6 Nisan 2015 Pazartesi

alak


Bismillâhirrahmânirrahîm
1,2. Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı “alak”dan yarattı.
3. Oku! Senin Rabbin en cömert olandır.
4,5.O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir.
6,7. Hayır, insan kendini yeterli gördüğü için mutlaka azgınlık eder.
8. Şüphesiz dönüş ancak Rabbinedir.
9,10. Sen, namaz kıldığında kulu (bundan) engelleyeni gördün mü?
11,12. Ne dersin, ya o (engellenen kul) hidâyet üzere ise; ya da takvayı (Allah’a karşı gelmekten sakınmayı) emrediyorsa!?
13. Ne dersin engelleyen, Peygamberi yalanlamış ve yüz çevirmişse!?
14.O Allah’ın, her şeyi gördüğünü bilmiyor mu?
15,16. Hayır! Andolsun, eğer vazgeçmezse, muhakkak onu perçeminden; o yalancı, günahkâr perçeminden yakalarız.
17.Haydi, taraftarlarını çağırsın.
18.Biz de zebânileri çağıracağız.
19 .Hayır! Sakın sen ona uyma; secde et ve Rabbine yaklaş.
[dailymotion=xa0yk9]
ALAK SURESİ (96) ALAKA TERAPİSİ (drmavi, 2005)
“Oku! Yaratan Rabbinin adıyla. O, insanı alaka’dan yarattı. Oku, Rabbin sonsuz kerem-cömertlik sahibidir. Ki O kalemle yazmayı öğretti. İnsana bilmediği şeyleri öğretti” (96/1-5).
a-Ayette ilk planda algılanan husus, Cenab-ı Hakkın içimizden seçtiği bir insanı, bizim adımıza muhatap alması, melek aracılığıyla konuşması ve okuma yazması olmayan (42/52;29/48) Nebisinin öğreticisi olmasıdır. Bu ayetleri okuyan her insanın; okuyan, yazan, öğrenen, öğreten ve düşünen her insanın, kendisini aynı tedrîs rahlesi önünde dersini alıyor gibi tahayyül etmesi gereğini bize hatırlatmaktadır. Kur’an’daki olaylara bir olay kahramanı gibi girmeli ve muhatap bizmişiz gibi hissetmeye ve yaşamaya çalışmalıdır. Tıpkı empati yaparak başka insanın duygularını yaşamaya ve anlamaya çalışmak gibi…
İlk beş ayette alınacak en önemli mesaj, okuma, yazma, öğrenme gibi faaliyetlerin, öğretmenin ve düşünmenin ve bütün bunların sonucu olarak ortaya konan bütün eserlerin temelinde daima Allah adının, O’nun rızasının ve hoşnutluğunun bulunması olmaktadır.
b-Neyi okuyalım, yazalım, öğrenelim, öğretelim ve düşünelim? Bunun cevabı da satır aralarında fark ediliyor. Önce genel ifadesiyle “Yara tan Rabbin!” diyerek varlığa ve evrene, sonra da “İnsanı yaratan” sözüyle insana, yazı ile bilmediklerimizin öğretilmesinden de Kur’an’a işaret edildiği söylenebilir. İnsanın pek çok meselesi gibi psikolojik problemlerine çözüm arayışlarında da, evren ve insan kitaplarının yanında, Kur’an’a alâka duymanın da bir o kadar önemli olduğu kanaatindeyiz.
c-Niçin okuyalım, yazalım, öğrenelim, öğretelim ve düşünelim? İlk ayette bu, kalp, vicdan ve ruh yolculuğundaki zihin faaliyetlerine temel bir amaç belirlenmektedir: “Rabbinin adıyla!..”. Bütün okuma ve yazmalar, öğrenme ve öğretmeler, düşünme ve bunların sonuçları olan davranışlar; Allah adına, O’nun muhabbeti namına ve hesabına olmalı, O’nun rızasını kazanmak ve insanlara yararlı hizmetlerde bulunmak adına yapılmalıdır.
d-Yaratmak sadece Allah’a mahsustur. İnsan sadece varlık gücüyle ve ilmiyle eserler ortaya koyar. Allah, bu müstesna yaratma isminin yanına; okuma, yazma, öğrenme, düşünme gibi dört temel yaratma hikmetini de yerleştiriyor. Adeta “Ben seni, okuman, yazman, öğrenmen, düşünmen (son ayette taçlandırdığı gibi) secde etmen için yarattım dersini veriyor. Gelişim dünyasın da amaç belirlemenin önemi çokça vurgulanır; amaçların en güzeli veriliyor. Secde ile kutsal turra vurulmayan her okuma, yazma, öğrenme, öğretme, düşünme akîm-kısır kalır! Çünkü kalpler, zihinler ve bedenler, kendileriyle ilk kez ve tam alâkalanan Rableriyle buluşunca mutmain-mutlu olurlar (13/28).
