kalp ve vicdanın yollarını bloke
ettiği, tıkadığı için, bazen üzüntüden daha zararlı bir duygudur. Üzüntü daha
çok içe, öfke ise dışa doğru yönelir ve taşar. Üzüntünün zararı, çevreden çok insanın
kendisine olur. Depresyon yaşatabilir, insan kendine zarar verebilir. Öfke ise
en basit örneğiyle, eşyaya zarar verme, sözle birinin kalbini kırma, çirkin
sözler söyleme, elle vurma gibi zararlarla başlar. Cinayetlere ulaşan yolda
sayılmayacak kadar çok etkisi vardır. Damar tıkanıklığı gibi psikolojik hayatı
kökünden etkileyebilir. Acil by-pass gerekebilir.
Öfkenin bedende oluşturduğu zararlar klinik bulgularla
belirlenmiştir. Örneğin öfkelendiren konuyu hatırlamak bile, kalbin pompalama
veriminde yüzde beşlik verim düşüşe sebep oluyor. Bu, kalbe giden kan akışını
azaltıyor. Nabzı ve tansiyonu yükseltiyor. Kalbe en çok zarar veren duygu öfke
olmaktadır.
Öfke, bir anlık patlama şeklinde olanı zararlı olabilirse
de, öfkelendiğimiz konu üzerinde uzun uzun düşünüp, kendimizce haklı gerekçeler
üretmek, kafaya takarak şişirmek körüklemek, yerleşik bir kaygı olarak kronik
hale getirmek, daha büyük rahatsızlıklara yol açabilir. Öfkeyi içine atma
sürekli aynı konuyu düşünme, öfkeyi besleme anlamına gelir ki bu tefrit,
öfkeyle hareket edip zararlı sonuçlara sebep olma da ifrat sayılır. Hiç
öfkelenmemek de insan tabiatına uymaz. Önemli olan öfke duygusunun ön
habercileri, belirtileri ortaya çıktığında hemen müdahale etmek, onu
yutabilmek, disiplin altında almak, öfkeye sebep olan başka duyguları
belirleyip onları gidermek ve yönetmesini becerebilmektir. Ve bir ihtiyat
kuvveti gibi öfkemizi yerinde, zamanın da kontrollü biçimde kullanmasını da
bilmek!..Bu da öfkenin müstakim yönü, itidali ve orta yolda olanıdır.
<span
style="color:#ff0000;"><strong>1-KUR’AN’DA
ÖFKE</strong></span>
Konumuzla ilgili üç Ayet şöyledir:
a- “O takva sahipleri bollukta da yoklukta da verirler,
öfkelerini yutarlar, insanları affederler, günah işleyince Allah’ı hatırlar,
tövbe istiğfar ederler. (3/134-135).
b- “Onlar büyük günahlardan ve fuhşiyattan kaçınırlar,
kızdıkları (gadab) zaman da bağışlayıcı olurlar”. (42/37).
c-”Onlarla savaşıp mücadele edin ki Allah,onlara cezasını
versin, müminleri de galip getirip içlerini ferahlatsın ve kalplerindeki öfkeyi
gidersin!”. (Tevbe,9/14-15)
Ayetlerde ilk bakışta beş öneri göze çarpmaktadır. Ancak
bunların uygulanabilir olmasında takva sahibi olmanın önemli bir faktör
olduğunu belirtmek gerekmektedir. Takva, genel anlamda Allah’ın emirlerine uymak
yasaklarından kaçmak olarak özetlenebilir. Bu, bir insanın sürekli olumlu
duygu, düşünce ve davranışlar içinde olduğu, olumsuz duygu, düşünce ve
davranışlardan uzak kaldığı anlamına da gelebilir. Takva kavramında bir
hassasiyet, ölçülülük, kendini kontrol, hayatı kavrama, ahlakî değerlere sahip
olma, Allah ile bağlantıyı güçlü tutma ve Allah ile ilgili her bilgiye açık ve
istekli olma gibi anlamlar da bulunmaktadır.
Takva sahibi bir insan, namaz kılmakla, en basit ifadesiyle
öfkelenebileceği zaman dilimlerini azaltmış olmaktadır. Çünkü yer yüzünde namaz
kılarken, durduk yerde maddi sebeplerle öfkelenen hiç bir insan olamaz. Bu,
diğer inanç mensuplarının mabetlerinde ayin yaparken de geçerli olabilir. Kaldı
ki, öfkeden uzak kalma süresi sadece namaz vakitleriyle sınırlı tutulamaz.
Namaz öncesinde abdest alma, zihnî hazırlık sürecini yaşama da insanı bu
duygudan uzak tutacaktır. Namaz sonrası durum da bundan farklı olmaz büyük bir
ihtimalle…
Biz özellikle namaz esnasındaki uygulamayı vurgulamak
istiyoruz. Her gün en az beş kez insan, elini kolunu, ayağını, dilini gözünü
kulağını, duygu ve düşüncelerini kötülüklere karşı bağlamaktadır. Bunu temsîlen
tekbir alırken; ellerimizi kaldırır, dünyaya ait davranışları, duygu ve
düşünceleri arkamıza atarız. Bunu takviye için de artık onlara dönmemek üzere
ellerimizi bağlarız. Adeta Rabbimizden başka her şeye karşı bir soyutlanmışlık
moduna geçmiş oluruz. Bu soyutlanma durumu namaz süresince devam eder. Huşû
içinde ve cemaatle namaz kılanların, özellikle tesbîhât yapanların hem
ellerinin bağlı kalma süreleri uzamış hem de derinleşmiş olacaktır. Önemli olan
bu uygulamanın her gün beş kez tekrarlanması ve bunun bir alışkanlık haline
gelmesidir.
Alışkanlık, ikinci bir fıtrat ve kimlik oluşturma gibi bir
durumu sonuç verir. İnanç kimliği (Şeytandaki gibi, geçmiş birikimi üzerine)
bir anda oluşa bilirken, ibadet kimliğinin oluşması bir ömür devam edebilir.
Peygamberimiz ibadetinin sonucu semalara göre bir mahiyet kazandıktan sonra
Mi’râc gerçekleşmişti. Ömrü erken dönemde sona erenlerin ekstra kimliğini Allah
fazlıyla verir.
Namazda edinilen alışkanlıklar, namaz sonrasında da etkisini
gösterecektir. Benzer olayı oruç da gerçekleştirmektedir. Böyle ruh eğitimi
almış duygu ve düşüncesi ve organları üzerinde denetim sağlamayı öğrenmiş
insanın, öfke duygusu üzerinde disiplin sağlaması da kolay olacaktır. Namazın
kötülüklerden uzaklaştırdığını Hak olan, sadece hakkı-gerçeği söyleyen (38/84)
Allah söylemektedir. Eğer namaz kıldığı halde kendine veya başkaları- na zarar
veren bir insan varsa, öncelikle ciddi anlamda kendini ve namazını gözden
geçirmelidir.
Ayet şöyle der: “Şüphesiz namaz her türlü fuhşiyâttan ve
dinin çirkin gördüğü şeylerden uzak tutar “. (29/45). Rızkın ölmeyecek
kadarının ilahî taahhüt altında olması gibi, namaz esnasında insanın kötülükten
uzak kalması ve öfkelenmemesi garanti altına alınmış olmaktadır.Bundan sonrası
da insanın iradesine ve sorumluluğuna bırakılmaktadır. Şimdi öfke konusunda
dibacedeki ilk ayeti inceleyelim.
Ayette zikredilen “Gayz” içten kaynaklanan insana özgü öfke,
hiddet, kızgınlık duygusu demektir. “Yutma” anlamına gelen “Kezm” kelimesi de
deriden yapılmış su kabını sıkıca bağlamaktır (Yazır2/425). Bu, içten su gibi
kaynayan öfkenin, ağızdan dışarı çıkmasını önlemek için sıkıca kapanması gerektiğini
ihtar ediyor. Kur’an’da “kezm-yutma-yutkunrma” kelimesi sadece iki ayette
geçer. Birisi, insanın dünyada öfkesi için yutkunması, diğeri de mahşerin
dehşetini görünce korku ve heyecandan yutkunmasıdır ki, insanın kalbi bu
yutkunmadan boğazına kadar gelecek denmektedir (40/18).
Kur’an’da “Gayz” kelimesi ise çoğunlukla inkarcıların
Peygamberimize ve Müslümanlara duydukları öfkenin ifadesi olarak söylenir. İki
ayette Müslümanların öfkesinden (3/134;9/15) iki ayette de cehennemin
öfkesinden söz edilir. Cehennem, inkarcıları görünce gayz-öfke duyacak,
nerdeyse öfkeden çatlayacak hale gelecek şeklinde tasvir edilmektedir
(25/12;67/8).
Kur’an’da öfke anlamına gelen ve Allah için kullanılan
“Gadab” kelimesi, bir kez, kavmini, inanmadıkları için musibet gelecek diye
öfkeli halde bırakıp giden Yunus Peygamberi anlatırken anılır (21/87). Üç kez
Musa Peygamberin, ilahî gadab ihtarıyla sık sık karşılaşan kavminin, buzağı
yapıp taptıklarını görünce hissettiği duygusunu anlatmak için kullanılmıştır
(7/150,154,168). Ve sadece bir kez de, genel ifadesiyle insanlar için
yukarıdaki ayette geçmektedir.
Müslümanlar için iki tarz öfkeden söz edildiğini
söyleyebiliriz. Bir ayete göre müminler, kendilerine eziyet eden inkarcılara
öfke duymaktadır. Allah, onlarla mücadele etmelerini, böylece hem onlara
cezalarını vereceğini hem de kalplerindeki öfkeyi çıkacağını ifade eder ki,
burada günümüzde psikologların üzerinde israrla durdukları bir konuya işaret
sezilmektedir. O da öfkeye neden olan ve öfkeyle kamufle edilen esas kaynakların
belirlenmesidir.
Ayet açık bir şekilde öfkeye sebep olan faktörlerle mücadele
etmeyi tavsiye etmektedir.
Kur’an’da bu ayetten başka bir yerde; imanla kalbini ve
aklını aydınlatmış, gerçek benliğini bulmuş inanan insanın öfkesi benzer
şekilde dile getirilmemiştir. Müminin muhabbetle ördüğü ruh dokusunda, öfke
desenlerine rastlanmamalıdır. Ne var ki insan olmanın gereği olarak bir öfke
zuhur ederse, öfkenin ortaya çıkmasını sağlayan diğer duygularımıza da merhem
olabilecek tavsiyeler yapılmaktadır.
Görüldüğü gibi öfke kafirlerle cehennemin özdeşleştikleri,
ortaklaşa kullandıkları, müminlerin de içlerinde sıcaklığını duydukları,sıcak
bir duygu olarak karşımıza çıkmaktadır. İçi dışı ateş kesilen Ebu Lehebin ve
ebedi buluşma yerinin ateş olması gibi, inkarcılarla cehennemin ortak paydası
da öfke olmaktadır. Ve mahşerde birbirlerini yutmuş olacaklardır. Mümin ise
içindeki bu öfke ateşini dünyada söndürmekle yükümlü tutulmuş ve bunu başarması
yolunda kalıcı şu mükemmel öneriler yapılmıştır
<span style="color:#ff0000;"><strong>2-ÖFKE
DUYGUSUNU YÖNETME PRENSİPLERİ</strong></span>
a- Öfkeye yutmak:
Öfkemize hakim olmanın pratik ön çaresi onu yutmaktır.Yoksa,
öfkelenmiş bir cehennem gibi, o bizi yutacaktır.
Öfke halinde fiziksel olarak bir yutkunma repliği de
uygulayabilir ve bunu tekrarla yerleştirebilirsiniz. Bundan sonraki öfkelenme
lerinizde, zihninizde otomatikman bir yutkunma hissinin belirdiğini
göreceksiniz. Bu tıpkı, Hz.Meryem’in yanına her gelişte orda hazır bir rızkın
lutfî-fadlî olarak hazır bulunduğunu görmesi gibi (3/37), iç dünyanızda bir
öfke yutucu mekanizmanın oluştuğunu, öfkelerinize geçit vermediğini
hissedeceksiniz.
Yutkunmakla aynı zamanda, öfke üsaresi gibi ağzınızda oluşan
sıvıyı layık olduğu yere postalamakla onun canına okumuş olacaksınız. Kimisi
kudurmuş gibi öfkesini ağzından saçar, kimisi yere, kimisi yüze tükürür.
Yutkunmasını beceremeyen insanlar gibi davranmamalı, onu içeriye, iadesiz
taahhütlü olarak geri postalamalıdır. Tıpkı esneme gibi…
Hiç, hiç esnemeyen insan gördünüz mü? Evet, yorgunluğa ve
uykusuzluğa rağmen!..Her esneme geldiğinde, Peygamberimi zin miracını
hatırlayarak onu kesinlikle bastırmakta, yutmaktadır. Bilinçaltı, israrla
istediğimiz şeyi vermekte aynı şekilde son derece israrlıdır. Bir hizmetkar
gibi parmağınızı şıklattığınızda, çağrışım ziline bastığınızda anında kapınızda
hizmete hazırdır. Belli süreçten sonra ise, hayatınızda esneme diye bir olayın
gerçekleşmediğini hayretle göreceksiniz!..Manevi bir gizli polis, siz
hissetmeden onun yolunu kesecek, onu geri gönderecektir. Kendi manevi bekçinizi
kendiniz oluşturabilirsiniz!..Hatta Kirâmen Kâtibîn gibi iki tane
oluşturursanız, biri teşvik, diğeri tahzîr eder!..Yani bir “Yap ne olur!”
diğeri “Yapma aman!” der.
Bu yöntemi öfkelendiğimizi her hissettiğimizde, sinir
sistemimizde kıpırdanmalar başlarken,yüzümüzün haritası değişmeden önce, neden
tatbik etmeyelim? Burada öfkemizi yutmaz kendimize ve başkalarına zarar vermeye
devam edersek, mahşerde cehennemin yutkunmaları karşısında, deh- şetle
yutkunmaktan dolayı, kalplerimiz boğazlarımızı tıkayacak hale gelebilir. Orda
yutkunmamak için gelin burada bolca yutkunalım!..
Eğer yutkunmakta zorluk çekiyorsanız, mesele değil; en kısa
yoldan bir bardak su alıp içinizdeki ateşi, su yutarak da söndürebilirsiniz!
b- Cömert olmak:
Cömertlik, kalıcı bir öfke tedavisi gerçekleştirir. Veren
elen daima üstündür.Vermek insanı sevmek değer vermektir.Vermekle hem verende
hem de alanda manevi haz veren duygu ve düşünceler ruhları sarar ve aralarında
samimi bağlar oluşur. Toplum katmanları arasında bir köprü olarak tanımlanan
zekat da, aslında bunu toplumsal planda sağlar. Karşılıklı sevgi ve saygı
iletişimi gerçekleşir.
Bunun sonucu yufka yüreklerde oluşan manevi antikorlar, öfke
gibi mikropları her seferinde boğar yok ederler. Cömertlik duygularıyla
kundaklanmış ve dezenfekte edilmiş bir kalpte, öfke virüsleri, asla
girebilecekleri bir boşluk ve vasat bulamazlar. Girmek isteyen virüsler de,
yüksek fazilet basıncı altında anında yok edilirler.