e-İnsanın basit başlangıç varlığına ve Allah’a olan ihtiyaçlarına dikkat çekiliyor. Başka ayetlerde de dikkat çekildiği gibi, kokuşmuş,silinip atılan basit bir damla sıvı içindeki milyonlarca sperm içinden birisinin, yumurta hücresiyle döllenmesinden ortaya çıkan mikroskobik varlığına işaret ediliyor. Bu, insanın hiçliğinin, acizliğinin, zayıflığının, fakirliğinin, muhtaç oluşunun bir ifadesidir. Fakat “Rabbin adıyla!” diyerek, O’nun adına okumasıyla, O’na intisap ettiğinde evren çapında bir anlam, değer, güç ve zenginlik kazanabileceği de anlatılmış oluyor. Rabbin cömertliğinden bahsederek de, basit varlığını mükemmelleştiren Rabbisine karşı şükür borcu olduğu hatırlatılıyor.
f-Esas kerem, hakiki cömertlik, gerçek lütuf, yeme içme giyinme vb. bedeni ihtiyaçları karşılamanın ötesinde, duygu ve düşünce fakiri, inanç, sevgi ve alâka yoksulu insanlara; Sevgi, bilgi ve ilgi götürmektir. Okuma yazmayı bir insana belletmek ve öğrendiklerini Allah namına düşünmesini ve uygulamasını öğretmek kadar, güneşin gördüğü başka bir kerem ve iyilik olamaz! Psikolojik tedavilerde uzmanlar, kerem gösterip, hastalarına, hakiki bilgi sahibine uzanan yollar aralamıyorlarsa, başarı oranları oldukça düşük ve geçici olacaktır. Çünkü insan budur! Gerçek ihtiyaçları da budur!
g-Bilginin esas kaynağı Allah’dır. Her insana bilmediği her şeyi öğreten sadece O’dur. Çünkü yaratan O’dur. Burada, “Ben bildim! Ben yaptım, ettim, kazandım, başardım, dünyayı ele geçirdim!…”gibi benlik gösterilerine kapılma karşısında uyarı verilmek tedir. Bütün bilimler, Allah’ın isimlerine dayanır. Hepsi Allah’ın sınırsız sanat güzelliklerini ve hikmetlerini anlatan birer dilden ibarettir. İlk insan Hz.Adem’e bilgiyi öğreten Allah, Peygamberimize de öğretmiş, kıyamet noktasında son insana da yine O öğretecektir. Psikolojik bütün rahatsızlıkların temelinde bu bağlantısızlığın yattığını söylemek bizce abartı değildir. İradenin hakkı unutulmadan, her insana Allah ile alâkalanma fikri mutlaka verilmelidir. Zaten, ana rahmine yüzükoyun yapışmış alâkalanma biçimiyle, iki büklüm kıvrılıp seccademizle alakalandığımız ve alnımızı öptürdüğümüz durum aynı değil midir? Her nimet şükürle mukabele ister. Şükrümüzü secdelerle ifade etmekten aciz kalacağımız o kadar varlık ve bilgi nimetleriyle çevriliyiz ki!.
h-İnsan psikolojisine hızır çeşmesi, ruha imbat rüzgarı olabilecek bir bakış açısı şu olabilir: Allah bir sanat tuvali olarak yarattığı rahim cidarına muhabbet ve alâkayla ilişkilendirdiği, sülük gibi yapışkan kan pıhtısına bakıyor ve onun gelişmesinin her aşamasında cemal ve kemalini temaşa ediyor, alâkayla büyüttüğü o şerefli eserini karşısına alıyor ve: oku, yaz, öğren, düşün ve secde ile şükür et! diye eğitip öğretiyor. Basit değersiz ve anlamsız bir kan parçası iken onu nasıl, secdeli bir bilgin haline getirdiğinin ibret dersini veriyor.
i-“alak” kelimesi farklı anlamlar taşır. Bununla insanın yaratılışı, iç özellikleri, yaratıcısı ve insanlarla ilişkileri konusunda bazı ipuçları verir. Kelime, kan pıhtısı, kırmızı kan gibi anlamlarıyla, insanın embriyo aşamalarındaki bir safhayı dile getirir. (22/5;23/14; İ.Canan,Hadis Ans., Akçağ Y./İst.c:13 s:364)
Diğer anlamları ise: Ruhani ve manevi olarak alâka duymak, aşk ve sevgi, gönül bağlama, alakadar olma, ilişki ve bağlantı kurma, sülük gibi yapışma (Hamdi Yazır Hak Dini Kur’an Dili, Feza Gzt.,c:9,s:324) Buna göre insanın yaratılış hamurunda aşk ve sevgi mayası vardır. Kainatın yaratılışında da aslında Cenab-ı Hakkın muhabbetinden söz edilebilir. Ayette geçen kerem, okuma yazma ve bilgi öğretilmesi, hep bu muhabbetin tezahürleridir.