Basitçe şöyle de düşünebiliriz: Dün elinden tuttuğum, iyilik
yaptığım insana, öfkelenir kalbini kırarsam, ihsanımı başa kakmış, onu ezmiş,
yaptığımı yıkmış olurum!..Bu, hayat boyu bizim için sıkıntılara katlanan
eşimiz, aile fertlerimiz için düşünülünce daha bir anlamlı olacaktır.
Kur’an ilginç bir tespitle çok yerde candan önce maldan
bahseder ve biz bunu “Mal canın yongasıdır!” diyerek bir çeşit yorumlamış
oluruz. ‘Allah yolunda malları ve canlarıyla mücadele ederler” (4/95), ayeti
sık geçer. Mal canın ona meyletmesi, onunla bütünleşmesi demektir. Çünkü
dünyada ki en büyük menfaat aracıdır ve insan kendini onun aracılığıyla
gerçekleştirip tam yaşayabilir.
Sözgelimi kölenin malı yoktur, kendini yaşama hakkı da
yoktur. Hoş insanlar köle değiller, malları çok olan da var, istediklerini
yaşıyorlar ama nefsin kölesi de olabiliyorlar…Ayrıca mal cenneti de temsil
eder. Bu sebeple cömertlik, maldan çok candan fedakarlık gibidir. Kimi cimriler
bu yüzden verirken canı alınıyormuş gibi hissedebilir. Şimdi siz canınızdan bir
parça verdiğiniz evladınıza nasıl kıyamazsanız, canınızdan söküp cömertçe
verdiğiniz bir insana karşı da kolay öfke duyamazsınız, duysanız bile affetme
gerekçeniz çok güçlüdür ve affedersiniz.
Cömert insanın ruhu çok açık, latîf ve homojen olduğundan,
güzel duyguların yayılıvermesi ve onu etkisi altına alması çok kolaydır. Çok
tebessüm eden ve herkesle güzel iletişim kuran insanları inceleyiniz, tamamına
yakını cömerttir!..Para cimrisi bir insan sanki tebessüm cimrisi de olabiliyor…
Cimriler ise, ceplerinde tuttukları malları gibi, öfke
virüslerini de bilinçaltlarında ve kalplerinde hep saklı tutarlar ve sıkça
ortaya çıkarırlar.Çehreleri de yürekleri gibi abûsdur…Verecek bir şeyleri
olmadığından verdikleri sadece öfke ve huzursuzluktur.
c- Affedicilik:
Affedicilik de alıcı bir öfke tedavisi gerçekleştirir.
Affetmek Allah ve Rasulünün ahlakı ile ahlaklanmaktır. Cömertlik gibi, insanda
yüksek fazilet duygusu oluşturur. Sadece candan bir özveridir, cömertlik gibi
mal verme yoktur. Bazen birini sevmemiz, büyük bir hatasını affedip gönlümüzü
açmamız, kasalarımızı açmaktan çok daha etkili sonuçlar getirir. Ona adeta
dünyaları vermişizdir ve hiç bir maddi değerle ölçülemez manevi hazineler
kazandırmışızdır. Bir insanı affedip, elinden tutup, cennete giden iman yoluna
kazandır mak, güneşin gördüğü hiç bir maddi kıymetle ölçülemez.Gerçek cömertlik
de bu olsa gerektir…Her ikisini kazandırmak da en güzelidir.
Böylece af ettiğimiz ve aramızda hoşgörü köprüsünü
kurduğumuz bir insana karşı öfke duymamız imkansız gibidir. Böyle birini
gördüğümüzde öfkelenmek değil, tebessüm etmek gelir içimizden. Öfkelendirecek
bir durumu olduğunda da, önceden aramızda oluşan af ve hoşgörü sözleşmesi
baskın çıkacak ve öfkelenmemize engel olacaktır. Kazara öfkelensek bile, bu
arızî-geçici olacak, ilişkimiz eski özelliğine ve güzelliğine tekrar
kavuşacaktır.
Bu konuda olumlu affetme ön yargısını kullanabilirsiniz.
Eşinize, çocuğunuza ya da bir dostunuza, daha baştan, baştan aşağıya, rengarenk
ve ışıl ışıl parlayan hayalî bir af gömleği giydiriniz. (Belki biz daha çok idam
gömlekleri, deli gömlekleri kullandık) Ve tamamıyla affettiğinize kendinizi
ikna edip şartlandırınız. Bunu sık sık bilinçaltınıza da empoze ediniz. Siz
onlara baktığınızda, o renkli parlak af elbisesini hayal ediniz ve düşününüz.
Zamanla, onlara baktığınızda, sizi öfkelendirecek bir durumlarının olmadığını,
hatta bir başka sempatik göründüklerini hayretle göreceksiniz.Daha doğrusu siz
affediciliğinizi kullanarak, onlara öfkelenme ihtimallerini baştan ortadan
kaldırmış oluyorsunuz.
Ancak doğal olarak her durum,affedilme sınırları içinde
değerlendirilmeyebilir. Bu durumda da yine ayette belirtildiği gibi; mantıklı
cümlelerle, tatlı nasihatle, en güzel iletişim yöntemleriyle yaklaşmak ve bizi
öfkeye sevk eden yönlerini gidermek ve güzelleştir mek ayrı bir görev ve
sorumluluktur.
Farklı bir bakış tarzı da, öfkelendiğimiz birinin, bizi
öfkelendiren durumunun yanında, beğendiğimiz durumlarının da olduğunu
düşünmektir. Peygamberimiz, “Eşinizde hoşlanmadığınız bir hal varsa,
hoşlandığınız pek çok hali vardır!” diyerek mükemmel bir ölçü veriyor. Öfke bir
duygu yoğunluğu olduğundan, düşünme ve vicdan mekanizmamızı bloke eder,
kilitler. Öfkenin mantığı ve vicdani duygusu yoktur.Nefis ve bilinçaltı
güçlerimiz gibidir. Hayır şer, iyi kötü, günah sevap bilmez, o an kendini
yaşamak gerçekleştirmek ister. Biz, bizde oluşmakta olan bu, bizi aşan, gerçek
bizden farklı bir yapıda karşımıza çıkacak olan kişilik karşısında teslim
olmamaya alışmak, aslında oluşmasına engel olmak zorundayız.
Böyle durumlarda iki elinizi birbirinize değirmenizi,
isterseniz parmaklarınızı iyice birbirine geçirmenizi öneriyoruz. Her uygun
ortamda, sakin halinizdeyken, yılmadan israrla bunu tekrar etmeli ve aklınızla
kalbinizi, vicdanınızla iradenizi yardıma çağırdığınızı düşünmelisiniz. Öfke ön
habercisi gelmeye başladığında, diğer ifadeyle aklınız başınızdayken,
ellerinizi birleştirerek, öfke dalgası karşısında dalgakıran oluşturmuş
olacaksınız.
Sonra da o kişinin olumlu yanlarına bakarak olumsuz tarafı
için öfkelenmemeniz gerektiğini anlayacak ve sakinleşeceksiniz. O kişinin bir
zamanlar size yaptığı bir iyiliği ve yardımı hatırlamanız da bu yaklaşıma
yardımcı olabilir.
“Olumlu bir tarafı yok ki!” derseniz, her durumumuza hitap
eden ayet bulmak mümkündür: “Rahman’ın kulları yeryüzünde tevazu ile yürürler
ve cahiller onlara muhatap olduklarında, Selam der geçerler” (25/63). Her
insanla çok yakın olmak zorunda olmasak bile, köprüleri atacak kadar dışlamak
iletişimi koparmak da doğru olmasa gerektir.
Bu konuda Hz.Ebu Bekir’le ilgili nazil olan bir ayet vardır
(2/224) İfk olayından sonra, daha önce cömertçe ihsanda bulunduğu birine,
iftira edenlere katıldığı için, öfkelenmiş yardımını kesmeyi düşünmüştü. Sonra
ayet geldi ve ihsanına devam etmesini tavsiye etti. Peygamberimiz de, yanına
gelen ve kabaca davranıp yardım isteyen bir bedeviye de, Mekke fethinde de hem
affedicilik, hem de cömertlik sıfatıyla muamelede bulunmuşlardı. Bir farkla ki,
hem amcasının hem de kendisinin yüreğini parçalayan Vahşi için, kendisine
görünme yasağı getirmişti. Gördükçe, inanmış bir sahabiye karşı kalbinde bir
burukluk hissetmesin diye!..O, kendine yapılan her şeyi affederdi, Hak adına
yapılan haksızlıklara karşı koyardı…
d-Mücadele ve Hizmet:
Müminlerin öfkesiyle ilgili ikinci ayet, kalplerdeki öfkenin
çekip alınması için, mücadele alternatifini getirmektedir.Günümüzün öfkesiz,
öfkesiz olduğu kadar manevi lezzeti en bol olan mücadelesi, “İnanç, Kültür ve
Ahlak Hizmeti” dir. İnsanların aydınlanması yolunda gayret göstermek, okumak,
dinlemek, kalp ve akıl yönleriyle aydınlanmak ve bu bilgi ve inanç nurunu
insanımıza hatta bütün insanlara hizmet olarak götürmek tir. Hiç bir maddi
manevi karşılık beklemeden, Allah rızasını amaç edinmiş, öfkenin yüzlerine bile
misafir olmadığı aydınlık simalı insanları arar bulur, sıkça misafirleri
olursanız, öfkenin size zarar verecek şekilde musallat olamayaca ğının taahhüt
altına alındığını da görebilirsiniz. Muhabbetin, tebessümün, hoşgörünün,
cömertliğin, ikramın, vefanın, fedakarlığın, yardımlaşmanın,ilim ve irfanın ve
gerçek kardeşlik hissinin nasıl müşahhaslaştığına şahit olursunuz
Öfke bir aksiyondur. Tembel, uyuşuk insanı bir anda kasırga
haline dönüştürüverir. Bu, bulunmaz bir fırsat ve özelliktir doğrusu!
Aksiyon!..Asırlarla ifade edilebilecek mahrumiyet noktamız!..Şimdilerde hipodromlara
ve sirklere hapsedip, başımızdan attığımız, tarihe nallarıyla imza attığımız
baş tacımız küheylan yanımız!..Kıtalar aşardı, yorulur, çatlar ama hiç
kızmazdı, Değil bir Sultanı, piyadeyi bile sırtından atmazdı!..
Öfkenizi yok edemez, denetim ve yönetim altına alarak olumlu
yüksek enerjiye dönüştürebilirsiniz. Bu da öfkenizi, geniş bir pistte uygun bir
kul varda, O Küheylan gibi koşturmanızla mümkün olabilir. Öfkenizi bedeninizle,
yakın çevrenizle sınırlı tutmayınız. Uluslar arası, denizler aşırı yarışlara
siz de katılınız; basit öfkelerin kurbanı olup da göçüp giden kervanın
arkasından dağlar başında öfkenizle baş başa, yapayalnız kalmayınız!
Öfke bir aksiyondur, bulunmaz fırsattır. Onu ilim ve iyilik
yollarında, hizmet alanlarında iyi değerlendirebilir, hayırlara vesile
kılabilirsiniz.
e-Tövbe ve İstiğfar:
Allah’ın affına sığınmak da öfkeyi tedavi eder: İnsan
yaratılışından gelen ya da sonradan edinilen yapısıyla öfkelenmeye yatkındır
veya değildir. Kimisi de çok veya az yatkın olabilir. İncelediğimiz her madde
adeta ayrı yapıda olanlara hitap ediyor gibi. Yukardaki dört madde sanki bize
dört grup öfke tipli insanın çerçevesini çizmektedir. Her mizaç farklı
olduğundan tedavi şekli de farklı olur.
Pratik zekaya sahip insanlar, yutkunma gibi pratik
çözümlerden daha çok etkilenebilirler.
Duygusal yönü ağır basan insanlar, iyilik yapmanın,
cömertliğin kanatları altında daha mutlu olur, öfkelerini bu yolla kolayca
bastırabilirler. Liderlik yapısıyla önde olan insanların kullanabilecekleri en
önemli silah affedicilik olmalıdır, çünkü çoğunlukla o makamdan hitap eder, o
tarz duyguları yaşarlar, yönetimleri altında bulunan insanlarla sürekli
iletişim içinde olurlar. Affedicilikle hem düşman azaltır, hem dost
çoğaltırlar.
Aktif, dışa dönük, hareketli insanların öfkelerini
dizginleyebilmeleri, istidatlarına göre aksiyon gösterecekleri hizmet
alanlarında istihdam edilmeleriyle sağlanabilir. Çağlayanlara yön verilir,
buradan çağlar giderler, coşkuyla koşarlar her yerde enerji üretecek
müesseseler kurarlar!..
Tövbe istiğfar da, her gruba hitap etmesi yönüyle en
kapsamlı ve en etkili bir usûl sayılabilir. Çünkü doğrudan Allah ile irtibat ve
halini ona açma, ondan yardım isteme söz konusudur.
Tövbe istiğfar, öfkeyle irtibatlandırılacak olursa iki
şekilde uygulanabilir. Birisi, doğrudan Allah ile ilgili haklar konusunda
yaptığımız yanlışlarla ilgilidir. Sözgelimi öfkelenen bir insanın stres
yaşaması, bunalıma girmesi sonucu gidip içki, fuhuş gibi günahlara dalması
sonrasında da tövbe ile dönüş yapmasıyla olur.
Diğeri de öfkelenme sonucu başka bir insanın kalbini kırması
ona bir şekilde zarar vermesi şeklinde olur. Bunun için ise tövbe-istiğfar
yanında, o insandan özür dileme helallik alma esası getirilmiştir. Aksi
takdirde bu hesaplaşma ahirete kalacaktır. Orda sevap ve günahların karşılıklı
transferi söz konusudur ki, hadisin ifadesiyle insanın müflis olması
mevzu-bahistir. Dünyada özür dilemekte büyük yarar vardır.
Öfkenin canına okuyan özür dileme iki boyutuyla karşımıza
çıkıyor. Birisi Allah’a karşı diğeri de insana karşı…Her ikisi de tamamiyle
insanın kendini yenmesinin, öfkesini yenme yolunda ciddi bir adım atmasının
ifadesidir. Peygamberimizin diliyle gerçek babayiğitlik-pehlivanlık da budur.
Özür dileme bir düğmeyle karanlığı aydınlığa çeviriverme gibi, iman gibi, ihlas
gibi, çok sırlı bir oluşumdur. Gelişimle ilgili kitaplarda çok işlenen, yeni iç
temsil oluşturma, yeni pencere açma, swish modeli uygulama gibi yöntemler, aslı
ve daha etkilisi zaten kültürümüzde olan uygulamalardır. Bizde zihinden kalbe
inme, tüm ruhu kaplama, ebedlere uzanma vardır. Bilinçaltımızı şartlandırsak,
dilimizi bu iki buutlu özür dilemeye bir alıştırsak, çoğu öfkemizi daha baştan
kontrol al tına alma ve hayır yolunda yönetme şansına sahip olacağız.
Bir de özür dilemenin insana kazandırdığı bir huzur ve
mutluluk vardır. Bir taraftan öfkenizi yatıştırmış oluyorsunuz, bir taraftan
karşınızdaki insanın gönlünü alıyor iletişimi tazeliyorsunuz, öbür taraftan da
kendi içinize huzur ve saadet pompalamış oluyorsunuz. Çocuğunuzdan, eşinizden
özür dilemekle başlayabilirsiniz. Böylece onları da buna alıştırmış olursunuz.
Ancak bu, boyun eğme, taviz, çıkar, gösteriş, övgü vb. şekillerde olmamalıdır.