Öncelikle, embriyo hücreleri, sevgi dolu salkım gibi, aşkla yapışmaktadır. Allah sanatını, şefkat kahramanı olan annenin rahim sahnesinde, mukaddes bir alâka ve aşkla seyretmekte ve gelişmesiyle, tabir caizse yakından alâkadâr olmaktadır. Allah ahlakı ile ahlaklanma gerçeğine uyarak, psikoloji, pedagoji vb. bütün ilim alanları ve çocuk yetiştiren ve insan sorunlarıyla ilgilenenler için, burada şu üç kelimelik evrensel mesaj ortaya çıkmaktadır: Sevgi, bilgi, ilgi..
Allah basit bir “alak” dan, sevgi yüklenmiş mükemmel bir varlık olan insanı meydana getiriyor. Evlenenler, çocuk sahibi olmak isteyenler, anne babalar, öğretmenler, psikologlar, yöneticiler; esas bu eylemi kopyalamalılar! onlar da; Kalplere aşkla yapışmalılar, orayı inanç ve muhabbetle aydınlat- malılar. Beyinlere sevgiyle ulaşmalı, bilgi ve olumlu düşünceyle donatmalılar.Çocukların yetişmele ri ve problemlerinin çözümü için, yakından ve sürekli alâka göstermeli, kimilerinin çok aradığı o, ideal ülke ve dünya insanını yetiştirmeli ler…(“alâka” kelimesi önceki cümlelerde, bu satırları yazmadan önce, düşünmeden ve farkında olmadan farklı anlamlarda kullanıldı, böylece anlam zenginliği pekişmiş oldu).
Ve Psikoloji aslında başlı başına bir “Alâka” ilmidir.
k-İnsanın varlık özelliklerine ve özellikle amaçlarına dikkat çekiliyor. Oku deniyor; demek ki göz verilmiş. Kalemle yazmaktan söz ediliyor; demek ki yazacak el verilmiş. Rabbin adını söylemekten söz ediliyor; demek ki dil de verilmiş. Ayette geçen “Bilmediklerini öğreten” ifadesinden, “Bilmediklerini sor ve dinleyerek öğren!” anlamı çıkarılabilir(16/43). Demek ki kulak da verilmiş. Öğrenme ve öğret menin ve insanlarla kurulacak her iletişimin dört ana ilkesi belirtilerek akla vurgu yapılıyor, düşünmeye dikkat çekiliyor. Kalp boşluğu da “Yaratan Rabbin!” diyerek doldurularak; duygulara önem veriliyor Allah adına okunması, yazılması, konuşulması, aklın kullanılarak öğ renilmesi ve öğretilmesi, kalbi unutmayarak duyguların biçimlenmesi isteniyor.
l-”Oku!” denmesi ve bunun iki kez tekrar edilmesi, insan iradesine ve benliğine önem verilmesi anlamına gelir. İnsan yaratılmış, basit bir varlık iken cömertçe donatılmış, yaratan ve yaratılan her varlıkla iletişim kuracağı bütün ihtiyaçları karşılanmış ve okuma çabasını göstererek, gösterilen hedefe varması ona bırakılmıştır. m-Ayette “OKUMA” dan bahsediliyor ve bu iki kez tekrarlanıyor. İlkinde, “Dış Okuma”dır ki yaratılan varlıkların fiziksel gelişimleriyle ilgili olduğunu düşünebiliriz. Nitekim arkadan hemen insanın embriyo gelişmesine dikkat çekiliyor.
İkinci okuma ise bir “İç Okuma” dır. Burada insanın iç dünyasına, ruhsal yapısına, kişilik ve kimlik oluşumuna, cömertçe verilen bütün duygu ve düşüncelerine, onları tanımlayabileceği ve tedavi edebileceği bütün bilgilere dikkat çekilmiş oluyor. Özellikle “Bilmediğini öğretti” vurgulamasından, her asır farklı ilimlerin gelişmesini, insanın farklı yönlerinin keşfedileceğini, bilhassa ruhsal yapısı ve beyin ve düşünce yönüyle apayrı bir varlık portresinin ortaya çıkacağını anlayabiliriz. Bizce bilimlerin gözü, günümüzde, Psikoloji ilminde olacaktır.
İç ve dış okuma prensibini Kur’an ve Evren kitapları için de düşünebiliriz. Kur’an’ın derin anlamlarının ortaya çıkarılması adına yazılan yüzlerce tefsir ve çağımıza göre yapılan mümtaz farklı tefsirler Kur’an’ın herkesçe anlaşılamayan manalarını anlamamıza ve okumamıza yardımcı olmaktadır. Aynı şekilde, kainat kitab-ı kebirini sayfa sayfa okuyup, her varlığın kendine bakan zahirî yönünün yanında Allah’a bakan binler hikmetli yüzünü okuma da ayrı bir iç okuma olarak yorumlanabilir.
Başka ayetler de dış ve iç okuma ve konuşma konusunda ayrı bir mesnet sayılabilir: “İnsanın dış dünyasında ve içlerinde ayetlerimizi göstereceğiz”(41/53) “Sözü açıktan söyleseniz de içten konuşsanız da Allah onları bilir”(20/7).
Bundan başka, Allah’ın belirtilen üç icraatı göze çarpıyor: Basit bir sudan mükemmel insanı yaratması, cömertçe karşılıksız ve peşin olarak bütün iç ve dış ihtiyaçlarını, özellikle bilgi vasıtalarını, duygu ve düşünce yeteneklerini vermesi, bilmediklerini insana öğretmesi, bilgi vermesi…
İç okuma ve basitten mükemmel yaratma, cömertçe içi-dışı donatma, bilinmez bilgiyle kuşatma!..
Dış göz, kulak, dil ve el gibi; İç okuma ve iç görmeden, iç ses ve iç duymadan, iç dil ve iç konuşmadan, iç el ve iç yazmadan da bahsedebiliriz. Ve bugün psikolojik çalışmalarda ve kişisel gelişimle ilgili kitaplarda, içe dönük düşünmeden, konuşmadan, görün tülü, sesli, şekilli canlandırmalar yapılmasından, içe dönük mesajlarla bilinçaltının yapılandırılmasından, yoğunlukla bahsedilmektedir
Bu iç okuma faaliyetleriyle insan, söz konusu üç İlahî ismin ifade ettiği manalarla anlam kazanan şu üç “Benlik ve kişilik yapısı” nı ortaya çıkarabilir.
BENLİK VE KİŞİLİK YAPILARI
Birincisi: “Ben”i bulma kimliğidir.
Buna âidiyet kimliği de diyebiliriz. Yaratılanın Yaratanla buluşması, O’na ait olduğunun bilincine varmasıdır. Bu yaratılışla insana verilen, ilk öz ve saf fıtrat kimliği, ana mizaç dokusu, bir ruhsal harita ve kişilik alt yapısı sayılabilir. İnanç açısından bakacak olursak iman sahibi olma (Takvanın da ilk) aşamasıdır, ya da imanda ilme’l-yakîn mertebesi…Ruh mekanizmaları açısından da kalp ve yüce duyguların oluşma basamağı. Burada Hz.Adem’e, “Elest”de sözleşme imzalamış ruhunun verilmesi akla gelebilir.
İkincisi: “Ben”i aşma kimliğidir.
Buna istiklâliyet kimliği de diyebiliriz. Yaratılanın kendi bilincine varması, kendiyle buluşması, akıl ve duyularla bilmediği bilgilere yönelmesi, iradesiyle baş başa kalması, beden dünyasıyla tanışmasıdır. İç fetihten sonra dışa fethe çıkması, çekirdek alt yapı fıtratının üzerine yepyeni ikinci bir fıtrat ve kimlik binası oluşturması aşamasıdır. Ve (Takvanın da) ayne-l yakîn ile akıl, bilgi ve düşünce lerin oluşma mertebesi. Burada Hz. Adem’in melekleri aştığı, şeytanı da infiale yönelttiği Akıl gücü ve bilgi mazhariyeti düşünülebilir.
Üçüncüsü: “Ben”i paylaşma kimliğidir.
Buna da hakimiyet kimliği diyebiliriz. Yaratılanın bütün yaratılanlarla iletişime geçme, sosyal hayatın bütününe katılma, cömertçe verilen duygu ve düşünceleri, malı mülkü ve sahip olduğu maddi manevi değerleri ve bütün bilimsel bulguları diğer insanlarla cömertçe paylaşma ve insanlığa Hizmet etme aşamasıdır. “Ben!” hakim zirvede otağını kurmuş, ailesine, yakın ve uzak çevresine, milletine ve yeryüzü ne inanç ve bilgi ışığının hakim olması, insanlığın medeniyet nimetlerinden ayırımsız istifade etmesi misyonunu icra etmektedir. Takva insanının marifet kanatlı hakka’l-yakîn boyutudur. Burada da Hz.Adem’in yeryüzü “Halifeliği-yöneticiliği” görevini hatırlayabiliriz.
Benlik, önce “O!” demiştir, sonra “Ben!” demiştir, şimdi de “Biz!” demektedir.