Peygamberimizin günde 70-100 kez istigfar etmesinin
hikmetlerinden bir tanesi de bu noktada daha iyi anlaşılıyor. Her istiğfar, bir
önceki öfke halimiz için bir silme ve temizleme görevi üstlenirken bir sonraki
zaman diliminde, meydana gelebilecek öfke halimiz için de ön hazırlık ve tedbir
alınmış oluyor. Adeta sinir sistemimizi öfkeye karşı hazırlıklı olması için
uyarmış, alarm vermiş, temkinli olmasını sağlamış oluyoruz.
Şayet samimi tövbe-istiğfar ve özür dileme alışkanlığımız
yoksa, üstelik günahlara açık yaşıyorsak, maalesef öfkenin kurbanı olmaya açık
bulunuyoruz demektir. Her öfkelenen, günahkar bir insan demek değildir. Ancak
günahlar, ile öfke arasında çok ciddi bağlantı olduğu da inkar edilemez. İkinci
ayet, günahlardan kaçan insanların öfkesinden bahsediyor;. Günah işleyenlerin
öfkeye daha yakın olabilecekleri kendiliğinden anlaşılmaktadır.
Günahlar birer öfke tetikleyicisi olabilir. Çünkü günahlar
ruhta dengeyi bozar ve ciddi boşluklar oluşturur. İnsanın ruhundaki bu zaafları
örtebilmesi, boşlukları kapayabilmesi için elindeki tek güçlü silahı, öfkedir.
Öyle bir silah ki menzili çok uzun, mermisi de tükenmek bilmez…Mermilerin
çapına göre yaptığı tahribat da farklı olmaktadır.
Her günah, bir Ruh çizgisi veya örgü ipi gibidir. İnsanda
ciddi bir psikolojik oluşuma yol açar; farklı bir ruh tablosu veya örgüsü
ortaya çıkarır. Günahın insan psikolojisinde en büyük etkisi utanma ve aşağılık
duygusu oluşumu olabilir. Zira günah ruhta zıtlaşma demektir. Ruh özünde
Rabbiyle yaptığı sözleşmeye sadık kalma eğilimindedir; her doğanın tertemiz
fıtratla doğmasının anlamı budur. Ne var ki günah bombardumanı karşısında
ruh,bu sözünü tutamamanın baskısı altında ezilir, “Öz benliğime yakışmayan
şeyleri yapıyorum” diye içten içe tedirgin olur, dayanamadığı noktada da bir
dış etkenle öfke hali kolayca zuhur ediverir. Psikologların, sorunlu
hastalarını anlama adına geçmişlerine inmeleri, güzel bir yöntemdir. Ne var ki
bu, çocuklukta başa gelen, istenmeyen olayların fiziki boyutlarının tespitiyle
sınırlı kalmaktadır.
Ruhun incinmişliği üzerinde önemle durulmalıdır. Bu duruş da
Ruh ile Ruh Sahibi arasındaki küslüğün ya da yabancılığın kaldırılması şeklinde
olmalıdır. Bu, şu demektir: Özellikle çocukluk dönemindeki şiddet ya da taciz
etkisinde kalanlar, bir çeşit kader kurbanı ya da kader düşmanı psikolojisi ne
girebilirler. Her şeyi yaratan varlık kültürüne sahip olduğundan, içinde
bulunduğu kaotik durumun sebebi olarak Yaratıcısını görebilir. Sonuçta da
kendisini; ya her şeye küskün ya da her şeye üstün bir ruh insanı olarak
benimseyebilir.
Bu da ruhsal hastalıklar, kişilik ve davranış bozukluğu,
anlamına gelmektedir. Özellikle kader konusunun yanlış algılanması, çoğu
insanın duygu ve düşüncelerini kontrol etme ihtiyacı bile duymamalarına yol
açabilir. Uzman ilahiyatçıların da bu tür hastalıklara yapacağı katkılar
olabilir. Günah diye tanımlanan ve bilinen yanlış davranışların da, insan
ruhuyla Yaratıcı arasındaki bağlantısı ve kaderle ilişkisi açısından hem
duygusal hem de mantık sal boyutta irdelenmesinde yarar vardır. Böyle bir ruh
halinin öfke konusunda duyarlılığı da farklı olabilecektir.
Günahlar, bırakın öfkelenmeyi, insanın ruh dünyasını allak
bullak edebilecek inkarcılık girdaplarına bile itebilir.Öfke tehlike sınırını
aşarsa ruhta bir başkalaşma ve kimlik bunalımı meydana getirir, sîret değişimi
başlayabilir ve insan kendini, öfke ile inkar kısır döngüsü içinde
sonsuzlaşmaya ikna etmiş olabilir. Şeytan, Firavun, Ebu Leheb gibi örnekler bu
konuda irdelenmesi gereken konulardır.
Bu sebeple her günah içinde küfre giden bir yol olabileceği
söylenebilir. İnsanın nefsi günah tadını (özellikle haram yiyecekler-içecekler,
cinsellik, şöhret vb) hem duygu hem düşünce hem de beden olarak sürekli tatmak
ister. Bunun yanında namaz ve oruç da ona çok ağır gelir. Öfke bu iki alanın
çatışma noktasında, eksi-artı yüklü bulutların çarpışmasıyla şimşeklerin
meydana gelmesi gibi, ortaya çakır. Nefis “lezzete devam!” derken, vicdanı,
kalbi, aklı “Dur! Harama girme! Allah”ın yasağıdır,Cennet cehennem var!” der ve
nefsine engel olan bu güçlere öfke duymaya başlar.
Engelleyici konum da olan anne-babalara karşı çocuklarımızın
isyankarlık yapmaları, bazısının, hakaret edecek, reddedecek hatta hayatından
silecek hale gelmesinin temelinde de benzer iç çatışmalarını görebiliriz.
Nefis hesabına insanın, kendini engelleyen varlık olarak
Allah’ı, Peygamberi, Kur’an’ı, Dini görmesi durumunda, insanlık tarihi boyunca
gözlenen inkarcılık kişiliği, bir öfke patlaması sonucu, oluşmaya başlıyor
demektir. Öfke, öfke duyulan varlığın büyüklüğü oranında büyüklük
kazanmaktadır. Ve Allah’ın gadabı daha çok bu tür inkarcı ve günahkar toplumlar
üzerine olmuştur. Allah için ifade edilen “Gadap” kelimesinin, sadece bu ayette
insanlar için genel olarak kullanılması da, inkar-günah-öfke ilişkisini
göstermesi açısından dikkat çekicidir.
İnsanları öfkelerin oluşturduğu bunalımlardan ve
depresyondan kurtarabilmek için, ciddi bir iç restorasyona ihtiyaç vardır. Öfke
doğuran günah kaynaklarını tövbe ile kısırlaştırmak, boşlukları istiğfar ile
kapatmak lazımdır. Maddi ilaçlar sinir sisteminde belli etkiler yapacaktır
şüphesiz ama ruh, kendi gibi ruhî (ruhsal), ruhanî hatta Rabbanî ilaçlar ve
tedavi yöntemlerinin uygulanmasını istemektedir. Nitekim ikinci ayet açıkça,
günah karşısında Allah ile buluşmayı önermektedir.
Tövbe istiğfarla buluşmanın en sıcak ve duyguların yoğun
olarak çimlendiği mekanlar, şüphesiz secde yerleridir. Öfkenin etkili
ilaçlarından birisi de namaz kılmak, kılamıyorsa bile kılınan mekanda
bulunmaktır veya seccadeye oturup öylece beklemektir. Psikiyatristler, öfkenin
yol açtığı psikolojik rahatsızlıkların tedavisinde, terapi uygulamalarında
hastasının, seccadesine oturup cenneti düşünmesini bile önerebilirler.
Seccadede bir ruh tamirinin yapıldığını söyleyebiliriz.
Peygamberimizden sonra asırlarca, mescidler dünyaya ve bilimlere ait pek çok
meselenin tartışıldığı ve çözüme ulaştırıldığı mekanlar olmuştur. Devlet
idaresi ve savaş hazırlıklarının zihnî boyutu, cami ortamında (ki şadırvan
suyunun ruha, cenneti anımsatan şırıltı seslerini duyurmasıyla)
gerçekleştirilmiş, gökyüzünü gözleme yerleri bile cami kubbelerinde
oluşturulmuştur. Bunlar, secde ile ruhta pozitif bir gerilim, zekada canlılık,
duygu ve düşüncelerde, su gibi durulaşma meydana getirilmesi açısından konumuza
uygun düşmektedir.
<span
style="color:#ff0000;"><strong>3-HADİS-İ ŞERİFLERDE
ÖFKE</strong></span>
a-Öfke kalpte bir kordur.
Bu ifade Peygamberimize aittir (age,16/373 ) Ayetlerde öfke
için böyle bir tanımlama olmamasına rağmen, çehenne min öfkeyle yutkunması,
çatlayacak hale gelmesi tasvirine denk düşmektedir. Demek ki insan mahiyetinde
cehennemden bir kor çekirdek taşımaktadır. Öfke ile adeta bu çatla- makta,
gelişmekte koca bir ağaç halini alabilmektedir. Her öfke, cehennemdeki ateş
ağacını büyütmektedir.
b-Öfke, kötülüklerin anasıdır:
Peygamberimize değişik zamanlarda gelip, kötülüklerden uzak
tutacak, cennete götürecek akılda kalıcı az ve öz amelin ne olduğu sorulunca
“Öfkelenme!” şeklinde cevap vermişti (age.,12/107) Öncelikle Peygamberimizin
bunu, “Öfke duygusunu yaşama! yok et!” anlamında değil, “Öfkenin emrettiği
kötülükleri yapma!” anlamında söylemiş olduğu açıktır. Ayrıca tek kelimelik
cevapla, psikolojik olarak insanın dikkati sadece öfke üzerine
yoğunlaştırılmakta, dikkati dağıtacak başka konular gündeme getirilmeyerek, bu
konudaki ciddiyet ve hassasiyetin dağılması önlenmiş olmaktadır.
Peygamberimizin tek kelimeyle cevap vermesi, muhtemelen,
bütün kötülükleri sıralamamak ve hepsine işaret etmiş olmak için de olabilir.
Öfke adeta bir kısır döngü başlatma düğmesi gibi, zincirleme duygu
patlamalarına ve her duyguyla, o duyguya uyan bir günah işlenmesine yol
açmaktadır. Bu halkalardan biri Anksiyete-sıkıntıdır. İnsanın öfkesi uzun süre
gitmezse kalıcı bir stres ve depresyon oluşturabilir. Sıkıntı ise bilindiği
gibi insanı efkar atmak için farklı günah yerlerine sürükleyebilir; içki,
kumar, uyuşturucu, fuhuş gibi…Öfkenin tortusu olan sıkıntı böyle günahlar
işletirse, öfke insana neler yaptırmaz ki!
Diğer bir halka, hınç, kin ve düşmanlık duygusunun
oluşmasıdır ki, bunun sonucu intikam almaya, cinayete, hatta katliamlara kadar
uzanabilir.
Öfke ile ağızdan çıkan bir kaç kelime yerinde eş
boşattırırken yerinde insanı imandan da edebilmektedir. Kalp kırmalar ise
olağan kabul edilir.
Bu gibi durumlara bakarsak, öfkeli insan adeta iki kolunu
açıp, can ciğer iki dostunu kucaklamak istemektedir: Şeytan ve nefis!..
c-Öfkenin hayırlısı-şerlisi:
Peygamberimiz öfkelenenleri iki ana kategoride ele almıştır
(ega.,16/373): Çabuk öfkelenenler geç öfkelenenler. Bunlar da ikişer gruptur.
Bir kısmı çabuk sakinleşir bir kısmı da geç sakinleşir. Bunların en hayırlısı
ağır öfkelenip çabuk sakinleşendir. En şerlisi de çabuk öfkelenip geç
sakinleşendir. Karşımıza dört ayrı öfkeli insan tipi çıkmaktadır. Evimizde
kullandığımız, diyelim; dört sıcaklık ayarlı fırınlar gibi. Mikro dalga fırın
ölçümüze tam uymuyor. Uymuyor, fakat güzel ders veriyor; hızla üretilen ve
hızla tüketilen teknolojimizi ve israf ekonomisini anlatmış oluyor. Önemlisi
insanoğlu çabuk üreyip çoğalıyor fakat kitleler halinde çabuk da imha ediliyor.
Herhalde çabuk öfkelenen ins şeytanlarının öfke ateşinin kurbanları
oluyorlar!.. En ideal öfke tarzı, geç öfkelenmek fakat çabuk sakinleşmektir.
Bu, yaratılıştan mizaç olarak da gelse, sonradan oluşturulmuş bir karakter de
olsa, sonuçta duygu ve düşüncede bir kontrol, denetim ve yönetim söz konusudur.
Öfkelenme-sakinleşme arası süre ve ortaya koyduğu olumlu-olumsuz sonuçları, o
öfkenin hayır-şer oranının bir ölçümü ve göstergesi olmaktadır.
d-Gerçek pehlivan öfkesini yenendir:
“Güçlü insan rakibini yenen değil, öfke halinde kendini
yenendir” (age.,16/105). Burda iki savaştan söz ediliyor. Dış mücadele, iç
mücadele. Peygamberimiz bir sefer dönüşü: “Şimdi küçük savaştan büyük savaşa
dönüyoruz! O da nefistir!” demişti. İnsanın en büyük düşmanı nefsidir, nefsin
peşinden gölge gibi ayrılmayan şeytandır. Ve öfkenin merkez çekim gücünü de bu
iki kutup oluşturmaktadır. Gözün gördüğü, renk renk farklı lezzetleri, maddi
zevkleri, kısaca dünya güzelliğini de hesaba katarsak, insan, bir minderde üç
rakiple yaka paça olmak zorunda. Dünya hayatının zevkini yaşayamamak bile
insanın öfkelenmesi için yeterli bir sebeptir. Hazırlanamayan sofra aç insanı,
uzun süren bir sohbet veya konferans sigara tiryakisini, işlerin kuyrukta
bekleyerek uzaması evinde keyif çatmak isteyen kimseyi nasıl da kızdırır!
Bu ve benzer bütün durumlarda, dışı değil içi obje
yapmalıyız. Mesela gözlerimizi kapayabilir, içimizle karşı karşıya kalabiliriz.
Bizi öfkelendire- bilecek görüntüleri, bir an için görüş alanımızdan
çıkarabiliriz. Kur’an zinaya götüren yollardan biri olarak gözleri görmekte ve
sürükleyici görüntülere karşı kapanmasını istemektedir. Aynı taktiği öfke
savaşımızda da kullanabiliriz ( 24/30). Bu strateji, bizi öfkelendiren bir
insan için de geçerli olabilir. Yüzünü görmediğimiz bir insana karşı en azından
öfke seviyemizi dondurmuş, önü alınmaz hale dönüşmesini engellemiş oluruz. Bu
resmen bir pehlivan gibi nefse bir el-ense çekmek, şeytanı paçasından yakalamak
gibidir. Bu, göz yumma hilesiyle hasımlarımızı tuş bile edebiliriz. Biz daima
güçlüyüz…
e-Öfkeyi yok eden sırlı kelime:
Peygamberimiz, münakaşa eden, birbirlerine ağır sözler
söyleyen ve öfkenin belirtileri yüzlerine vuran insanları görür ve şöyle der:
“Ben bir kelime biliyorum onu söyleseydi bu öfkesi giderdi, o söz: Eûzü billâhi
mineş-şeytânirracîm’dir.!”(age.,16/107) Şeytanın in- sanı etkileme gücünü ve
yöntemlerini geçmiş konularda yeterince işledik. Allah, Nebisine hatta, deyim
yerindeyse kendi ahlakına benzeyenleri sever. Şeytan da tabi ki kendine
benzeyenleri..Öfkelenmeden önce bu konuyu ciddi olarak oturup
değerlendirmeliyiz.