İnsan benliği temelde üç yönüyle ön plana çıkarılır: Kalbi (vicdan), aklı (iradesi) ve nefsi(arzu ve duyular)…ya da duyguları, düşünceleri ve davranışları…Ele aldığımız bu üç benlik aşamalarının oluşumunda, insanın bütün bu yönleri oluşum içindeki en uygun biçimlerini almış olurlar.
Mevlana ve Yunus gibi, bir elini Yaratanına, diğer elini Yaratılana uzatmış bu bütünlük içindeki “Ben”, Sonsuz güzellik kaynağından gelen güzellikleri aksettiren eşsiz bir ayna, içinde güzel meyveler depolanmış bir ağaç çekirdeği, eşsiz hazinelerin saklan dığı sandıkların anahtarı, uzayın derinliklerini gösterip keşfedecek bir teleskop, varlık denizinde yolumuzu ve yönümüzü gösterecek bir pusula ve fener olarak görülmeli, deryasını bulmalı, o basit damlalıktan kurtulmalıdır.
Aile, okul ve toplumun güzel terbiye ve eğitimiyle insanımızda oluşturulacak bu kimlik bütünlüğü, kişilik parçalanmalarının, bozukluklarının ve ruhsal hastalıkların giderilmesinde büyük katkı sağlayacaktır şüphesiz…
Kur’an, böylece ilk beş ayetinde (İslam’ın beş temel esasının, bu kimlik bütünlüğünün oluşmasındaki temel etkilerini hatırlatırcasına), olumlu benlik portresini çizdikten sonra, uyumlu “Ben” in uyumsuz ve huysuz yönünü nazarımıza vermektedir.
Bu nokta “Nefis hastalıkları” kavramını kullanmamız gereken bir noktadır. Aynanın parlak ve temiz yüzü gibi ruh; saf, parlak, kirsiz, lekesiz ve sebepsizdir. İlk ve tek sebebi Allah dır ve O, en güzel isimlere sahiptir. Bu anlamda ruhta asla hastalık olmaz. O, bütün huzursuzluklarını, nefislenince ve bedenlenince edinmeye başlamıştır. Ruhumuzu rahatsız eden, kendindeki arızalar değil, hatta mekanizmaları olan akıl, kalp ve vicdan değil; şeytanın da etkisi ile benlikleşerek azgınlaşmış nefisten gelen, bilinçaltında yuvalanan ve bedende uygulama alanı bulan manevî hastalıklar olmaktadır.
“Hayır! Doğrusu insan azgınlık eder. Kendisinin-benliğinin muhtaç olmadığını zannettiği için!.. Muhakkak ki dönüş Rabbinedir! (Alak, 96/6-8)
Yukarda ele alınan benlik oluşumunu başaramamış, kimlik bütünlüğünü kazanamamış insan, ilk temiz fıtratını, kendi benliğini esas alarak değiştirmiş olan insandır. İlk aşamada Rabbe ait olduğunu kabullenmemiş, kendi benliğini öne sürmüştür. Bunun en canlı örneğini şeytan sergilemiştir.”Senin değil benim belirlediğim benlik olacak!” demiştir. Allah’ın verdiği benlik rolü ona göre Adem’in benliğinin altında bir roldür. Baş rolü şeytan kapmak istemiş, secde emri gelince de, kendi oluşturduğu azgın benliğinin istiklâliyetini ilan etmiş, ben bana yeterim deyip kendi benliğine farklı roller biçmiştir: Bütün insan benliklerini kendi gibi azgınlaştırmaya da and içmiştir.
Şeytan bir insan olmamakla beraber, insan benliklerinin Allah’ın belirlediği “Temiz Fıtrat” istikametine oluşmaması için insandan daha çok çalış maktadır. Basit yaratılış serüvenini unutan, Allah’ın emanet verdiği fiziki güç, mal, makam, evlatları ve nüfûzu mülkün esas sahibi Allah’a karşı kullanan ve kimseye muhtaç olmadığını düşünen insan da aslında, şeytanla aynı kulvarda buluşmak tadır. O da, geçici olarak insana verilen güçlü varlık potansiyellerine güvenerek, Allah’a karşı baş kaldırma benliğinin oluşturabilmek tedir. Çünkü bu dünyada Allah, her isteyene istediğini vereceğini defalarca belirtmektedir.
İnsan anne karnında ve kucağında ne kadar da muhtaç ve masumdur. El bebek gül bebek elden ele dolaştırılır sevilir. Fakat yaşı ilerledikçe, eli ayağı tutmaya, dili söylenmeye, arzuları kabarmaya, ihtiyaçları ve istekleri de büyümeye ve artmaya başlar. Bir de güçlenmeye ve bilgilenmeye başlayınca, çatışmalar ve problemler de kaçınılmaz olur. Oluşmaya başlayan benliğinin farkına varınca, sık sık onu konuşturmaya başlar. Zaman olur o masum bebek, anne baba ve çevre karşısında ele avuca sığmaz serkeş bir azman haline gelir.