Ben öfkelendiğim zaman neye benziyorum.Ya da öfkelenen
insanlara baktığımda ne görüyorum? İnsan hangi haliyle daha sevecen olmaktadır,
hangi haliyle de daha ürkütücü ? Öfkelenince bir aynaya bir bakabilsek!..Ya da
ayna yerine; biz öfkeliyken yüzümüze korku içinde bakan cefakar eşimizin ve
masum yavrularımızın simalarına bakıp o ifadeyi bir okuyabilsek!..Vicdanımızı
bir uyandırabilsek!..Onlara sarılıp koklayabilsek!..
Çirkinleşmeyi bilinçli olarak kimse istemez. Kurt
adamlaşmayı hiç istemez. Şeytanlaşmayı asla!..Allah’ın güzel isimlerini
yansıtan, Allah’ın kendi Cemalî elleriyle (Sad, 38/75) yaptığı,
biçimlendirdiği, cennet tablosu bu yüzü, insan nasıl çirkinleştirir Allah
aşkına!..
“Belli ki bir kısım çirkin ellerin bunda parmağı var.O eller
kesilmeli!” demeli, kesmek için de her öfke halinde “Eûzü…çekmeli!”. Aslında
insanın “Allah!” demesi yeterlidir. İnanan şuurlu insan, Allah’a ve O’nun
Basar’ına rağmen öfkesini sürdüremez!…
Öfke halinde anında aklınıza gelecek böyle bir düşünce
geliştirip zihin askınıza takabilirsiniz. Güzel yüzünüzün tebessüm eden dev
resmini, hayal panonuza yapıştırabilirsiniz. Öfkelendiğinizde, simsiyah kirli
bir elin o güzel resminizi çizmek üzere olduğu aklınıza gelir, anında sırlı
cümlenizi söyleyerek onu kovabilirsiniz. Allah cemaline yakışır güzel yüzünüzü,
öfke çirkinliklerinden korumak kesinlikle sizin elinizde! Ve dilinizdeki o
sırlı kelimede!..
f-Öfke-şeytan-ateş-su ilişkisi:
“Öfke şeytandandır.Şeytan ateşten yaratılmıştır. Ateş ise su
ile söndürülür. Öyleyse biriniz, öfkelenince hemen kalkıp abdest alsın!”
(age.,16/106). Hadis öncelikle öfkenin şeytandan olduğunu açıkça
belirtmektedir. Yukarda belirttiğimiz gibi, öfke zincirleme günahlara sebep
olmakta, şeytanı memnun edecek sonuçlar doğurmaktadır. Burada şeytanın oyun ve
hilelerinin bilinmesine bir teşvik hissedilmektedir. Şeytanı tanır, öfke üreten
taktiklerini kavrarsak, ona göre tedbir alır, öfkenin önünü de kesmiş oluruz.
Ayetlere dayanarak şeytanı ele almaya çalışmıştık.
Şeytan, Allah karşısında ateş kimliğine sahip çıkmış kibirle
savunmuştu. Su katılmış balçıktan yaratılan Adem’den nefret etmiş, onu düşman
ilan etmişti. Bu, suya yakınlığımız oranında şeytandan ve körükleyeceği öfkeden
uzak kalacağımız anlamına gelir. Ayrıca abdest, kan dolaşımına ve sinir
sistemine müspet etki yaparak öfkenin yatışmasında önemli rol oynamaktadır.
Öfke duşu alabilmek de yararlı olabilir, bir bardak su içmek de…
g-Öfkenin bir ilacı, ortam değiştirmek:
“Biriniz ayakta iken öfkelenirse hemen otursun,öfkesi
geçerse ne ¬âlâ, geçmezse yatsın!”(age.,12/106)
Öfkeli insan tipleri farklı olduğu gibi, onların öfkesini
söndürecek yöntemler de farklı farklıdır. Değişik alternatifler üretilebilir.
Mizaca göre en uygun yöntem belirlenebilir. Ortam değiştirme, ilgiyi ve uğraşı
başka alanlara çekme, öfkeli insan için en pratik çözümlerden birisidir. Fakat
yağmurdan doluya koşmamalı, günah ortamlarına dalmamalıdır. Temiz havayı derin
solumak, beyne oksijen pompalamak yararlıdır. Kalbe ve zihne güzel düşünce zerk
edecek ışık yüklü dostlar da güzel çaredir!..İnsan, insan psikolojisin den
çabuk etkilenir. Kendinize mutlaka öfkesini kontrol edebilen dengeli, temiz
dostlar edinmelisiniz.
<span
style="color:#ff0000;"><strong>KUR’AN’DA ÜZÜNTÜ</strong></span>
Üzüntüler, insan ruhunu sıkan prangalar
Kur’an’da sıkça geçen ayette, mahşerde takva sahiplerine
korku ve üzüntünün olmadığından bahsedilir (10/62-63). Bu iki duygu insanın
mutluluğunun anahtarı gibidir. Cennetin güzelliği ve sonsuz lezzeti bu iki
duygunun yokluğuyla daha iyi anlaşılacak demek ki. Dünyada bile, üzüntü ve
korku insanın hayatında esas iki duygudur ki öfke dışında, hayatın tadını alıp
götürmede, bu ikisinden başka güçlü duygu yok gibidir.. Öfkede bile bir çeşit
sadist zevk vardır ve insan psikolojik olarak öfkeden bir avantaj sağlayabilir.
Oysa bu iki duygu, tamamen insan psikolojisini kemiren iki virüs gibidir.
Üzülmek, insanî bir ruh olayı olup, fizik yapımızda da etkisini göstermektedir.
Ruhumuzun bütün mekanizmaları da bu olaydan etkilenmektedir.
Vicdan, ruhun içe dönük kalp yolculuğunun, irade de ruhun
dışa dönük akıl faaliyetinin koordinatörleri gibidir. Ve ikisi arasında geniş
bir işbirliği alanı vardır. Bilinçaltı bahçesi, hayal aynası ve insanın varlık
kimliği diyebileceğimiz nefis, vicdan ve iradenin en çetin mücadele
sahalarıdır. Bu üç stratejik bölgede şeytanın da gözü vardır ve ilk hücumlarını
sürekli bu cephelerden yapmaktadır. O kadar ki bilinçaltı şeytanın sofrası,
hayal ekranı onun uydu yayın üssü, nefis de baş konsolosu olabilecek
durumdadır. İşte vicdan, irade ve şeytan güçlerinin, duyuları da kullanarak
oluşturdukları farklı etkilerin sonucu; kalp, bilinç ve nefsin ortak kullanım
malzemesi ve beslen me ürünleri olan, duygu ve düşünceler ortaya çıkar. İradenin
son kararıyla da, beden davranışı olarak uygulanır.
İnsanı çözmek oldukça zordur. Çünkü Allah’ın bütün
alemlerine ait özellikleri mahiyetinde taşımaktadır. Maddi yapısı itibariyle
genel gen haritası yeni belirlenebilmiş olan insanın, ruh haritasını çizmek,
duygu ve düşüncelerini kapsamlı bir şekilde okuyup psikolojik kesin çözümler
üretmek kolay olmasa gerektir. Günümüzde, beyin zekasından sonra, duygusal ve
ruhsal zekadan bahsedil mektedir. Bu, Peygamberlerin, ortaya konabilecek bütün
zeka tanımlamalarını aşan Fetanet sıfatının gölgesi belki de kopyası olarak
nitelendirebileceğimiz bir “Evrensel Zeka” ya doğru gidilmekte olduğunun
ifadesidir diye düşünmekteyiz.
Biz, günümüzdeki yayınları takip etmekle birlikte, insanın
psikolojik yapısını anlamayıp çözüm üretme noktasında Kur’an’ı çıkış noktası
yapmaktayız. Bizzat Allah, Kur’an’ı, insan için bir şifa ve Rahmet kaynağı ve
yol gösterici kılavuz olarak tanımlamaktadır (17/82;41/44). Bal için de şifa
kavra mı kullanılır (Nahl,16/69). Son ayette ise, Kur’an’ın, çok boyutlu,
etkili ve en kapsamlı şifa ve tedavi yöntemlerini özetle ortaya koymaktadır:
“Size Rabbinizden bir öğüt, kalplerde olan (hastalık) lar
için bir şifa, müminler için çözümler sunan) bir yol gösterici ve (iki dünya
mutluluğu veren bir ) Rahmet olarak gelmiştir” (10/57).
Ayet öncelikle “Ey insanlar!” diye başlayarak konunun
evrenselliğine dikkat çekiyor. Ayrıca, öğüt, şifa ve rehber kelimeleri de
artikelsiz (nekre) olarak zikredilmekle bir belirsizlikten söz ederek; yöntemi,
zamanı, mekanı ve muhatapları en kapsamlı hale getiriyor.
İlk olarak, ayet, özellikle psikolojik rahatsızlıklarda ve
insanlar arası iletişimlerde, muhat.
abın durumuna en uygun olan anlatım tarzını belirleyerek,
duygusal yanını etki altında tutacak hikmetli sözler söylemeyi, “Öğüt”
kavramıyla ele almaktadır. İkinci olarak duygu ve düşünce rahatsızlıklarını
giderecek etkili bir tedavinin uygulanması gereğine vurgu yapılıyor. “Sadr”,
kelimesi, kalp, göğüs, baş, başlangıç, güzel yer gibi anlamlara gelir.
Ayetleri incelediğimizde, Sadr içindeki şüphe ve endişeden,
sıkıntıdan, vesvese verilmesinden söz edildiğini görüyoruz (7/ 2;26/13;114/5 ).
Şüphe gerçekten, üzerinde durulması gereken psikolojik bir rahatsızlıktır.
İnsan gerçekle mutlu olabilir. Herşeye şüphe ile bakan insan güçlü bir duygu ve
düşünce girdabına kapılmış demektir. Bu ister, inançla ilgili olsun ister eş
aldatmayla, ya da temizlik konusuyla ilgili olsun; Kur’an, kalpteki ve beyinde
ki arızaya ve rahatsızlığa dikkat çekmektedir.
Aynı şekilde bir o kadar tehlikeli olabilecek bir duygu ve
düşünce virüsü olan sıkıntıya da dikkat çekilmektedir. Bilimsel tedavi ve
ilaçların yanında, kalbin Allah ile huzur bulabileceği konusunu hatırlatmak
yerinde olacaktır. İlaçlar beyin hücrelerini nasıl etkiliyor iyileştiriyorsa, Kur’an
da duygu ve düşüncelere öyle şifa sağlayacaktır.
<span
style="color:#ff0000;"><strong>2-ÜZÜNTÜ DUYGUSUNU YÖNETME
PRENSİPLERİ</strong></span>
Üzüntü, kaygı, sıkıntı ve sters gibi, insanı mutsuz eden
duygulardan korunmak ve kurtulmak için şu hususlar yararlı olabilir.
a-Bunlar, bir ölçüde doğal karşılanmalı, birer psikolojik
hastalık olarak görülmemeli ve o hale de getirilmemelidir.
Geçmişte de benzer üzüntüler yaşamışızdır ve hayatta
gelecekte bizi üzecek daha pek çok olayla karşılaşabiliriz. Dünya hizmet yeri
olduğu gibi hüzün yeridir de…Cennet ücret yeri olduğu gibi mükemmellik ve
sürekli sevinç yeridir . Bu yüzden gerçek mükemmellik yeri olan cennette ancak
bütün üzüntü, korku ve sıkıntılardan soyutlanmış olabileceğiz.
Kur’an, israrla inanan ve hayırlı işler yapanlar için,
cennette korku ve üzüntü olmayacağını vurgular (2/38,62,262,274,2377;
5/69;6/48;7/35; 46/13) Her şeyin mükemmel olduğu bir yerde hiçbir şey mükemmel
değildir. Her şeyin mükemmel olduğu yer cennet olduğundan dünyada bütünüyle hiçbir
şey tam mükemmel olamayacak demektir. Kaldı ki hepimiz dünyanın zıtlardan
oluşan bir dünya olduğunun bilincindeyiz. Soğuk-sıcak, tatlı-acı,
karanlık-aydınlık, genç-yaşlı, iyi-kötü, şeytan-melek gibi…üzüntü-sevinç,
kaygı-huzur, stres-mutluluk, öfke-neşe, sevgi-nefret vb duygu çatışmaları ve
zıtlıkları da olacaktır. Önemli olan akıl ve kalbe yerleştireceği miz mekanizma
ile, dengeli ve ölçülü davranmayı öğrenebilmektir. Kömür içinde elmas ararlar,
üzüntü içinde saadet neden aranmasın?
b- Üzüntüyü gidermek için üzüntümüzü arttırabilecek hatta
yeni üzüntü kaynakları oluşturabilecek yoğun çaba içine girmek de yanlıştır.
Kırık kolla kavga etmek yanlış olduğu gibi, üzüntü, üzüntü
doğurmamalı acıyı arttırmamalıdır.Üzüntü ve stres derhal kontrol altına
alınmalıdır. Peygamberimize,”inanmıyorlar diye,üzüntüden kendini nerdeyse helak
edeceksin!”(18/6) uyarısı yapılmıştır. Buna göre, duygu ve düşüncelerin,
insanın kendine zarar verebilecek hale gelmesine izin verilmemesini
anlatmaktadır. Ayrıca buradan, gerçek üzüntünün Allah adına, insanlık hesabına
çekilmesi gerektiği de algılanabilir.
c-Üzüntüyü giderip huzur duymak gibi olumlu bir sonuca
ulaşmayı hedeflerken, kullanacağımız yöntemler de o güzel hedefimiz gibi güzel
ve faydalı olmalıdır.
Bazı insanlar üzülünce, efkar dağıtmak için kendilerini
içkiye, eğlenceye, haram ilişkiye verirler. Bu, tuzlu sudan yanmış insanın,
içini dindirmek için deniz suyuna koşmasına benzer. Bu şekilde bilinçte geçici
bir unutma ve duygularda oyalanma olsa da, bilinçaltımız üzüntü veren olayı
ısıtıp ısıtıp önümüze sürecektir. Bataklığı kökünden kurutma gibi konuya
esastan müdahale etmek gerekir.
Ayrıca günahlar asla üzüntü giderici ilaç olarak
kullanılamaz. Çünkü üzüntü sadece beyin hücrelerini ilgilendiren maddesel bir
olay değildir; o etkisini ruhta, vicdanda göstermektedir. Dert ruhsal olduğuna
göre, uzman tavsiyesiyle gerekli ilaçları almanın yanında, tedavi, ruhsal
vasıtalarda da aranmalıdır. İşte Kur’an’dan ilk öneri:”Sizin sıkıntınızı
giderecek olan, Allah’tan başkası değildir (17/56), “Kalpler ancak O’nunla
huzura erebilir” (Ra’d, 13/28). İlaçla tedavi de güzeldir, Allah’a yönelerek
tedavi aramak da güzeldir. İkisi birden olursa daha da güzeldir.
d-Üzüntüyü gidermek için belli yöntemlere başvurmak bir çare
olabilir.
Ancak esas olan, üzüntüyü gidermeye yoğunlaşmak kadar, huzur
ve mutluluk verecek faaliyetler içine girmek, en az onun kadar önemlidir.
Basitçe şudur: İnsan kainat kadar büyük olduğuna göre, kainatta cereyan eden
müthiş hadiselerden etkilenmeden, onu uyum sağlamadan hareketsiz boş oturmak,
evrenle olduğu kadar, ruhuyla, aklıyla, duyguları ve duyularıyla, mahiyetindeki
potansiyel yetenekleriyle zıtlaşması anlamına gelir ki başlı başına bu bile,
insanın sıkılması, üzüntü ve stresinin artması için yeterli bir sebeptir.
İnsanın eli bile boş durmak istemez, basitçe nesnelerle bile
oynar. Bu durumda boş kalmaktan asla hoşlanmayan bilinçaltı ve hayal gücümüz
rahat durur mu zannediyorsunuz? Ya bunlarla daima dirsek temasında bulunan
nefis ve şeytan?..Yalnızlık ve boş boş oturma sıkıntıyı çimlendirir, sıkıntı
ise günahlara yönelmek için hem önü alınamaz bir baskı yapar hem de nefis ve
şeytan için bulunmaz bir bahane ve fırsat yerine geçer. Ve genellikle amaçsız,
ortalarda tek dolaşanlar, hem iç hem dış şeytanlar karşısında kolay av olurlar.
Çözüm basit: Kalk ve çalış!..
e-Üzüldüğümüz konuları zihnimizde ölçüp biçmeli ve benzer
problemleri yaşayanlar hatırlanmalıdır.
Özellikle de kendimizi bizden daha kötü durumda olan
insanların yerine koyabilmeliyiz. Üzüntü konularına yoğunlaşmak onun etkisini
ve kalıcılığını arttırır. Üzüntüyü de paylaşmak gerekir. Kur’an’da bu konuda
güzel ipuçları vardır. Bir ayet yaz sıcağından şikayet edenlerle ilgilidir. Bu
sıcakta da sefere çıkılır mı deyenlere karşı “De ki cehennem ateşi daha
sıcaktır!” (9/81). Yaz güneşinden bunalanlara güzel bir mesaj vermektedir.
Diğer ayette de Allah verdiği nimetleri hatırlatıp ibret almaya ve O’nu tespih
etmeye davet eder: “Dileseydik o yağmur suyunu tuzlu yapardık! Şükretmeniz
gerekmez mi?”(56/70).Her su içişte şükretmek için zihnimizde oluşturacağımız
bir düşünce olabilir.
Dünyada pek çok insan, hem sıcakta hem de tatlı suya hasret
yaşayabilmektedir. Bir otobüs yolculuğun da, boş oturan insan lar sıcaktan of
puf ederken, siz, güneşin, başını perde arasından içeri uzatıp, sizinle beraber
kitabınıza göz vurduğunu, okumaya çalıştı ğını düşünüp tebessüm bile
edebilirsiniz. Tebessüm etkili bir ilaçtır. Nedense en çok lazım olduğu yerde,
üzüntülü halimizde onu kullan mayız…
Üç şerefeli minare örneği bu konuda zihnimizi aydınlatabilir,
ruhumuza huzur kazandırabiliriz. Her insan, hiçbir şey değilken insan olarak
yaratılır ve hayat merdivenlerinde Allah tarafından basamak basamak verilen
nimetlerle yükseltilir. Kimisi ilk şerefede, bazısı ortadakinde, kimisi de en
üst şerefede farklı derecelerdeki nimetlerle bırakılır. Bu durumda biz, orta
yolu bulup, hayata denge içinde bakmak içinde kendimizi ortadaki şerefede
düşünmeliyiz. Nimetler açısından, bizden az olanlara aşağıya bakmalıyız.
Üzüntüler, yoksulluklar, hastalıklar vb. konularda da daima bizden fazla
olanlara, yukarıya bakmalıyız. Ancak unutmamalı ki her teori ancak pratikle
hayat bulur, anlam ve değer kazanır ve hedeflenen sonuca ulaştırır.
Bunan pratiğini yapmakta yarar vardır. Bir sıra dışılık
yapıp üç şerefeli bir minareye çıkabilir misiniz? Çıkamasanız bile,
mezarlıklar, hapishaneler, hastaneler, düşkünler evi, çocuk esirgeme kurumları,
en azından mahallemizdeki bir hasta, yaşlı, yoksul bir insan ziyaret
edilmelidir. Bu yaklaşım, şükretmeyi de beraberinde getirecektir. Şükür ise
başlı başına bir ferahlık vesilesidir. Şükür huzuru da nimetleri de arttırır
(54/35; 4/147), insanın gönlünü genişletir. Fakat gerçek şükrü eda edebilmek
için, minare yolculuğu gibi, hayalen geçmişe bir tur düzenlemeli, bize peşin,
karşılıksız bol bol verilen nimetler hatırlanmalı, sonra da geleceğe yönelip
sonsuz cennetin bizim için hazırlandığını düşünmeli, çokça hamdetmeli. Bütün
üzüntülerimiz, sıkıntıları- mız bu iki boyutlu ışık yolculuğu arasında
sıkışacak, un ufak olacak, kaybolacaktır, kuşkunuz olmasın!
f-Üzüntünün sırlı bir ilacı da iyilik yapmak, burs, sadaka
vb…vermektir.
Hz.Hamza şehit edilip parçalanmıştı, Peygamberimizin de
yüreği parçalanmış ve çok üzülmüştü. Ayet geldi ve
“Sabret, üzülme, kaygılanma ve ihsanda bulun iyilik yap!”
diye teselli etti. (16 /127-128) Üzüldüğünüzde mutlaka bir hayır işi yapın,
sadaka verin. Sadaka, toplum anlayışı içinde olduğu gibi sadece yoksula ve
dilenciye para vermek değildir. Peygamberimiz bu kavramı çok geniş olarak
nitelendirmiştir. Yolda insanlara zarar veren bir taşı veya dikeni almak da,
birinin üzüntüsünü giderecek birkaç tatlı söz söylemek de, eşimizin,
arkadaşımızın içine huzur verecek bir tebessüm de sadaka sevabı kazandırır.
İyilik adına sadece şu son üç minik hareket yapılsa bile üzüntünün nasıl
dağılıp yok olmaya, yerini huzurun almaya başladığını göreceksiniz.
Cömertlik başlı başına bir üzüntü antikoru gibidir. Kalıcı
bir üzüntü tedavisi gerçekleştirir. Veren elen daima üstündür. Vermek, insanı
sevmek değer vermektir. Vermekle hem verende hem de alanda manevi haz veren
duygu ve düşünceler ruhları sarar ve aralarında samimi bağlar oluşur.
Karşılıklı sevgi ve saygı iletişimi gerçekleşir. Bunun sonucu yufka yüreklerde
oluşan manevi antikorlar, üzüntü ve sıkıntı mikroplarını her seferinde boğar
yok ederler. Cömertlik duygularıyla kundaklanmış ve dezenfekte edilmiş bir
ruhta, üzüntü virüsleri, asla girebilecekleri bir boşluk ve vasat bulamazlar.
Girmek isteyenler, yüksek fazilet basıncı altında anında yok edilirler.
g-Hem üzüntüyü hafifletecek hatta giderebilecek, hem de bizi
sabır atmosferine sokacak güzel bir düşünceyi de şu ayette yakalayabiliriz:
“Eğer acıyıp da üzüntü ve sıkıntılarını giderseydik, nefis
azgınlıkları artabilir ve iyice körleşirlerdi” (Müminün,23/75)”
Üzüntü, sıkıntı, kaygı, stres vb. duygular bıçak sırtı gibi
bir durumla karşı karşıya bırakır insanı. Bu duygular insanı günahlara karşı da
tetikleye bilir, hayırlara da vesile olabilir. Psikolojik rahatsızlıklara yol
açabileceği gibi, tam tersine insanın ruhuna sağlık, dinçlik güç ve hareket de
kazandırabilir. İnsanı bıkkın ve tembel yaptığı gibi, çalışması için bir kamçı,
başarısı için bir motivasyon aracı da olabilir. Ve üzüntülü halimizde israrla
ortaya koyacağımız eserler, ürünler, güzel çalışmalar ve başkasına yapacağımız
iyilikler, hayat boyu ruhumuzda mutluluk verici anıya ve elemden lezzete
dönüşecektir. Bu durumda biz, maddelerde ele aldığımız gibi bu duyguları
olumluya kanalize etmeye çalışmak zorundayız. İradenin bu kadarlık kavgasını da
verebilmeliyiz. Hemen teslim olmamalıyız.
Bu konuda ayet bize yeni bir bakış açısı kazandırıyor.
İçinde bulunduğumuz üzüntü, sıkıntı ve stres durumu, bizim için Rahmânî bir
frenleme mekanizması görevini yapmakta, daha çok üzüntü doğurabilecek durumlara
karşı koruyucu kalkanımız olmaktadır diye düşünebiliriz.
Hastalık, kaza, bela istenmemelidir. Fakat bizi zevkler
içinde günah bataklığına batıracak sağlık, neşe ve zenginlik, hiç
istenmemelidir. Çünkü birincisi daha çok kısacık beden ve maddi dünyamızı
ilgilendirirken, ikincisi sonsuz ruh hayatımızı tehlike içine atabilmektedir.
Bir insanın, planladığı haram bir işe giderken, arabasıyla
küçük bir kaza yapması, o haram eylemi gerçekleştirememesi, kaderin şefkatli
eliyle çarptığı tatlı bir tokat sayılabilir. Ve aklını başına getirmesi için,
bir yardım eli olarak yorumlanabilir. Hasta yatağında bir insanın, değil
olumsuz eğlence gecelerine katılması, ekmek ve sudan bile zevk alacak durumu
yoktur. Fakat bu onun için bir kayıp mıdır, yoksa ayıp mı? Yoksa rahmetle
başının okşanması mı? O an belki nefis, alışageldiği zevkler yerine acılar
duymaktadır ağlamaktadır, fakat ruh, akıl, vicdan ve yüce duygular sevinmekte
ve gülmektedir.
Kendi kendine konuşabilen insanlardan iseniz, sebebi ne
olursa olsun, bir sıkıntıya ve üzüntüye maruz kaldığınızda şöyle
diyebilirsiniz: “Ağla nefsim ağla! orda fena ağlatacaklar, orda ağlamamak için
burda ağla! Sen burada ağla ki kalbim ve ruhum orda gülsün!”. Evet nefsin
azgınlıklarına bir gem olması için, geçici olarak başımıza gelen her türlü
üzüntüye karşı, bu gibi olumlu bir bakış açısı ve söylem geliştirmek de
mümkündür.
h-Üzüntü, sıkıntı ve stres büyük buluşma için eşsiz bir
fırsattır.
İnsan orta varlıktır. Tabiri caizse, üst varlık olan Allah
ile alt varlık olan kendi dışındaki bütün varlıklar arasında kalır. Kalbi,
vicdanı ve aklının, nefis ve şeytanının etkisiyle mekik gibi ikisi arasın da
sürekli gelir gider. Bu düalite insanın ruhunu örseler, huzursuz eder.
Alt varlığa tam abone olanlar her konuda azgınlaştıkları
için, henüz yuttukları günah balının içindeki zehirin etkisinin farkında
olmayabilirler, üzüntülerini böyle geçiştirebilirler. Üzüntü, sıkıntı ve stres
yaşayanlar aslında sevinmeliler. Çünkü alt varlıktan nispeten soyutlanmışlar,
kendileriyle baş başa kalmışlardır. Bu Allah’a bir adım daha yakın oldukları
anlamına gelmektedir. Bunu iyi değerlendirir, hüzünlü yüzlerini, ayçiçekleri
gibi o nur kaynağına doğru çevirirlerse, “Rabbim! Ben geldim! diyerek kapının
tokmağına dokunurlarsa; “Kulum!” sesini vicdanlarında duyacaklar ayette
belirtildiği gibi, kendilerini keder yüklü karanlıktan, nur saçan aydınlığa
çıkaracak dostlarını karşılarında bulacaklardır (2/257).
Psikodramayı bilir misiniz? Tiyatroyu, piyes izlemeyi sever
misiniz? Ya da çoğu insanın müptelası olduğu dizileri izler misiniz? Hiç izlediğiniz
bir sekiç gibi kısa oyunu evinizde aile fertlerinizle canlandırmayı düşündünüz
mü?..Garip olurdu değil mi?..Oysa her gün belki her saat, zihnimizde, hayal
perdemizde, bilinçaltımızda ne oyunlar sahnelendirmekteyiz…İçimizde diyaloglar
yaşarız. Kendimize ve karşımızdakine roller biçeriz. İstediğimiz oyunu oynar ve
oynatırız. Normal yaşamda söyleyemediklerimizi söyler, yapamadıklarımı zı
doyasıya yapar, bizi üzen bir insana etmediğimizi bırakmayız.
Fakat bütün bu iç diyaloglar, geçici bir iç doyum yaşatsa
da, aslında, özellikle süresini ve masumiyet sınırını aşınca, kendimizi olumsuz
duygu ve düşüncelere programlama anlamına gelmektedir. Kur’an’da bu iç
programlama örneklerini görmek de mümkündür. Mesela, Ebu Leheb ve karısı
kendilerini tamamıyla ateş üzerine programlamışlardı. Kadın adeta ateş
kesilmiş, saçlarını tarayıp örme yerine urgan örüyor, güzel mücevherler takası
gerdanına asıyor ve gün boyu odun taşıyarak Peygambere geçit vermemek için
ateşler yakıyordu. Zengin ve soylu bir kadının ayette dendiği gibi, Hamallık
yapması, deliler gibi boynunda ip takıp toplum içinde dolaşması ne demekti?
Kendini Peygamber düşmanlığına programlaması demekti…
Kadınlık aleminin iftihar tablolarından bir tanesi;
Hacıların Hacı annesi, hepimizin anası, Hz.Hacer annemiz!..Kucağında ço cuk,
çöl ortasında tek başına işi neydi? Hiç korku, kaygı, endişe ve üzüntü duymuyor
muydu? Yavrusu susuz nasıl yaşayacaktı…Ama o, en zor bu durumda kendini
salıvermedi, koştu, epeden tepeye koştu…Suyu buldu ve tek başına çocuğunu yetiştirirken,
gelip yerle şenlere yardım ederek, organizatörlük yaparak, cihana bedel bir
medeniyetin temellerinin atılmasında öncülük yaptı. O, yoklukta varlık gayreti
gösterdi. Korkusunu, üzüntüsünü aştı, çölleri de aştı, medeniyet kuran bir
kadın payesine ulaştı…Bu ne demekti? Peygamberi mize Mekke beşiğini, bir Nine
kucağı gibi hazırlamaya kendini programlama demekti.
İster dış konuşmalarla isterse iç konuşmalarla, Hz.Meryem’in
mabet köşesinde yaptığı gibi, dualar eder, secdeye kapanır, Rabbimizin
karşısında diyaloglar oluşturabiliriz. Birbirlerine içlerini döken üzüntülerini
paylaşan ve moral bulan samimi insanlar gibi, içimizi Allah’a açabiliriz. Bunu
takviye için, hayat sahnesinde, bize manevi güzelliklerini yansıtacak temiz
hakikat arkadaşları seçebiliriz. Bir taraftan Allah’a diğer taraftan Allah
insanı insanlara göre hayat programlaması yapmak, üzüntülerin çekilmezliğinden
kurtaracaktır.
i- Beyninizde Rahmânın elini, Kalbinizde Rahîmin kabzasını,
hissetmek üzüntü ve stresi eritir.