Ancak burada bir fark vardır. Anne babanın ve çevrenin zararlı, en azından yetersiz terbiye anlayışı, ileriki yaşlarda kişilik bozukluklarına ve psikolojik rahatsızlıkların oluşmasına sebebiyet verebilir. Çocukta bir benlik oluşumu devresinin bilincinde olmadan, anne babadan tevarüs eden tutumlarla yaklaşımlar sergilenince, sözgelimi baba otoritesini kullanınca, kuşak çatışmaları kaçınılmaz olur. Anne baba mutlaka el birliği yapmalı, okuyarak sorarak, dinleyerek etkin ve sağlıklı bir eğitim bilincine ulaşmalıdır.
Allah, Fatiha süresinde ele alınacağı gibi, en güzel terbiye edendir. Rahmetiyle insanlara cömertçe her ihtiyacını vermiştir. Allah’a baş kaldırması için hiç bir insanın hiç bir geçerli mazereti olamaz. Gerçek sorumlu kendi benliğini bozan, bozulmasına fırsat tanıyan insan olmaktadır.
Ayetlere göre, insanın ilk belirleyeceğimiz olumsuz yanı “Benlik Bozguncusu” olmasıdır. Kendini okumayı ve Allah’a âidiyeti terk edip, Egosunu merkez yapması, her şeyi kendine mâl etmesi ve onlarla övünmesidir. Benlik bu şekilde parçalanıp bozulunca, ruh sal hayatın ve kişiliğin parçalanması da, pek çok psikolojik rahatsızlıkların baş göstermesi de kaçınılmaz olacaktır.
Nitekim bu, hiç kimseye ihtiyaç duymama ve nankörlük olarak tezahür edecek ve insan, Allah’ın cömertçe verdiği onca ihsanını görmezden gelecektir. Sonra temelden zarar görmüş benliğini çevresine de yansıtacak, başkalarına zarar vermeye başlayacaktır. Ayette belirtildiği gibi bu zarar, bir insanın, kimseye zarar vermeden kendi başına ibadet etmesini engelleme girişimine kadar varacaktır.
İstiğna, hiç bir kimseye ihtiyaç duymama, alâka göstermeme, kendisiyle yetinme anlamına gelir ki, çoğu insan az çok bu duyguyu tatmıştır. İn sanın kendisini gerçekleştirmesi, iradesinin hakkını vererek, tek başına ayakta durması başkasına el açar ve bağımlı durumda kalmaması manasında bu olumlu bir tutum sayılabilir. Ne var ki, ilk ayetlerde de anlatıldığı gibi, kendisine can ve kan veren, basit kan maddesiyken okumasını, yazmasını, beyan gücünü (Rahman, 55/4) kazandıran varlık kazanına sevgi damlatan ve hayatını beş başı mamur nimetlerle donatan Rabbisine karşı yapılınca, şeytan olayındaki gibi azgınlık, isyankarlık, inkarcılık olarak tanımlanacaktır. Olumsuz duygu ve düşüncelerin söz ve davranışların temelinde daima özgürlük adına hiç bir kayıt kabul etmek istemeyen benlik karşımıza çıkmaktadır.
“Azma!, “Benlik Kayıtsızlığı” “Ego başkaldırısı”, “Nefis ve arzular savaşı” gibi kavramlarla tanımlanabilir. Cinsellikte sınır tanımayan yaşını başını almış insanlar için bu kavramı kullanırız. “İyice azmış, teneşir onu paklar!” denir… Azma, Ego”nun kendisini tamamen kayıtsız, bağımsız, kendi başına sınırsız özgürlük içinde var olmayı istemesidir. Bu, nefis ve arka plandaki şeytan hesabına bir arzular savaşı anlamına gelir. Biz göbeğimizden anamıza göbek kordonuyla alkâlandığımız gibi, Allah ile kopmaz yaratılış bağıyla irtibatlı durumdayız. Bu bağ iman ve ibadetle güçlenir, kopmaz hale gelir. Demek ki gerçek anlamda azma, Allah otoritesini kabullenmeme, dini kayıtları başından atma, sahip olduğu aklını, kalbini, bedenini ve mal varlığını, nefsi için kullanmak adına, kendine sınırsız-özgür bir alan yaratma anlamına gelmektedir. Bu “alâka” nın tamamen zıddına bir tutumdur ve kendisiyle alâkalanan Rabbi gibi, Rabbiyle alakalanmak istememenin, O’na ait değerlere baş kaldırmanın yani “Nankörlüğün” ifadesidir.