Kur’an’da geçen el kavramı, kudret, rahmet, fazilet, hayır
ve yardım gibi manalara gelmektedir. Allah Bir’dir, zıddı, eşi, benzeri yoktur,
hiç bir varlığa muhtaç değildir, yoktan var ettiği sanatı cinsinden değildir;
bu yüzden gördüklerimize benzetemeyiz. İnsanlar anlasın, yakınlık ve huzur
hissetsin diye el kelimesi kullanılmıştır…
Aslında Allah’ın iki isminden bahsetmekteyiz. “Kâbıd” sıkan,
daraltan, kalbi kabzası içine alan demektir. Kalp, aynı zamanda düşünür
(bilinçaltı-bilinç ilişkisi gibi) beynin fonksiyonunu idare eder. İşte biz,
kalbimiz sıkılıyor derken, bunun etkisini zihnimizde hissederiz. Bu durumda
Rabbimizin duygu ve düşüncemize misafir geldiğini düşünerek, O’nun isminin
tecellisine, parlak bir ayna gibi mâkes olduğumuzu düşünerek, hüznümüzü
tebessüme çevirebiliriz. Gerçekten çok zaman geçmeden,“Bâsıt” isminin
(Genişleten, ferahlatan, sıkıntıyı gideren) tecellisiyle yüz yüze kaldığımızı,
yüzümüze bakanlar da hissedebilecektir. Şu söz ne hoştur!:”Lutfun da hoş kahrın
da hoş!”..Allah’ın sonsuz. Rahmet denizinde, bizim günahlarımız da,
üzüntülerimiz de erir gider! Ayetlerde belirtildiği gibi içimize ünsiyet ve
huzur lutf eder…
k-“Allah’tan geldik ve ona döneceğiz” ayetini düşünmek,
üzüntü ve stres veren şeylerin etkisini azaltır, bazen ortadan kaldırır.
Ölüm, hastalık, felaketler, kişilik ve aile sorunları, gönül
meseleleri, ekonomik problemler, vb. ne olursa olsun, etkisi kalbimizde duygu,
zihnimizde düşünce olarak bizi etkisi altına almaktadır. Bazen yakınlarımızdan
bile duyduğumuz bir söz günlerce aklımızdan çıkmaz, kimisini yataklara da
düşürebilir…
Bu söz de aynı kalbi ve zihni, en az onlar kadar neden
etkisi altına alamasın ki?: “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn”(2/156) O’ndan
geldik O’na döneceğiz. Bizce bunu düşünürken, sıkıntı ve üzüntü veren şey ne ise;
yukarda diyalog önerisinde bulunduğumuz gibi, onunla bire bir konuşmalısınız
da: “Rabbimin emriyle geldiysen hoş geldin sefâ getirdin. Biliyor musun ben de
ondan geldim! Beni O’na götürmeye mi geldin? Ama bil ki O’nun emri izni ve
isteği yoksa, sana paçamı kaptıracak teslim olacak değilim, dimdik ayaktayım ve
iyi bir insan olarak çevreme hep iyilik yapmaya kararlıyım!”.
Bu arada dudağınızın bir kenarına bir de bir hüzün tebessümü
kondurmalısınız! Hüznünüz, Rabbe iştiyakınızı, tebessümünüz de başınızdaki
bütün sıkıntıları temsil etmeli. Ve her üzüldüğünüzde, sıkıldığınızda (tebessüm
repliğinizle) bu düşünce ve davranış şeklini mutlaka ama mutlaka tekrar etmeli
ve değişimi görmelisiniz.
Üzüntü veren her belaya tevekkül etmeli, feryat etmeyi
bırakmalı. Çünkü feryat etmek, bunalımlar yaşatır, belayı ve stresi arttı rır.
Huzur ve sefa bela ve sıkıntı vereni bulmakla kazanılır. Hüzün veren şeyin
yüzüne gülmeli ki, o da gülsün, küçülsün, huzura dönüş sün ve yüzümüzü de
güldürsün! Biz sıkıntının yüzüne güldükçe o da küçülür, değişir o da güler.
Eğer siz gülemiyorsanız, gülmenin hayır lısını bilen bir dostunuzla
görüşmelisiniz!..
l-Üzüntü ve sıkıntılar bazen bir ikaz ve peşin ceza olarak
da değerlendirilebilir ve bu, günahlardan kaçan insanlarda da olabilir.
Alıştığımız bir ibadeti, okumayı veya bir iyiliği
aksattığımızda, görev olarak verilen bir bilgiye hizmet çalışmasını veya sosyal
faaliyetimizi, ihmal ettiğimizde, bazen de ben de artık dinleneyim deyip,
tenperverlik yaparak rahatımızı düşündüğümüzde, bir şefkat tokadı gibi, bu tür
sıkıntı ve üzüntü veren bir olayla karşılaşabiliriz, ya da durduk yerde çokça
sıkılabiliriz.
Rabbe teveccühden, hatalarımızdan dönmekten ve iyi işlere
yönelmekten başka çare yoktur. Bu durumda üzüntü ve sıkıntıyı, ekolojik
dengenin sağlanması gibi, ruh atmosferimizdeki dengenin bozulmasına karşı bir
düzenleme ve denge kazandırma durumu olarak da değerlendirebiliriz. Bazen
kendimiz de, aşırı gülmelerimiz karşısında, kalbimiz adına kendimize gelir ve
“Estagfirullah ya Rabbi!” diyerek durumumuza tepkimizi gösteririz.
Bu, yaklaşım şekli Kur’an’da vurgulanır. Önceki milletlere
doğru yoldan yan çizdikleri durumlarda; fakirlik, hastalık ve çeşitli
sıkıntılar verilmiş, uyarılıp, dönüş yapmaları için mühlet tanınmıştır.
Dönenler kurtulmuş, dönüş yapmayanlar da cezalandırılmışlardır (7/42).
Üzüntü, üzüntüye sebep olan yollarla çözülebilir. Üzüntünün
sebepleri aynı zamanda onun çaresi de olabilir. Boş boş oturmak, hayalde
tiyatro diyalogları geliştirmek insanı hep avutamaz, bazen de zarar verebilir.
Zihin meşguliyetten sınırsız zevk alır. Ve bizim üzüleceğimizi de pek düşünmez.
Kendimizi üzmemek için, zihnimizi yararlı rutin faaliyetlere alıştırmalıyız.
Haftada iki üç dost sohbeti ve çay toplantıları düzenleme, ihtiyaç sahiplerine
malzeme taşıma gibi…İnsanlar eğlence geceleri düzenlerler de üzüntü gecesi hiç
düzenlenmez. Oysa haftada bir kaç hüzün gecesi yararlı olabilir. Tabi ki bu,
gelin üzülelim anlamında değil, gelin ruhumuza, kalbimize, aklımıza gıda
sunalım, enerji yükleyelim de üzüntülerle baş edebilecek donanıma kavuşalım
anlamına gelmektedir.
m-Sıkıntı ve üzüntü aslında ruhun doğal tepkileridir.
Mevlana’nın Ney’i gibi inlemesidir. Aç kalan bebeğin
ağlaması gibi ihtiyaç feryatlarıdır. Ruh, ruhlar aleminden gelmiş bu ten
kafesine hapis olmuştur. Bedenin ihtiyaçları gibi onun da ihtiyaçları vardır.
Manevi gıdası ihmal edilince, üstelik sadece beden zevkleri altında ezilince,
huysuzlanmakta, bu da bedene sıkıntı olarak yansımaktadır. Hem ruhlar alemine
duyduğu özlemini hem de ruhsal ihtiyaçlarını, bu sıkıntı iletileriyle dile
getirmektedir.
Ruh, bazen kalbimizin güvercin kanadına benzer şekilde pır
pır etmesi ve titremesi gibi, tepki mesajlarını böyle sıkıntı ve üzüntülerle
iletmektedir. Bu tepkisini susturmak için, denize koşar gibi günahlara dalmak,
onu boğarak susturmak anlamına gelir. Çözüm, ruhumuzun gerçek hasretini
dindirecek ve ihtiyaçlarını giderecek okumalara, dinlemelere, ibadet, dua ve
hizmetlere yönelmektedir. Beden dilimizi çözmeye çalışan kitaplar olduğu gibi
davranış bozukluklarını inceleyen ilim adamları da vardır. Ruh dilimiz de iyi
irdelenir, dili çözülmeye çalışılırsa, psikolojik pek çok rahatsızlığın
tedavisinde de büyük kolaylık sağlanmış olacaktır. Çalışmamızda ayetleri ön
plana getirerek, ruhu konuşturmaya çalışmaktayız aslında!..
n-Üzüntün, sıkıntı ve stresin üstesinden gelmenin belki de
en kalıcı ve etkili ilacı namazdır diyebiliriz.
Sebebine gelince, bizce üzüntü ve sıkın tının en etkili ve
kalıcı sebebi günahlardır. Namaz ise bu olumsuz duygu ve düşünceleri üreten
bataklıkları kökünden kurutma eylemidir. Ayetlerde sıkça geçen Takva, genel
anlamda Allah’ın emirlerine uymak yasaklarından kaçmak olarak özetlenebilir. Bu
bir insanın sürekli olumlu duygu, düşünce ve davranışlar içinde olduğu, olumsuz
duygu, düşünce ve davranışlardan uzak kaldığı anlamına da gelebilir.
En basit örneğiyle namaz, ayetin ifadesiyle insanı her türlü
fuhuştan ve kötü görülen şeyden uzak kalmaya alıştırmaktadır (29/45). Her gün
en azından 5 kez insan, elini kolunu, ayağını, dilini gözünü kulağını
kötülüklere karşı bağlamaktadır. Duygu ve düşünce olarak da insan namazda
kötülüklerden arınır. Namaz esnasında kötülük yapamayan insan her gün beş zaman
diliminde bunu tekrar edince,bu bir alışkanlık haline gelmekte ve namaz
sonrasında da etkisi devam etmektedir. Benzer olayı oruç da gerçekleştir
mektedir. Böyle ruh eğitimi almış, duygu ve düşüncesi ve organları üzerinde
denetim sağlamayı öğrenmiş insanın, üzüntü ve sıkıntı duygusu üzerinde disiplin
sağlaması da kolay olabilecektir.
o-Üzüntü ve sıkıntının, diğer ilacı duadır. Namaz gibi
etkilidir.
Hatta bazen namazdan öndedir. Çünkü insanlardan uzak,
çoğunlukla tek başına Allah ile baş başa iken içten yapıldığından halis bir
ibadet sayılır. Olumsuz duygu ve düşüncelerin ruhta meydana getirdiği arızaların
giderilmesinde de çok etkili olur.
Dua vücuttaki rejenerasyon sistemini harekete geçirebilir.
Özellikle kalp ve vicdan merkez üstünde istemenin ve israrla yapılan duanın,
evreni aşarak titreşimler meydana getirmemesi, varlığımızda bir değişime yol
açmaması mümkün değildir. Bunu bir de, cehen nem alevlerini söndürecek güç-te
görülen göz yaşlarıyla taçlandıranlar, duanın etki gücünü çok iyi
anlayacaklardır. Peygamberimizin bu konuda çokça ettiği bir duayı tavsiye
edebiliriz:
“Allahümme innî eûzü bike minel-hemmi vel-hazeni ve eûzü
bike minel-acezi vel-keseli ve eûzü bike minel-cübni vel-buhli..”
“Allahım, tasa ve hüzünden, acizlik ve tembellikten,
korkaklık ve cimrilikten sana sığınırım”.
Evet, üzüntü, korku, psikolojik rahatsızlıklar ve ilacı:
Cömertçe malla ve canla dış aksiyon!..Ve iç aksiyonu ibadet ve dua!..
<span
style="color:#ff0000;"><strong>3-ÜZÜNTÜ PENCERESİNİ
DEĞİŞTİRMEK</strong></span>
Üzüntü ve sıkıntınızın ismini değiştirerek, yeni olumlu bir
isim takmanız ve farklı bir pencere açıp yeni bir çerçeve oluşturmanız da
etkili olabilir Bu ve benzeri pek çok yöntem, kişisel gelişimle ilgili
kitaplarda önerilmektedir. Aklın belirledikleri Kur’an’a uyuyorsa, uyuyordur,
baş-göz üstü demek lazımdır. Aslında akıl, Kur’anca düşünsün diye vardır. Bilmeyerek
de olsa pek çok akıl Kur’an gibi düşünebilmektedir. Ve önerdikleri de Kur’anî
öneri olarak alınabilir. Şaşmayan akıl, karanlıktan çıkıp, vahyin ışığında
yürüyen akıldır. Sıraladığımız maddelerde de görüldüğü gibi, konu, içinde
bulunduğumuz halden uzaklaşmak, yeni bir duygu ve düşünce atmosferi hazırlamak,
farklı bir pencere açmak, farklı moda atlamak, duruma yeni bir renk ve anlam
kazandırmaktır.. Bu konuda Kur’an’dan bir-iki örnek verelim.
a-Sekîne penceresi oluşturmak:
“Üzülme dostum! Allah bizimle beraberdir!”…”Allah da sekîne
indirdi…”(9/40)
“Sekîne”, duygu ve düşünce huzuru ve güven anlamına gelir.
Hicret sırasında, mağarada iken Hz.Ebu Bekir”in Peygamberimizle ilgili olarak
endişe duyması, üzülmesi ve kaygılanması sonucu, Peygamberimiz bu sözü
söylemiştir. Böylece de Kapkaranlık mağarada, iç dünyasını aydınlatacak ve
psikolojik durumunu değiştirecek yepyeni bir pencere açmış olmaktadır. Bu aynı
zamanda yalnızlık duygusunu da giderecektir. Çünkü yalnızlık hem sıkıntının
artmasında hem de sıkıntıdan günahlara atlamada kolaylık sağlayan riskli bir
durumdur.
Allah ile beraber olduğumuzu normalde biliriz; fakat
bilinçaltımız bunu bilmez, nefsimiz hatırlamaz, şeytan zaten hatırlanmasını hiç
istemez! Allah beraberliği vurgusu ile hem vicdan uyarılmakta, hem de irade
etkinleştirilmektedir. Bu iki dev güc, işbirliği ile, anında olaya müdahale
etmekte, duygu ve düşünceye acil müdahale yapmaktadır. Yanlış algılaması
sonucu, panik haline girmiş bir insanın, gerçeği öğrenince sakinleşmesi
gibi…Acaba Allah (C.C.) kadar varlıkta başka bir gerçek var mıdır? Ve O’nu
hatırlamak kadar insana sekîne yani iç huzuru ve güven veren ikinci bir etkili
hatırlama şekli belirlenebilir mi?
Yalnızlık insan için ciddi bir handikap olmakla beraber
mükemmel bir fırsattır da. İnsanlar içinde, dünya işlerinin boğuculuğu altında
insan, çoğu zaman kendini obje yapamaz, Allah beraberliğini yakalayamaz. Bu
durumda yalnızlık bir nimettir. Yıldızlar, hep yalnızlara kalırlar. Çok uzakta
da olsalar!..Rabbimiz ise insana çok yakındır. Gönül semamızın yaldızlanması
için bu yalnızlığı ganimet bilmeli, hüznümüzün hedefine Allah’ı koymalıdır.