Ayette anlatılan, azan kişinin Ebu Cehil olduğu belirtilir (Yazır, age., 9/327). Aslında Mekke ileri gelenlerinden son derece bilgili varlıklı ve nüfuzu geniş olan bu şahıs, sahip olduğu şeylere bakarak şımarmış, azgınlığını, namaz kılan peygambere zarar verme girişimine kadar sürdürmüştü.
Çünkü kıskançlık duygularıyla kıvranıyordu, peygamberlik kendi kabilesine gelmemişti, zenginliğine, entelektüel konumuna ve otoritesine rağmen onu değil, ye tim büyümüş Muhammed’i dinliyorlardı ve çevrede elinde bulundurduğu ekonomik güç de sarsılmaya başlamıştı. Ticaretini yaptıkları putlara rağbet gün den güne azalıyordu. Akıl, mantık ve hikmetli sözlerle muhatabıyla tartışmak ve fikir mücadelesi yapmak yerine, inkarcı benlik psikolojisi içinde muhatabını ortadan kaldırmak istiyordu.
Ayetlerde böyle bir insanın; Hakka yönelen olumlu insanla, Hak’tan kopan olumsuz insanın kısa karşılaştırılması yapılıyor. Biri namaz kılar, diğeri onu engeller, biri doğruyu diğeri yalanı söyler, biri kötülüklerden uzak durur diğeri içine dalar, biri Allah’ı görüyor gibi davranışlarında hassas davranır diğerinin böyle bir kaygısı olmadığı için, her azgınlığı yapabilir. Ve önemli bir son: Biri secdeli diğeri secdesizdir. Biri secdelilerin gideceği cennet yolundayken, diğeri (cehennem bekçileri olan) zebaniler tarafından cehenneme doğru sürüklenmektedir (96/9-19)
Bu ayetlerde belirtilmesi gereken çok önemli bir konu göze çarpmaktadır. On bir ve on ikinci ayetlerde, müfessirlerin belirttiği farklı anlam uygulanırsa (Yazır, age.,9/332) şu anlam ortaya çıkmaktadır:
“Senin namaz kılmanı engelleyen o azgın kişi kötülüklerden uzak, doğru yolda biri de olabilir!” (96/11-12)
Bu değerlendirme, Ebu Cehil için yapılmaktadır. Konuya yorum kazandırmadan önce başka bir olaydaki benzerliğe dikkat çekmek isteriz. Allah, Hz,Musa ve Hz.Harun’u Firavunu hakka davet için gönderirken, yumuşak sözle konuşmalarını öğütlemiştir. Aklını kullanarak derin düşünebileceği veya kalbinde bir uyanmanın meydana gelebileceği hususu da buna gerekçe gösterilmiştir. Oysa Firavun çocuk katliamcısı ve kendisini tanrı ilan edecek kadar azmış biriydi. İki peygamber de, ondan çekindiklerini belirtmişlerdi (20/44-45, 79/24).
Her iki yerde insan psikolojisine dikkat çekiliyor, kim olursa olsun mutlaka her insanın duygu ve düşünce dünyasına, objektif, yalın, esnek ve olumlu yaklaşılması isteniyor. Çünkü İslam evrenseldir ve her inanç, kültür ve karakterdeki insana; duygu ve fikir açılarından hem de hoşgörüyle yaklaşarak, dinin güzelliğini yansıtmalıdır.
Ebu Cehil ve Firavun gibiler içinde mi? Sorusu sorulmaz, çünkü onların çevresinde pek çok izleyici olayları takip etmektedir. Nitekim Ebu Cehil’in oğlu İkrime, Firavunun da sihirbazları iman etmişlerdir. Peygamberimiz, Mekke döneminde müşriklere, Medine’de münafıkların başı Abdullah ibn-i Selül’e, Hüdeybiye’de anlaşma maddelerini dayatanlara, Mekke fethinde halka, özellikle amcası Hamza’yı mızraklayıp, hem onun hem de kendisinin yüreğini parçalayan Vahşi’ye karşı hep aynı objektif hoşgörülü yaklaşımını sergilemiş ve hem duygulara hem de düşüncelere hitap ederek, hatta cömertlik yaparak bireysel ve kitlesel psikolojik olumlu ortamları hazırlamış, benliklerin azgınlık pençesinde ziyan olmalarının önüne geçmiştir.