O, hüzün kaynağı değildir, O’ndan uzak kalmak, işte esas
hüznün kaynağı budur. Işık kaynağı Vahiy mağaradan parlamıştı. Her sıkıntı
karanlık bir mağara psikolojisi yaşatabilir. Bunu, içi sekîne ve huzur dolu,
kutlu ve nurlu bir mağaraya çevirmek elimizdedir. Güneşlerle gecemizi
aydınlatan Yaratıcımız, kendisine teveccüh edildiğinde ruhumuzdaki karanlıkları
da aydınlatacaktır.
b-Geçmiş ve gelecek pencerelerini boyamak:
Kur’anı incelersek, büyük bir bölümünde insan ve evrenin var
oluş sahnelerinden, tarihe açılan sayfalardan, kıyamet öncesi ve sonrası
olaylardan bahisler açtığını görürüz. Bunun yanında, insanın vicdan ve irade
mekanizmaları başta olmak üze re, kalp ve akıl cephesinden, duygu ve
düşüncelerinden, önemli bir potansiyel olarak da nefis ve kaprislerinden söz
ettiğini fark ederiz. Kur’an’da ayrı ca verilen misaller ile doğa olayları,
kıyamet, cennet cehennem konularındaki canlandırmaları ve tasvirleri çok dikkat
çekicidir. Kur’an’ da geleceğimiz hak- kında pencereler açılmakta ve o
pencerelere uyan renkler kullanılmaktadır. Bugün bilgisayar dünyasında
renklerin önemi büyüktür ve bir kaç tuşla bambaşka renklendirmeler
yapılabilmektedir.
Renk kavramı Kur’an’da “Allah boyası” olarak, bir ayette iki
kez geçer (2/138) Ve en güzel boya olan Allah boyası ile boyanmamız
istenmektedir. Bu boyaya tabi ki fıtrat, iman, ibadet, hayırlı işler ve ahlak
güzelliği olarak anlam verilebilir. Allah’ın güzel isimlerinin bütün
varlığımızda tecelli etmesi adeta bize sanatlarının fırçasını vurması olarak ya
da bizim de o güzel isimlerle ahlaklanmamız, meca zi olarak boyanmamız şeklinde
de yorum yapılabilir.
Kur’an ayrıca Yahudilerin kurban olarak kesecekleri sığırın
farklı renklerinden (2/68,69), ibret için yaratılan insan renklerinden
(Rum,32/22), hayvan ve bitkilerin renklerinden (16/13;35/27-28;39/21) ayrıca
yolların (35/27) ve balın renginden (16/69) söz etmektedir. Bunun dışında
zihnimizde renk imajı uyaracak tasvirler sıkça görülmektedir. Özellikle cennet
nimetlerinin anlatıldığı ayetlerde bu daha bir belirgindir.
Biz de Kur’an’ın bu yönteminden yararlanarak, hayal
tuvalimizde tablolar oluşturabilir, bilinçaltı sahnemizde dilediğimiz dekoru
düzenleyebiliriz Bilincimiz ve vicdani duygularımız protokolde bunları izler ve
etkilenirler. Tıpkı rüyalarımızda etkilendiğimiz gibi. Bir farla ki hayatımızı
doğrudan etkilerler.
Biz “Şeytan Boyası” kavramını kullanmayı da gerekli
görüyoruz. Renkler günahsızdır.Güzel amaçlar için yaratılan güneş ananın masum
yavruları olarak ruhumuzda coşku oluştururlar. Burada renklerin hangi amaçla
kullanılacağı önem kazanmaktadır kuşkusuz. Kısaca renkler şeytanın ve onun
temsilcisi haline gelmiş nefsin günah duygularına hitap ediyorsa, masumiyetlerini
yitirmiş, kötüye alet edilmiş olurlar. Fakat renkler iman gözlüğüyle izlenirse,
Allah’ın sonsuz güzelliklerine açılan müthiş bir gök kuşağın penceresine
dönüşürler. Demek ki renkleri Allah boyası haline getiren tılsımlı dürbün, iman
dürbünüdür…
Şimdi size üzüntü ve sıkıntı veren geçmiş gelecek ne kadar
olumsuz pencere varsa, hepsini tıklayarak seçebilirsiniz, otomatik iman
fırçasıyla üzerlerinden geçerek, bir anda tamamına, seçtiğiniz rengi
verebilirsiniz. Eğer geçmişe ve geleceğe iman nazarıyla bakılmazsa, karamsarlık
olur, sıkıntı artar. Sözgelimi bugün çok neşeli bir gün geçirdiniz diyelim,
akşam geçmişe ait bir kederinizi, ya da gelecek bir endişenizi hatırlar ve
üzerinde israrla durur, üfler şişirir, dert haline getirirseniz; o gün yaşadığınız
bütün renkleri tek bir siyah renkle boyadınız, anlamsız hale getirdiniz
demektir. Kur’an boyasını elimize alma, sınırsız katalogundan mutluluk
renklerini seçme ve bilinçaltı ve nefis arka planını da, kalp ve bilinç
koruyucuyu da bir güzel boyama zamanıdır! Unutmayınız, günler geçer, ömür
biter, renkler solar, ama imanımız hep aynı canlılıkta, tazelikte ve güçtedir,
inancın renkleri asla solmaz!..
c-İki yönlü kaynak araştırması yapmak:
İlki önümüzde ve içimizde bulunan üzüntü kaynağını
inceleyip, bunun hiç de üzüntüye değecek bir şey olmadığının farkına varmak
demektir. Bu, aslında dünyayı ve dünyalıkları taparcasına sevmenin tabii bir
sonucu sayılabilir. İnsan çık sevdiği ve ulaşmak istediği bir şeyi elinden
kaçırınca ya da erişemeyince doğal tepki olarak üzüntüye gömülür. İnsan
düşünürse, önünde ve elinde parlayıp duran cam parçalarının yalancı
parıltılarını delicesine sevmeye ve ölürcesine kaygı duymaya layık şeyler
olmadığını, bir gün zaten hepsinin elinden gideceğini fark ediverir. Böylece
üzüntüsü en azından hafifler ve zamanla kaybolur.
İkincisi bundan daha önemli ve etkilidir. Bu yöneliş esas
ışık kaynağına, güç ve bereket pınarına yönelmek onu farketmekle gerçekleşir.
İnsan benim sevdiğim ve bağlandığım her şeyin hakiki sahibi var, bana sıkıntı ve
üzüntü veren her olayın bir yaratıcısı ve yöneticisi var der huzur bulur. Öte
yandan kendi iradesini ve duygularını yanlış yönde kullandığınını muhasebesini
yaparak her sıkıntıyı aşabilecek güçte olduğu bilincine varır ve bu önemli iki
kaynak düşünceye kendi aksiyon gücünü de ilave ederek bütün üzüntü kaynaklarına
karşı kendini güçlendirmiş olur.
<span
style="color:#ff0000;"><strong>4-ÜZÜNTÜ VE SABIR
GÜCÜ</strong></span>
Üzüntü ve stresin en etkili çaresi sabır gücünü kullanmasını
öğrenmektir. Allah hiçbir insana gücünün üstünde sorumluluk vermez,
yapamayacağı ibadetleri de, kaldıramayacağı sıkıntıları da yüklemez (2/286).
Bunun yanında sabırla sınanmak için, farklı şekillerde üzüntü ve sıkıntıya
maruz kalacağımız da belirtmektedir (2/155;47/31).
Sabır gücünün farkına varmak için geçmiş ve gelecek
ilişkisini iyi kavramak gerekir. Bu psikolojik bir hazırlık aşamasıdır. İnsanın
bir yanılgısı, geçmiş ve geleceği nerde ne zaman düşünmesi gerektiğini
bilememesidir. İçinde bulunduğumuz ruh hali neyi gerektiriyorsa, o akışa
kendimizi salıp, geçmiş ve gelecek korku ve endişelerin, ya da zevk veren
anıların hayallerin içine dalar gideriz. Sonra da kalkıp bu hayat çekilmez
deriz!
Oysa sabır gücümüz, her bulunduğumuz an için yeter de artar
bile. Şu an oturup geçmişte yaşadığınız diş ağrıları için kendi kendinize
eziyet çekmeniz akıllıca mı? Öte yandan dişiniz ya da bir başka uzvunuz yarın
öbür gün veya ileriki bir tarihte yine ağrıyabilir diye üzülmek, ağlamak, doğru
mu?..
Demek ki biz, aslında üzüntü ve stres yaşarken, çoğunlukla,
olmuş bitmiş ya da hiç olmamış, günlerin ve olayların hayali ağırlığını da
getirip bugünkü yaşantımızın üstüne ekliyoruz. Ve bunca ağırlık karşısında
doğal olarak boşa üzüntü ve sıkıntı çekiyoruz.
Bu, elimizdeki büyük sermayeyi birkaç günde çarçur edip, eli
boş ortada kalmamız gibidir. Bir komutanın, evhama kapılıp askerlerini sağa
sola dağıtarak, merkezi zayıf bırakması ve hücumlar karşısında dağılması
gibidir. Aslında boş kuruntularla psikolojik yapımızı zayıf düşürüyoruz,
kendimizin mağlubu kendimiz oluyoruz. Sabır tılsımına gerçekten sahip olan bir
insan, iç dünyasının zenginliğine göre, bu sırra eremeyen iki insanla on insan
arası sabır gücüne sahip olabileceğini bile söyleyebiliriz (8/65).
İman sonsuz sabır demektir. İman gücüne dayanan, sınırsız
sabır kapısını açmış demektir. Çünkü 70 yıl yaşayıp ölen Müslüman sonsuz
cenneti kazanır. Çünkü 1070 yıl da yaşasaydı bu imanında sabırla, sebat
edecekti. Sonsuz sabır niyetiyle, sonsuz cenneti kazanmış olacağız.Hem sonsuza
gidecek olduktan sonra, 70 yıllık sabır da nedir ki!..Hayal terazimizin bir
kefesine 70-8- yılı diğerine sonsuz yılları koysak, bilincimiz ne derdi acaba?
Sabır her şeyden önce Allah beraberliğini (2/249; 8/46,66)
sevgisini (3/146) hayrını (16/126) yardımını (2/153) hesapsız cennet ücretini
bize (39/10) kazandırmaktadır.
Kur’an’da sabırla imtihan olacağımız özellikle belirtilir
(2/155;47/31). Hatta şu ayet konuya farklı bir ciddiyet ve hassasiyet
kazandırmaktadır:
“İnsanlar, imtihanlardan geçirilmeden, sadece iman ettik demeleriyle
bırakılıvereceklerini mi sandılar? Öncekileri de imtihandan geçirdik. Allah
doğruları ve yalancıları ortaya çıkaracaktır” (29/2-3). Doğru insanlardan
olmaya çalışmak ve doğruluk yolunda sabretmek hayat amacımız olmalıdır.
Sabır gücü kazanmamızda Peygamber hayatları son derece
etkili olabilir, sıkıntılarımız karşısında ciddi güçlü moral takviyesi
yapabilir. Hükümdar olan, insanların dışında, şeytanlara, cinlere ve
bilinemeyen yaratıklara bile hükmeden ve sınırsız servet sahibi olan Hz.
Süleyman da ciddi hastalıkla sınanmış, Hz.Eyyüb yıllarca hasta
yaşamıştır(38/34,41). Hele 950 yıl insanların hidayeti için çırpınan ve
onlardan gelen her sıkıntıya katlanan Hz.Nuh, bu konuda sıra dışı denilebilecek
bir örnek teşkil etmektedir(29/14). Demek ki Allah sevdiklerini sıkıntılarla
dünyaya değil kendine bağlıyor!..
Hz.Yakub’un sabır konusundaki yaklaşımı da bize çok şey
kazandırabilir.
Çocukları, çekemedikleri Yusuf’’u kuyuya atmışlar, kanlı
gömleğini getirerek, kurt yedi demişlerdi. İlerde bu hasretten gözlerini de
kaybedecek olan Hz.Yakub şöyle der: “Güzel bir sabır dan başka yapacağım bir
şey yok! Bu durumda yardım edecek ancak Allah’dır” (12/18). Yıllar sonra en
küçük oğlu Bünyamin’in Mısır’ da bırakılması karşısında da aynı sözleri, şu
ilave ile söyler: ”…Ümit ediyorum ki Allah onu bana getirir, O ilim ve hikmet
sahibidir ” (l2/83).
Burda, sabırla Allah’a tevekkül ettikten sonra, ümitsizliğe
düşmeme ve Allah’ın yaptığında hikmet arama gibi bir pencere açılmakta,farklı
bakış açısı getirilmekte; dolayısıyla sabır gücü yerinde ve etkili biçimde
kullanılmış olmaktadır. Sabır duygusuna da “Güzel” sıfatıyla ayrı bir anlam
kazandırılmaktadır. Allah ile beraber olma, insana sabrın en güzelini
kazandırmaktadır.
<span
style="color:#ff0000;"><strong>5-SABIR GEREKTİREN 6 ANA
KONU</strong></span>
Kur’an’da sabırla sınanacağımız şu beş konu üzerinde
durulur.
a)Allah’ın emirlerine karşı sabır.
En başta Allah’a iman ve bunun sonucu başa gelebilecek her
sıkıntıya, namaz ve oruç ibadetine, ibadet kadar önem verilen savaş zamanı
düşmanla, barış zamanı cehaletle mücadeleye sabır gelmektedir. Diğer ibadetler
ve güzel ahlak ilkelerine uyma da bu cümleden sayılabilir. Namaza ve oruca
katlanabilen bir insanın katlanmayacağı sıkıntı olamaz.
b) Allah’ın yasaklarına karşı sabır:
Hırsızlık, fuhuş, içki, kumar yalan, gıybet, israf gibi
günahları işlememeye karşı sabır. Ruh, vicdan, kalp, akıl ve mantık gücüyle;
şeytandan gelen vesveselere, nefsimizden gelen kötü arzulara karşı gösterilen
direnç ve mücadelede sabırla sebat etmek gerekir. Haramlardan uzak kalan insan,
yüzde elli üzüntü ve stres kaynaklarını kurutmuş sayılır.
c) Felaketlere,hastalıklara ve her türlü üzüntü ve sıkıntı
veren olaylara karşı sabır.
Yaşlanarak yatağında değil de, sıra dışı ölümle ölenler
manevî şehit sayılır, deprem ve yangında mal kayıpları sadaka hükmüne
geçer.Günahların da affına vesile olur. Hastalık, olmuş meyvaların dökülmesi
gibi günahları döker. Ayağa batan diken, başa giren ağrı bile bazı günahlara
kefaret olur, ve insanın manevî derecesini yüceltir.Çoğu üzüntü kaynağımızın
aslında sevaplar ve avantajlarla dolu olduğunu görebiliriz.
d) Allah rızasını kazanmak ve insanlara yararlı olmak
amacıyla, hayat boyu, fedakarca ve çilelerle yapılan her iyilik ve hizmetlere
devam etme de sabır.
Bu çok önemli bir konudur. Burada arkadaş, dost, toplum,
milletler çapında bir hizmet söz konusudur. Büyük işlere soyunan insanlar,
baştan niyetleriyle büyük sorumluluk ve güç yüklenmiş sayılırlar, her üzüntüye
karşı adeta manevi bir bağışıklığa sahiptirler. İhlasla, karşılık beklemeden,
millet hizmetinde koşturan insan, kendisini başkalarının üzüntülerinin
giderilmesine vakfettiği için,hayatın kendisine getirdiği her çeşit üzüntüyü
zararsız bir şekilde kolayca atlatabilir. Aslında milletinin derdi kendi
dertleri ni unutturur.
e) Zamana karşı sabır.
Bir ağacı dikeriz fakat meyvası için bekleriz. Allah’ın
tabiat kitabında yazdığı bu gibi gelişim kanunlarına, insanlar arası ilişkilere
ve toplumsal olaylara uyum sağlamada insan genellikle aceleci davranır. Hemen
diplomaya ulaşmayı kısa zamanda çok kâra geçmeyi, bir koltuk kapmayı, ilk
seçimde iktidarı ele geçirmeyi, ülkece derhal zengin olmayı isteme gibi. Hayat,
bütün olaylarıyla böyle süreçler yaşatır bize.Ve bu bazen senelerce sürecek bir
sabır anlamına da gelebilir. Nuh Peygam berin bin senelik tebliğ hayatına nasıl
sabrettiğini bir düşünelim!.. İnsan bilinçaltını da bilinç üstünü de, kalbini
vicdanını da buna ikna etmeli, iman gücüne dayanarak, bütün ruhuyla hayatın
sıkıntılarına dayanıp, iyi yolda mutlaka başarılı olacağına kilitlenmelidir.
Üzüntü ve stresin hayatımızı olumsuz etkilememesi için
mutlaka çareler aramalıdır. Doktorlara gidilmeli, kitaplar okunmalı, seminerler
takip e- dilmelidir. İbadet yapılmalı, dualar edilmelidir. Ancak, kalıcı ve
etkili bir sonuca ulaşmak istiyorsanız, yukardaki beş maddeye uyum içinde,
dengeli ve ölçülü bir hayat yaşayan insanları arayınız, onların akışıyla
akınız, koşuşlarıyla koşunuz, soluklarıyla yaşayınız. Onların sevinç ve
üzüntülerini, prensip ve ideallerini paylaşınız. Kendinizdeki gerçek değişimi
kısa zamanda görecek; üzüldüğünüze üzüleceksiniz!
Bu aydınlık simaları daha önce niye tanımadım diye,
turnikeye geç girdiğinize üzüleceksiniz.Sonra üzüntü ve streslerinize yeni
anlamlar yükleyeceksiniz. Üzüntüsüz yaşama sanatını kitaplardan alıp, gerçek
hayat tuvalinde, rengarenk tebessüm kalemlerinizle, desen desen çizerek
göstereceksiniz. On yıl kadar yataktan kalkmadan, hastalığa sabreden Hz.Eyyüb
gibi, bin yıl milletini irşad etmek için sabırla koşup duran, üzüntüsüne asla yenilme
yen Hz.Nuh gibi, siz de bir sabır kahramanı olabilir ve meleklerden alkış
alabilirsiniz
f) İlahi vuslat için sabır. Ne zaman! arayışıyla Mevlana
gibi Şeb-i Arus'u kollama, Dertli Tercüman'ın dediği gibi güvercinden bir tüy
alıp TULU'A ulaşma'yı beklemeye sabır.
<span
style="color:#ff0000;"><strong>KİBİR</strong></span>
Bir arama motoru gibi Kur’an, insanın bütün duygu ve
düşüncelerinin haritasını ve yönetim rehberliğini verir
İnsan, varlıklar içinde duygu yumağı olan tek varlıktır. Bu
çok yönlülüğü, Allah’ın sayısız isimlerine doğrudan ve en kapsamlı bir ayna
oluşun- dandır. Allah’ın subuti (benzerlerinin insana da verildiği) sıfatlarına
mazhar olmasının sonucu olarak, onur ve kibir konusunda da hissesine düşeni
almıştır. Kibir duygusu sadece meleklerde yoktur. Dışındaki insan ve cin
varlıkta görülür. Beden dillerine bakıldığında hayvanlarda da benzer
davranışların sergilendiğini gözlemlesek de, iradesiz olduklarından sorumlu
değillerdir.
Kibir büyüklük demektir. Kendini büyük görme, başkalarından
üstün tutma anlamında manevi bir hastalığa isim olmuştur. Aslında Allah’ın bir
ismi olarak, Kur’an’da “Kebir’ ismi sıkça geçmektedir. Peygamberimiz de (manası
Allah’dan, sözleri Peygamberi mizden olan) kudsi bir hadiste Allah’ın “Kibriyam
benim Ridamdır” dediğini nakleder. Nur da Allah için hıcab-örtü olarak
adlandırılır.
Kibir, diğer olumsuz duygular içinde en ölümcül olanıdır
denebilir. Mahkemelerde görülen davalar içinde; korkutma, tokat atma, yaralama
gibi hafif sayılabilecek suçların yanında, kasten-azmederek adam öldürme gibi
bir şey!..Kibir, eli kanlı baş vicdan katili sayılabilir.
Bu hastalığa yakalanan insan (Narsizm), yaratılmışlığını,
acizliğini ve fakirliğini kesinlikle görmek istemez, vicdanı kör eder. Bu da
yaratıcısıyla arasındaki tüm bağlantıları koparması anlamına gelir. Kibir,
kalbi ezer geçer, yüce duyguları boğazlar, güzel düşüncenin nefesini keser,
insanlarla olumlu iletişimi ve diyalogu dinamitler. Kısaca kibir, insanın, hem
yaratanla hem de yaratılanla ilişkilerini koparması, egosunu her şeyin üstünde
tutması anlamına gelmektedir.
Kibirli insanın yaşam kuralları kendi tarafından belirlenir.
O kendi benlik yasalarını oluşturmaktan büyük keyif alır. Şeytan ve Firavun
gibi…
Kibrin ne anlama geldiğini en iyi şekilde, Kur’an’daki, ayet
ayet canlı tablolardan anlayabiliriz:
Kibir, büyük olma ve büyük görünme ise şayet, buna en çok
layık olan Allah’dır. Nitekim bu her gün minarelerden beş kez, namazlarda
defalarca, “Allahü Ekber” lafzıyla ilan edilmektedir. Ve bu büyük tanımayı, Allah
istemektedir (17/111,22/37, 74/3) Aslında bunun istenmesi de insanın büyüklük
kazanması içindir. Bir damlanın kendi adına büyüklüğünü düşünün bir de denizle
beraber olunca büyüklüğünü!..
İnsan kainatla denk varlık diyoruz. Ama bu büyüklüğe
ulaşabilmesi için, kainatın “Kebir” olan Yaratıcısının büyüklüğü karşısında
küçüklüğünü itiraf etmesi, kibrini secde örs-çekiciyle eritmesi gerekiyor. O
zaman insan öyle bir büyüklük kazanır ki, büyük görünen nice devler, onun
yanında çok küçük kalırlar. Allah’tan kopan hiç kimse büyük olamaz!..Nuh
Peygamberin dediği gibi:”Ne oluyor size? Allah’a büyüklüğü yakıştıramıyor
musunuz?” (71/13). Demek ki Allah’a yakıştırılmayınca kendilerini kibirle büyük
yapmaya çalışıyorlar. Ya da kendilerini büyük gördüklerinden, büyüklüğü Allah’a
yöneltmek istemiyorlar.
Kibrin ilk temsilcisi şeytan, kibri, varlığının aslı ve özü
olarak benimsemiş onunla bütünleşmişti. Bu duygusunun hortlamasına sebep olan
şey, Adem’in göz kamaştırıcı donanımlarla ortaya çıkması karşısında, kıskançlık
damarlarının kabarmasıydı. Adem’den üstün olduğunu Allah’a karşı ilan etti,
ardından da secde etmemekde direndi. Allah, secde etmeme sebebinin, kibir olup
olmadığını ve kendisinin yüce bir varlık olup olmadığını sordu.
Şeytan öncelikle Ademin topraktan beni de ateşten yarattın
diyerek güya Allah’ın yaratıcılığını kabul etmiş olduğunu göstermiş fakat, beni
üstün olarak yaratan asıl sensin demeye getirmiştir.
Allah’ın sorusunu reddetmez; bu kabul anlamına gelir. Zaten
cevabı da bunu teyit eder. “Ben ondan üstünüm” diyerek örtülü biçimde kibrini
iti raf etmiş olur (38/75-76) Bunun doğal sonucu da kafirlerden olma hükmünün
verilir (2/34). Şeytanın cennetten, aşağılanmış olarak kovulmasının temelinde
bu kibri ve büyüklenmesi bulunmaktadır (7/13, 38/74).
Kibrin filizlenmesinde, ortaya çıkmasında ve insanı
azmanlaştırmasında en etkili sebep, nefistir. Nefsin alışageldiği, tutkunu
olduğu ve hoşuna giden şeylerin terk edilmesinin istenmesi karşısında yaşadığı
çelişki ve iç çatışmasıdır. Ki bunun ilk çarpıcı örneği şeytanda görürüz.
Her Peygamber bilindiği gibi, inanç ilkeleriyle gelmiş ve
ahlak adına bazı taleplerde bulunmuşlardır. Ancak her peygamber, toplumlarının,
nefis hesabına edindikleri alışkanlıklarıyla daima ters düşmüş, mücadele etmek
zorunda kalmışlardır. O kadar ki, nefislerini savunma adına kibir silahına
sarılan kimi toplumlar, yalanlamakla kalmamış canavarlaşarak peygamberi
öldürmekten çekinmemişlerdir (2/185).
Kibir, duygu ve düşüncenin denge ve ölçüsünü bozar. Eşyaya
doğru bakmayı ve olayları doğru okumayı engeller. Ayeti okuduğumuzda bunu
açıkça görebiliriz. Kibir, doğru olanla insanın arasında kesif bir perde gibi
inmektedir. Gerçeğin kanıtları ortada olmasına rağmen, gizli bir manyetik
benlik gücü, sanki onu ona ulaşmaya engel olmaktadır. Yüzünü hep yanlış yollara
çevirmektedir.
Kibir, Allah’ın hem Kur’an ayetlerini hem kainattaki
ayetlerini hem de insanla ilgili sosyolojik ve psikolojik gerçeklerini görmesi
ne mani olmaktadır (7/146). Sözgelimi “Psikolojik pek çok rahatsızlığın
kökeninde, inanç eksikliği, Allah’ı tanımama, ibadeti eksikliği, ahlaki
gevşeklik bulunmaktadır. Bu yüzden ilaçlı tedavinin yanında iman ve ibadet
konuları da işlenmelidir” tezini, pek çok insan savunduğu halde, kibirlerini
aşamamış kimi insanlar buna kulak asmazlar. Çareyi sadece ilaçlarda ve sözüm
ona acıları unutturan içkilerde, eğlence ve zevk dünyalarında ararlar, “Kafana
takma eğlenmene bak” derler…
Kibir, resmen bir duygu ve düşünce özürlülüğüdür. Çünkü hem
Yaratıcı ile hem de yaratılanlarla seviyeli bir iletişim kurma niyetinden ciddi
bir mahrumiyet söz konusudur. Bunun sonucu olarak da ölçülü ve dengeli bir aklı
yürütmek,yargıya varmak ve olumlu davranışlar beklemek de imkansızdır.
Bu düşünceyi doğrulayacak bir başka olay: Müşrikler,
Peygamberimiz ve getirdiği mesajlarla ilgili karar vermek üzere toplanmışlardı.
Çünkü okunan ayetler, aklı başında olan her insanı etkileyecek güçte ve
içerikte idi. Kahin , şair, yalancı, mecnun gibi öneriler kabul görmedi ve
sonunda Velid b. Mugire, derin derin düşündükten ve oldukça zorlandıktan sonra,
sihirbaz demeyi uygun buldu.
Kur’an, bilgisi, serveti, nüfuzu, otoritesi olan bu inatçı
adamın, son karar noktasının kibir olduğunu söylüyor. Çünkü ne duygusal açıdan
ne de fikir açısından konuya yüklenecek hiç bir mantıklı ve olumsuz bir anlam
bulamadılar. Kur’an, o şahsın dört-beş kez derin düşündüğünü, çok kötü ölçüp
biçtiğini, adeta kaçamak bir yol arar gibi sıkıntı çektiğini, kıvrandığını,
mimiklerine varıncaya kadar tasvir etmektedir. Fakat o, ne kalbini ne de aklını
dinle meye niyetlidir. Kibir putu karşısına dikilmiş kaş çatıp surat asmış, onu
tahrik etmektedir.
Ve kibir, genellikle insana yalancı, şişirilmiş, suni bir
cesaret ve üstünlük duygusu kazandırır. O da öyle yapar ve kararını açıklar: Bu
olsa olsa bir sihir olabilir! İşte benliğini aşamamış, aklını ve kalbini
kaybetmiş bir kibir özürlüsü!..Doğrusu, fani dünyada, bir gün gömlek gibi
çıkarıp atacağımız şu bedenin özürlüsü olarak yaşamak, sonsuz hayatı yok edecek
bir vicdan ve beyin özürlüsü olarak yaşamaktan çok daha iyidir. Anlaşıldığı
gibi, kibirli insanın duygu ve düşünce yönetiminde, ölçü ve dengeyi sağlaması
oldukça zor görünüyor.
Kibir, bilince ve vicdana giden yolları tıkar, bloke eder.
Göz görmez, kulak işitmez, beyin düşünmez olur. Üç beş yıl, elli-yüz yıl değil,
Nuh Peygamber bir milenyum boyunca, bin yıl durmadan, hem de gece gündüz
anlatmış fakat karşısına hep kibir duvarını örmüşlerdi. Peygamber ne zaman
ağzını açsa, kibir şartlanmışlığı içinde, hemen kulaklarını tıkıyorlardı;
beynimiz de kalbimiz de sana kapalı demeye getiriyorlardı (71/7) Nuh’un oğlu
bile dev dalgaları aşabileceğini zannetmiş fakat kibrini aşmamıştı (11/43).
Kibir, insanlara daima yukardan baktırır ve küçük gördürür.
Bu kendini büyük görmenin doğal bir sonucudur. Bir büyük varsa bir de küçük olacaktır.
Sınıf ve tabaka ayrımı ortaya çıkacaktır. Özellikle peygamberlere çevresindeki
ayak takımını, fakir ve zayıfları uzaklaştırması teklifinde bulunmuşlardır
(11/27).
Kibir, yeteneklerin, bilginin, servetin ve otoritenin
büyüklüğüyle orantılı olarak büyüklenmeye götürebilir, gelişebilir ve insanı
baştan çıkartabilir. Bunun en çarpıcı örneğini de Kur’an’da görüyoruz. Tıpkı
şeytan gibi firavun da, bu dört temel konuda sahip olduklarına bakarak öylesine
büyüklenmişti ki, büyüklükte sınır tanımamış, kendini tanrılığa layık görmüş;
“kendimden başka ilah tanımam” diyerek işi Musa’nın tanrısını düelloya davet
etmeye kadar vardırmıştı.
Ne var ki büyüklenmekle kendilerine zulmettiler ve denizde
boğulmakla peşin cezalarını çekmekten kurtulamadılar (28/37-38). Aynı dönemde
servetiyle çalım satan, böbürlenen Karun da benzer yoldaydı; Bilgisini ve
servetini, kibir duygusunu beslemekte kullanmış olmalı ki: ”Bu serveti bilgimle
kazandım” demiş kibirlenmişti. Kalbini boş bırakmış, kasalarını mücevherlerle
doldururken, iman cevheri yerine kalbini kibirle doldurmuştu. (40/56)
Çevresindeki, hayra hizmet taleplerine hep kulak tıkamıştı. Servetiyle birlikte
o da, tevazûnun yeri olan toprağa karıştı gitti (28/76-81).