ALAKA PRENSİPLERİ
Ayetler, bize şu üç önemli psikolojik ve pedagojik yaklaşım prensibini ders vermektedir denebilir: (Biz başlığımıza ve yazımızın muhtevasına denk düşmesi sebebiyle bunlara “alaka prensipleri” diyoruz. Siz isterseniz, iletişim bir sanattır gibi popüler takma isimler bulabilirsiniz…)
1) Her insanı duygu düşünce ve davranışlarıyla, ilk planda, bulunduğu konumuyla olduğu gibi kabul etmeli. objektif yaklaşmalı, inanç, fikir ve yaşam tarzından dolayı kimseye önyargıyla bakmamalı, dışlamamalı, hele asla bir baskı uygulamamalıdır. Duygusal, tatlı ve yumuşak nasihatlerle, anlamlı hikmetli ve mantıklı söylemlerle ve güzel ahlakın temsilcisi olarak olumlu davranışlarla o kimseye ulaşmaya çalışılmalıdır. Bu, Ebu Cehil de olsa!…
2) Her insan, olumlu ve güzel yönleriyle ön plana çıkarılmalı, bir olumsuz ve kötü yanı yüzünden, diğer bütün olumlu ve güzel yanlarını yok saymamalıdır.
Yaratılıştan gelen güzel haslet ve yeteneklerin sağlam birer karakter haline dönüşmesine ve kalıcı olmasına çalışılmalıdır. Bu Abdullah ibn-i Selül de olsa!..(Bunun da oğlu Müslüman olmuştu)
3) Her insanla ortak noktalarda (asgari müşterekler) buluşmasını bilmelidir. Paylaşabileceğimiz pek çok konuyu bir tarafa itip,anlaşamadığımız mevzular üzerinde yoğunlaşarak mesafemizi iyice açmamalıyız. Her insanla mutlaka bir diyalog kapımız açık bulunmalıdır. Bu Firavun da olsa!..Bir ayette Yahudi ve Hıristiyanlara, aramızdaki ortak kelimede buluşalım denir (3/64). Dinimiz, “alâka” çemberini daima evrensel tutmaktadır.
Son ayet dikkat çekici bir uyarı ve tavsiye ile sona eriyor. Böyle olumsuzluklar sergileyen, iç dünyasıyla ve Rabbiyle hiç alâkalanmamış, sırf benlik kesilmiş insanlara karşı uyanık ve tedbirli olunması öğütleniyor. Öte yandan olumsuz duygu ve düşünce taşıyan, bozuk davranışlar sergileyen insanlara karşı, tıpkı şeytandan olduğu gibi; en et kili korunma yöntemi olarak; secde edilmesi isteniyor.
Secde, insanı Allah’a yaklaştıran en önemli bir vasıta kabul edilir (Müslim, salat,215). Secde, bütün psikolojik hastalıklarda az-çok etkisinin olduğunu düşündüğümüz Egonun gerçek terbiyecisidir. İnsan, secdede başını adeta bir çekiç, seccadesini de örs gibi düşünebilir. Şeytanın hoyratça kullanmaya çalıştığı nefsini döverek; kibir, azgınlık, düşmanlık, ümitsizlik, üzüntü, korku, stres gibi kir ve paslardan, arındırarak, duygu ve düşüncelerine bir temizlik, biçim ve zarafet kazandırabilir.
Secde, şeytanı Hak’tan ve Adem’’den ayıran en keskin bir çizgidir. Secdede âdemîlik vardır (Adem gibi hakka yönelme), şeytanda ise ademîlik (Her şeyi yokluğa, olumsuzluğa hapsetme) vardır. Hz.Adem’in ismi, Kur’an harfleriyle yazıldığında; elif: Namazdaki kıyama, dal: Rukûya, mim de: Secdeye benzemektedir. Meleklerin, Allah’a saygı adına secde ettikleri, babamız Adem, ismine varıncaya kadar tam bir secde insanıydı.
Alak süresi böylece, insanın varlığına, okumasına ve yazmasına, öğrenmesine ve düşünmesine,her konudaki bilgisine, yeteneğine ve bütün çalışmalarına; kısaca bütün hayatına, secde ile özel bir alâka kuran, ışık tutan ve bambaşka bir anlam kazandıran müstesna bir süredir. Psikoloji ilmi de insanın bütün yönleriyle ve ihtiyaçlarıyla alâkalanan bir ilim dalı haline gelmeli, insanın ruhsal hayatının temel ihtiyacı olan manevi boyutu asla ihmal et memelidir.
 (Fiil sayfasından bir bölüm)
..........
Allah’ın eseri insan; ilk sûrede ona, “Alak” ismi verilir,
İlahî nazarlarla, o kan pıhtısına özel “Alâka” gösterilir.
Allah’tan nâm alır mühürlenir, Rahîm ismini taşır,
Bir tuval olur ana rahmi, resmedilen bir insan taşır.
Ruhla Yaratıcı, yavruyla taşıyıcı sırdaş olur anlaşır,
Bir çiğnemlik et o meşimende, alâkayla insanlaşır.
Yavrunun ruhu sevgiyle, aklı ve zihni bilgiyle berraklaşır,
Gerçek benliği, kimlik ve kişiliği ancak alakayla oturaklaşır.
..........

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder