6 Nisan 2015 Pazartesi

kalem


Bismillâhirrahmânirrahîm
1,2.Nûn.(Ey Muhammed) Andolsun kaleme ve satır satır yazdıklarına ki, sen Rabbinin nimeti sayesinde, bir deli değilsin.
3.Şüphesiz sana tükenmez bir mükâfat vardır.
4.Sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.
5,6.Hanginizin deli olduğunu yakında sen de göreceksin, onlar da görecekler.
7.Şüphesiz senin Rabbin, kendi yolundan sapan kişiyi daha iyi bilir. O, hidayete erenleri de daha iyi bilir.
8.O hâlde yalanlayanlara boyun eğme.
9.İstediler ki, yumuşak davranasın, böylece onlar da yumuşak davransınlar.
10,11,12,13,14.Yemin edip duran, aşağılık, daima kusur arayıp kınayan, durmadan söz taşıyan, iyiliği hep engelleyen, saldırgan, günaha dadanmış, kaba saba; bütün bunların ötesinde bir de soysuz olan kimseye mal ve oğulları vardır diye, sakın boyun eğme.
15.Âyetlerimiz kendisine okunduğu zaman, “Öncekilerin masalları!” der.

16.Yakında biz onun burnunu damgalayacağız.
17.Şüphesiz biz, vaktiyle “bahçe sahipleri”ne belâ verdiğimiz gibi, onlara (Mekkeli inkârcılara) da belâ verdik. Hani o bahçe sahipleri, sabah erkenden (fakirler gelmeden) bahçenin ürünlerini devşirmeye yemin etmişlerdi.
18.(Bunu tasarlarken) istisna da yapmıyorlardı. (“İnşaallah” demiyorlardı.)
19.Nihayet onlar uykuda iken Rabbinden bir afet (ateş) bahçeyi sardı.
20.Böylece bahçe, (anızı) yakılmış toprağa döndü.
21,22.Derken, sabahleyin birbirlerine, “Haydi, eğer ürününüzü devşirecekseniz erkenden gidin” diye seslendiler.
23,24.Bunun üzerine, “Sakın, bugün orada hiçbir yoksul yanınıza sokulmasın” diye fısıldaşarak yola koyuldular.
25.(Yoksullara yardım etmeğe) güçleri yettiği hâlde (böyle söyleyerek) erkenden yola çıktılar.
26.Fakat bahçeyi o hâlde gördüklerinde, “Biz mutlaka yolumuzu şaşırmış olmalıyız!” dediler.
27.(Gerçeği anlayınca da), “Hayır, meğer biz mahrum bırakılmışız!” dediler.
28.Onların en akl-ı selim sahibi olanı, “Ben size ‘Rabbinizi tespih etseydiniz ya! dememiş miydim?” dedi.
29.Onlar, “Rabbimizi tesbih ederiz (yüceltiriz). Şüphesiz biz zalim kimseler imişiz” dediler.
30.Bunun üzerine birbirlerini kınamaya başladılar.
31.Şöyle dediler: “Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz azgın kişilermişiz!”
32.“Umulur ki, Rabbimiz bize bunun yerine daha iyisini verir. Çünkü biz artık Rabbimizi arzulayanlarız.”
33.İşte böyledir azap! Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür; ah bir bilselerdi!
34.Şüphesiz Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için Rableri katında Naîm cennetleri vardır.
35.Biz müslümanları suçlular gibi kılar mıyız?
36.Size ne oluyor, nasıl hüküm veriyorsunuz?
37.Yoksa size ait bir kitabınız var da (bu batıl hükümleri) ondan mı okuyorsunuz?
38.Onda, “Seçip beğendiğiniz her şey mutlaka sizindir” (diye mi yazılı?)
39.Yahut bizden, her ne hükmederseniz mutlaka öyle olacağına dair Kıyamete kadar sürecek kesin sözler mi aldınız?
40.Sor onlara: “Onların hangisi bu (iddianın doğruluğu)na kefildir?”
41.Yoksa onların ortakları mı var? Doğru söyleyenler iseler, haydi getirsinler ortaklarını!
42,43.Baldırların açılacağı (işlerin zorlaşacağı) ve kâfirlerin secdeye çağrılıp da gözleri düşmüş ve kendilerini zillet kaplamış bir hâlde buna güç yetiremeyecekleri günü (Kıyamet gününü) düşün. Hâlbuki onlar sağlıklarında secde etmeye çağrılıyorlar (ve buna yanaşmıyorlar)dı.

44.(Ey Muhammed!) Bu sözü (Kur’an’ı) yalanlayanlarla beni baş başa bırak. Biz onları bilemeyecekleri biçimde adım adım helâka yaklaştıracağız.
45.Onlara mühlet veriyorum. Şüphesiz benim tuzağım sağlamdır.
46.Yoksa sen onlardan bir ücret istiyorsun da onlar bu yüzden ağır bir borç yükü altına mı girmişlerdir?
47.Yahut gayb (Levh-i Mahfuz) kendi yanlarında da onlar mı (bundan aktarıp) yazıyorlar?
48.Sen, Rabbinin hükmüne sabret. Balık sahibi (Yûnus) gibi olma. Hani o, (balığın karnında) kederli bir hâlde Rabbine yakarmıştı.
49.Şayet Rabbinden ona bir nimet yetişmemiş olsaydı, o mutlaka kınanmış bir hâlde ıssız bir yere atılacaktı.
50.(Fakat böyle olmadı.) Rabbi onu (peygamber olarak) seçti ve salih kimselerden kıldı.
51.Şüphesiz inkâr edenler Zikr’i (Kur’an’ı) duydukları zaman neredeyse seni gözleriyle devirecekler. (Senin için,) “Hiç şüphe yok o bir delidir” diyorlar.
52.Hâlbuki o (Kur’an), âlemler için ancak bir öğüttür.
KALEM SÜRESİ (68) KARAKTER TİPLERİ
KİŞİLİK BOZUKLUKLARI (drmavi, 2005)
Bu süre ile Alak süresi arasında genel bir muhteva birliği ve benzerliği göze çarpmaktadır. Buna mukabil, uslûp ve ifade tarzında belli bir farklılık söz konusudur Öncelikle her iki sürede de kalemden söz edilir. Fakat Alak süresinde okumak bu sürede ise yazmak ön plandadır.
İkinci olarak, Peygamberimizin mecnun olmadığından ve sınırsız ecir kazandıracak yüce bir ahlaka sahip olduğundan bahsedilmekte, böylece müşriklere karşı Peygamberimiz, bizzat Allah tarafından savunulmaktadır.
Üçüncü olarak, Alak süresinde ana hatları çizilen insan tipinin olumsuz karakter dökümü yapılmakta, ince hatlarıyla kişilik portresi çizilmekte, Ruhu okunarak, ayrıntılı duygu, düşünce ve davranış haritası çıkarılmaktadır.
Dördüncü olarak, doğal bir felaket sonucu yerle bir olan ve sahiplerini büyük zarara uğratan bir bahçe ve sahiplerinin tutumları ve yaşadıkları duyguları hikaye edilerek, müşriklerin durumlarına ve ahirette maruz kalacakları akıbete bir gönderme yapılmaktadır.
1- “Nûn, Kaleme ve yazdıklarına yemin olsun!”
İlk ayet anlamı kesin bilinmeyen “Nun” harfliyle başlar. Tefsirlerde farklı anlamlar da yüklenir (Yazır,8/254).
Mesela, “Nun” harfinin noktasız çanak şeklindeki alt kısmı kainata benzetilir, anlamsız bir görüntüdür. Üzerine bir nokta koyuvermekle çizgi “Nûn” laşır, anlam kazanır. O nokta Kainatın, yüzü suyu hürmetine yaratıldığını söylediğimiz Muhammed isminin başındaki bir noktaya benzeyen “Mim” harfi olmaktadır. Kainat O”nun nuruyla anlam ve değer kazanmıştır.
Kalem ve “Hokkası” na benzetilir ki bu, bütün ilimlere, okuma ve yazmalara bir işaret olabilir. İlk sürede geçen “Oku!” ve “Kalemle öğretti” ifadeleriyle de bir bütünlük oluşturmaktadır. Allah, adeta Kudret kalemiyle Muhammed”in Nur mürekkebinden alemleri yazmıştır…
Kur’an’a baktığımızda bu süredeki ayetlerin son harflerinin tamamının “Nûn” harfiyle sona erdiğini görürüz. Adeta cümlelerin dikkatle incelenmesine bir uyarı yapılmaktadır. Cümleler sadece bir kaç ayette Muhammed”in baş harfi olan “Mim” ile sona ermektedir. İlkinde Peygamberimizin yüce ahlakından söz edilir, diğerlerinde burnuna damga vurulan Ego”nun olumsuzluğundan bahsedilir.
“Nun” u ayrıca “ENE” nin özüne ve kalbine de benzetebiliriz. Ene iki elif arasındaki “Nûn” dur. Evren bedeninin kalbi ve özü Peygamberimiz olduğu ve alemlere anlam kattığı gibi, insan bedeninin kalbi, özü, çekirdeği, anahtarı, “Varlık Hokkası” nın Elif”i benzeyen “Kalemi” ve anlam kazandıranı da Benliğidir, Egosudur.
Ve kısa ayet sonlarındaki “Nun”lar okunurken ses ve nağme olarak farklı bir ruh bestesi dinliyor gibi oluruz. “Nûûûnnn!..” , “Nûûûnnn…” şeklin- deki kıraatlerde, özellikle tecvide göre okunduğunda, üst üste “nınnn”, “nınnn” şeklinde bir “ENE” nin titreyen sesini, ney gibi iniltisini, hüznünü, insan benliğinin tınılayan mırıltısını, nâlânını ve figânını duyar gibi oluruz.
“Nûn” olsun, “Ene” olsun bunlar birer “Harf” olarak ele alınırsa, iki şekilde bakış yöneltebiliriz:
1-Manayı harfî: Harfin kendisine, zahirine bakmaktır.
2-Manayı ismî. Harfin sahibine, yazanına bakmak, ifade ettiği farklı anlamları görmek ve okumaktır. Bir güle baktığınızda “Ne güzel!” derseniz bu manayı harfiyle bir bakış olur. “Ne güzel yapılmış!” deyip ona o güzelliği vereni görür, O’nu okumaya çalışırsanız bu da manayı ismiyle bakış olur.
Aynı şekilde Ene-Ego-Benlik kavramlarına da et-kemik varlığımız ve sırf dünya adına bakarsak, bu mecazi-dış bakış, Yaratıcımızla irtibatlandırarak bakarsak bu da hakiki-iç bakış olur. “Ene” kelimesinin “Nûn” u, insanın yaratılış egosunu, baştaki kaleme benzeyen Elif Allah’a dönük saf yönünü, sondaki kalem elifi ise insanın kendi adına bağımsız bir ego oluşturabileceğini remzediyor gibi…
KALEM:
Müfessirler, kalemin, insanlara bunca hizmet vermiş ve verecek olan bildiğimiz kalem olduğunu ya da gelmiş gelecek her şeyi yazan kader kalemi olduğunu ifade ederler. “Allah önce kalemi yaratmıştır”, “Allah önce aklı yaratmıştır”, “Allah önce cevheri (varlığın ilk öz hamuru) yaratmıştır” şeklin- deki hadis beyanları üzerinde yorumlar yapılır. Yazır, Kalem, Akıl ve Cevherin aynı şey olabileceğini belirtir. Buradan da kalemden maksadın yaratılış kalemi, yani insan kalemi olacağı görüşüne ulaşır (Yazır,age,8/261-264).
Bu durumda karşımıza farklı kalemler çıkmaktadır: Ama hepsi Allah’ın ilmine, iradesine ve kudretine dayandığından, Allah’ın yazması yaratması anlamında hepsine Allah’ın kalemi denebilir. Kısacası Allah bir varlık cevheri, ondan bir insan, o insanda bir akıl, o aklı hesaba katarak bir kader planı yaratmıştır ki, hepsine kalem denebilir.
Bu kalem, yazmaya devam etmektedir. İnsan ve kader, işbirliği içinde, ikisi aynı kalemi kullandıklarından tüm eşya ve hadiseler meydana gelmektedir denebilir. Bildiğimiz büyük nimet olan kalemlerimiz de bunda aracı olmaktadır.
Bu durumda ilahi yemin üç şeyi kapsamaktadır; İnsan kalemi (mürekkebi hücreler olsun) evren kalemi (mürekkebi atom-enerji olsun) ve başta Kur’an’ı yazan, üç kitaba dil olan her kitabı yazan kalemlerimiz ( mürekkebi de şehit kanına denk tutulan mürekkeple rimiz olsun). Bu durumda, kalem yerine kullandığımız ve hem Kur’an’ı, hem de psikolojik yönleriyle insanı anlatmaya çalıştığımız klavye tuşlarımız da bu yemin kapsamına girer diye düşünmekteyiz.
Yemin önemeli şeyler üzerine yapılır. İnsanlar olarak biz, Allah adına yemin ederiz. Biz Allah adına değer verdiğimiz gibi Allah da insana değer vermekte ve bunu yeminleriyle göstermektedir. Buradan yola çıkarak, “Yazan” “Kalem”in, “Ene” olabileceği üzerinde durmak istiyoruz. Çünkü sürede yoğun bir şekilde insan benliğinden, benlik tezahürlerinden söz ediliyor. Kalem olan Ego”nun nasıl bir benlik hikayesi yazdığı anlatılıyor. Allah’tan kopmuş benliğin bozulmuşluğunun sonucu olarak, ortaya çıkabilecek ruh hastalıklarının ve kişilik bozukluklarının adeta dökümü yapılıyor.
2-”Sen Rabbinin nimetiyle mecnun değilsin!”,
3-”Kuşkusuz senin için tükenmez bir ecir vardır”,
4-”Sen elbette yüce bir yaratılış ve ahlak üzeresin”,
5-”Sen de göreceksin onlar da görecek”,
6-”Hanginizin deliliğe tutulmuş olduğunu…”
7-Rabbin yoldan sapanı da hidayete ereni de en iyi bilendir”
Müşriklerin akıl takımı, kulüplerinde her bir araya geldiklerinde ciddi oturumlar düzenlemiş, Peygambere konduracakları vasıflar üzerinde an- lamda enine boyuna düşünüp tartışmışlardır. Adeta psikiyatristler kurulu toplanmış, masaya yatırdıkları bir akıl hastasının durumunu gözden geçirmekte, tedavisi olmayan bir tanı-teşhis koymaya çalışmaktadırlar. İleri sürülen bütün hafif ruh hastalığı tespitleri ve kavramları ayıklanır ve adeta en ileri aşamasına gelmiş bir şizofreni damgası vurulur: ‘Bu adam deli!..” derler. Şayet imkanları olsaydı, Muhammed’in beyin loplarını almayı bile düşünebilirlerdi.
Öteden beri peygamberlere deli denmesi, psikolojik bir savaş adına yapılmaktadır. Katilin deli numarası yaparak avantaj sağlaması gibi, peygamberin güçlü ifadesini, söz ve fikirle susturamayan inançsızlar, her dönemde, karalama ve refüze etme yoluna gitmişlerdir. Deli diyerek, olumsuz telkin bombardımanı altında kalan Hz.Muhammed’in (S.A.V.) ruh halini bozmaya, kendini öyle görür hale gelmesini sağlamaya çalışmışlardır. Bir insana “İyisin iyisin!” dendikçe kendini öyle hissetmeye, aksinde de kötü hissetmeye başlaması gibi; bakışlarıyla, sözleriyle, tutum ve davranışlarıyla sürekli hücum etmişlerdir.
Diğer yandan, sürekli delilik sloganıyla toplum içinde böyle bir imaj oluşturmaya, “Çamur at tutmasa bile izi kalır” felsefesiyle kamuoyunu şartlandırmaya, Peygamberin söylediklerindeki etkileyiciliği ve büyüleyiciliği, gerçek büyü olarak lanse etmeye çalışmışlar, “Bölücü!” ithamlarıyla da ezebilmek için, otoritenin legal hedefi haline getirmeyi ve inanmaya meyilli olanların kafalarını karıştırmayı hedeflemişlerdir.
Bu iftiranın temelinde yatan duygular, başta kibir ve haset olmak üzere, Mekke’de uzun süredir yerleşmiş olan inanç ve ahlakın, sosyal, ekonomik vb. adaletsiz düzenin alt üst olması, (şeytan olayında olduğu gibi) otoritelerinin sarsılması, makam ve pirestişi kaybetme endişesidir. Fakat Peygamber sahipsiz değildir ve bu iddiaları anında geri çevrilmektedir.
Birincisi Nebisinin arkasında duran, sözlerinin yanında olan ve Peygamberinin ruhsal ve psikolojik açıdan son derece sağlıklı olduğunun teminatçısı olarak konuşan bizzat Allah’ dır. Müşrikler, cansız kurumuş çamur parçası putlarından mı destek alacaklar, yarım akıllarından mı?
İkincisi Nebinin akli dengesinde asla arıza olamaz. Çünkü bütün varlık O’nun ruh ve akıl kalemiyle yazılmış ve O’nun hürmetine dengede dur maktadır. Ondaki Ruh dengesizliği evrenin dengesizliği anlamına gelecektir. O, Rabbin insanlığa emsalsiz bir Rahmet nimetidir ve İlahi Rahmet eseri ve nimet olarak, insanlığın en yüce Ruhu ve Aklı (Fetanet Sıfatı) ona verilmiş, üstelik seçilmişlerden olarak Peygamber yapılmıştır. Herkesin deli olabileceği düşünülebilir de onun asla!
Üçüncüsü, Peygamber, insanlığa örnek olabilecek en yüksek bir ahlak sahibidir. O’nun bütün duyguları, düşünceleri ve davranışları bire bir Kur’an’la örtüşmektedir. O adeta, kitap olarak gelen Kur’an’ın, insanlaşmış şeklidir. İnsanlığa müstesna bir ahlak modeli olarak sunulan bir insan, nasıl deli olabilir? Olsa olsa, Peygamberliğinden önceki güvenilirliğine bakarak, O’na ‘Muhammedü’l-Emin” dedikleri halde, kıskançlık ve çıkarları yüzünden, önceki bu doğru tespitlerinden dönen müşrikler, ruhlarını bozmuş, akıllarını doğru kullanmamış olabilirler. Parlayan güneşe gözlerini yumanlar daima karanlıkta kalırlar.
Ayet, tek kelimelik çok ağır ithama karşı, yine bir kelimeyle ama, insanlık çapında ağırlığı olan bir mefhumla cevap vermiş;”Deli” diyenlere, kesin bir dille “Ahlak” denmiştir. Üstelik kesin olan Peygamber ahlakının yüceliği, ve büyüklüğü, kısacık ayette dört kez, kelime, harf ve gramer kurallarıyla teyid ve te’kid edilmektedir (inne, lam, tenvin, azim),(Yazır,age,8/267).
Ahlak, yaratılış ve huy demektir. Yaratılıştan getirilen ya da sonradan edinilen iyi veya kötü huylar ve hallerdir. Peygamberimiz, yaratılışı itibariyle, doğuşundan itibaren en yüksek ahlakî melekelere sahipti. Anne babasızdı ve içinde bulunduğu cahiliye ortamına rağmen, masumiyet içinde yaşamış, Rabbisi tarafından muhafaza edilmişti.
Delilik ise doğuştan da olsa, sonradan da kazanılsa, saklanmak da sürekli akıllı gibi davranmak da mümkün değildir. Davranışlardan kesinlikle fark edilen bir özelliktir.Öte yandan bir delinin, ahlaki normlara uygun davrandığı, bilinçli bir ceza veya ödül aldığı nerede görülmüştür?Hayatının her anın da ahlak çerçevesinde yaşayan bir insana deli denmez, delide ise ahlakî hassasiyet olmaz!
Peygamberimizin, 40 yaşına kadar bir şekilde psikolojik bir rahatsızlık yaşadığı da, ahlaki kurallara ters hareket ettiği de hiç bir kaynakta asla gösterilemez! Mağarada ilk vahiy tecrübesinden sonra, heyecan içinde gelip Hz Hatice’ye “Beni örtün!” demesi, melek olmamasının, beşer olmasının olağan bir tezahürüydü.
Anlaşılıyor ki, deliliğe varan pek çok psikolojik rahatsızlıkların temelinde, Vahiy ikliminde yaşanan güzel ahlaktan yoksun olma vardır. Birinin yokluğunda diğeri ortaya çıkmaktadır. Psikolojik rahatsızlığı olanlara, Dinimizin hoş görmediği ahlak dışı tavsiyelerde bulunmak da aslında, susuz kalmış bir insana deniz suyu içme önerisi götürmeye benzer. Derdin devası, derde düşülen yerde aranmalıdır! Nerde bir derde düşülmüşse, devası da o noktada saklı demektir. Ahlaksızlıklar insana bir kısım cinnetleri yaşatabiliyorsa, tedbirler de o yönde alınmalıdır.
“Mecnun” ve “Ahlak” kavramları arasında ne gibi bir ilişki vardır? Ayet delilik gibi ruh tartışmaları üzerinde, geçmiş yapı, şu andaki tezahürler ve geleceğe yönelik tespitler üzerinde durulması gereğine işaretin ediyor adeta deliliğin ve ruh hastalıklarının teşhis ve tedavisi konusunda kriterler belirlenmesini, bu mevzuda geleceğe yönelik çalışmalar yapılmasını adeta istiyor. Ruh rahatsızlığı ve kişilik bozukluğu örnekleri vererek de yardımcı oluyor.
Zira ayetlerden anlaşıldığına göre, öncelikle Peygamberimizin yaratılış yapısına, doğuştan insanın getirdiği mizaç özelliklerine dikkat çekiliyor. Ardından yaşamakta olduğu ahlakî tutum ve davranışları hatırlatılıyor ve doğuştan gelen kimlik üzerine oluşturulan ikinci fıtrat ve benlik kimliğinin, gelecekteki tezahürlerine, insanı alıp götüreceği olumlu ya da olumsuz tutum ve davranışlara vurgu yapılıyor.
Bu arada Kur’an, müşrikler gibi suçlayıcı, itham edici, aşağılayıcı tutum sergileyerek, “Sensin deli!” şeklinde bir demagoji tarzı benimsemiyor. Gerçeğin er geç ortaya çıkacağını vurgulayarak, gözlem yapmaya, iddialarını kanıtlamaya, ona göre hüküm vermeye davet ediyor.
Konu deli olan bir insanın, ahlaklı davranış sergileyip sergileyemeyeceği noktasında yoğunlaşmaktadır.
Aklî melekesini yitirmiş insanda ahlakî sorumluluk da yoktur, inanç ve ibadet sorumluluğu da. Diğer deyişle, “Akıl olmayınca ahlak da olmaz”. Peki tersini düşünürsek: “Ahlak olmayınca akıl da yok demektir” gibi bir sonuç uygun olur mu? İnanmayan ve her günahı özgürce işleyen insanlara “Akılsız!” veya “Deli!” mi diyeceğiz? Yoksa çarşı pazar deli mi dolu?
Ya da buna az yorum katarak şöyle diyelim: Benliğine güzel kimlik kazandırmayan, Ene’siyle yaratıcısına yönelemeyen, Peygamber ahlakını yaşayamayan insanın aklı ve iradesi, nefis baskısıyla zayıflar, arzularını duygu ve düşüncelerini kontrol edip yönetebilecek yeteneği kaybeder. Bir çeşit fonksiyonsuz akıl haline gelir. Bu da bir delilik ve cinnet hali midir, değil midir ona siz karar vereceksiniz?
İnkarları, dalaletleri, zulümleri ve günahları sebebiyle, cennetinin elinden kayışını ve adım adım cehenneme yaklaştığını gören çok akıllı bir insanın hâlâ aklını kullanmaması, tövbe ile dönüş yapmaması, gerçekte ciddi anlamda bir akılsızlık değil midir? Bir tarafta idam sehpası kurulmuş, kabir canavar gibi ağzını açmış, akıl sahibi insanları birer birer alıp götürürken, beri tarafta baklava börek yutmak, günah renkli zevk ve eğlencelere dalmak, hangi akılla telif ve izah edilebilir?..
Gelen ayetlerde, Hidayet yolunu seçmeyip güzel Ahlaka sahip olmayan o kişilerin dalalet yolunda sergiledikleri kişilik bozuklukları ve ürettikleri kötü davranışlar şöyle sıralanmaktadır:
8-”Yalanlayıcılara uyma!”
9-”Onlar sana iyi davranmak için senin onlara uygun davranmanı istiyorlar”
10-”Şunlara uyma: Tutarsızca yemin eder, her kalıba girer”
11-”çekiştirip ayıplar, araştırıp laf taşır”
12-”Her hayra engel olur, sınır tanımaz çiğner, her günaha girer”
13-”Zorba-acımasız-kaba-davranır, kötülükle damgalı-iyiliğe mühürlüdür”
14-”Evlatları, malları var diye azar” 15-”Ayetleri ona okununca eskilerin masalları der”
a-Öncelikle karmaşık bir ruh tablosu ile karşı karşıya kaldığımızı görüyorsunuz. Klasik bir eseri, uzmanlarının analiz etmesi gibi biri şey. Picasso’nun, özellikle Dalı’nın bir yapıtını sanatsal açıdan yorumlamak için, herhalde ressamlık bilgisi ve o alana ilgi gerekir. Çoğumuz renk karmaşası, yamuk ağızlı yaratığa benzeyen bir insan resmi gibi sathî yorumlar yaparız..Kültürümüze ters gelir. İnsan ruhunu da bir psikiyatrist daha güzel tahlil edip anlatır. Kur’an’ı da gerçek müfessirler…Cenab-ı Hakkın sonsuz ilminden gelen vahiy ifadeleri ile karşı karşıyayız. Özellikle Arapça’nın bir kelimesinin; sözgelimi bir devenin 70 sözcükle ifade edildiğini düşünürsek, insan ruhunu kelimelerle şerh etmenin zorluğu ortaya çıkar. Alex Carrel’in dediği gibi gerçekten meçhul olan insanı!..
b-Peygamberimiz güzel ahlakı ile daima iyi ve güzel duygu, düşünce ve davranışlara sahip çıkan, uygulayan ve insanların da güzel ahlaklı olması için görevli olarak yaşayan bir insandır ve inanan inanmayan, ahlaklı ahlaksız her insanla iletişim kurma durumundadır. Ancak iyi ve güzel olanın yaşaması ve yaşatılabilmesi için, öncelikle onun koruma altına alınması gereklidir.
Bu yüzden ilk vahyin nüzûlünden sonra üç yıl boyunca gizli davet yapılmış, iki hicret yaşanmış, mağaralara sığınılmış, ağır maddelerine rağmen Hudeybiye anlaşması imzalanmıştır. İnsan ruhu, özellikle çocuklarımızın ruhları, bozuk ruhlara karşı ciddi anlamda koruma altına alınmalıdır. Onların, her halde kelaynaklardan geri kalmayacak oranda değer ve önemleri vardır.
Peygamberimizin şahsında bütün inananlara bu konuda bir uyarı yapılmaktadır. Yalanlayarak Allah’tan kopmuş, sadece kendi Ego hayatlarını yaşamakta olan ve bu durumlarını uç noktalarda gösterdikleri kişilik ve davranış bozukluklarıyla sergileyen insanlara karşı dikkatli olunması istenmektedir. Zira ruhlarda birbirini aynalama ve modelleme meyli her zaman vardır. Bir çeşit bulaşıcı hastalık gibi, ruhsal hastalıklar da birbirini kopyalarlar. Bu iyi ruhlar için de geçerlidir. Ayet pis ruhların pis ruhlarla, temiz olanların da temizlerlerle olduğuna dikkat çeker (24/26).
c-Başta iman ve ibadet olmak üzere, ruhun güzelleşmesini sıhhat kazanmasını sağlayan temel beslenme kaynakları yoksa, inanç konuları yalanlanıyorsa; ruhun bozulacağına, çürüyeceğine, çeşitli psikolojik bozuklukların doğmasına sebep olacak günah bataklığına dalma riskinin olabileceğine dikkat çekilmiş oluyor. Alak süresinde işaret edildiği gibi “Aidiyet-Allah’a kul olma” yı reddetme gibi Fıtrat anayasasının ilk maddesi baştan reddedilmiş ol maktadır. Bundan sonraki hiç bir inanç ve hayat yasasını tanımayacağını, kafasına estiği gibi davranacağını ilan etmiş olmaktadır.
Bu yalancılıktan daha ağır bir durumdur. Yalanda gerçeği ters gösterme vardır, yalanlamada ise toptan ret ve inkar söz konusudur. Bu psikoza giren insanlar, benlikleriyle beraber bilinçaltlarını da alabildiğine özgür bıraktıklarından, bir volkan gibi sürekli bilinç patlaması yaşarlar. Ve lav fışkırma sı gibi çevrelerine sürekli her çeşit ruhsal hastalık mikroplarını saçarlar. Bir Yaratıcıyı almak istemedikleri ruh dünyalarını, onlarca ruh hastalık mikrobu işgal altına alırlar ve onun duygu, düşünce ve davranışlarına hükmederler…
Ruh güzel duygu ve düşüncelere kapalı hale gelince, bildiğimiz ne kadar güzel duygu ve düşünce varsa, her birinin yerine adeta tam zıddı olumsuz kötü bir duygu ve düşünce gelip yerleşmekte, adeta bütün bedeni arıların kaplaması gibi, kötülükler ruhu sarıp sarmalamaktadır.
Bu açıdan, Ayetleri yalanlayarak Peygambere hasım olma gibi dibe vurmuş başka bir şizofreni ve paranoya hastalığı gösterilemez!..”Ben İsa’ yım, Musa’yım, Peygamberim!” deyenler için yine masumca bir gerekçe gösterilebilir ve tedavi edilebilir. Fakat bilinçli olarak “İsa’yı Musa’yı tanımam!” deyen insanın ruhsal açıdan tedavi şansı kalmamış demektir. O gerçekten ruhunda köklü bir değişim bekliyorsa, ruhun sahibine başvurmalıdır.
d-Ayetlerden anlaşıldığı gibi Benlik adeta zincirlerinden boşanmış gibi, her tarafa koşan, soluk soluğa canavarca saldıran, bozmadık duygu bırakmayan bir insanın genel portresini çizmektedir. Benlik öylesine özgürlük kazanmıştır ki, çoğu özgür insanın yapamayacağı şeyleri yapmaktadır.Komple duyguları hastalık mikrobu istila etmiş gibi, ruh adeta can çekişmektedir. Bu komple ruh bozgununun başlıca özelliği “Kişilik erimesidir!..”
Kişilik Erimesi…
Psikolojiyle ilgili bir kitap alsanız, kişilik bozuklukları ve ruh hastalıkları ile ilgili tanımları ve özelliklerini okusanız, sonra da ayetlerde ruhsal durumu ve kişilik özellikleri belirtilen, bu duygu ve düşünce katili insana bir teşhis koymanız istense bunun imkansız olduğunu görürsünüz. Ne kitaplardaki özellikler bir elbise gibi bu portrenin üzerine giydirilebilir ne de bu şahıs o tanımlara sığabilir…Çünkü elle tutulur bir kişiliği kalmamıştır ki o kişilikte bir hastalıktan söz edilsin !..Belki parçacı bir yaklaşımla şu özellik, şu davranış diye tek tek irdele mek ve isimlendirmek mümkün olabilir. Kişisel olarak bizim Kur’an’dan yararlanmamız, kötü duygu ve düşünceleri, olumsuz davranışları öğrenmemiz de bu şeklide mümkün olabilir.
Kişi tek başına adeta bütün kişilik bozukluklarını kendinde toplamış teşhir etmektedir.
e-Bu ayetlerde belirtilen davranış biçimleri herhangi bir Müslüman’da da gözlenebilir. Bu yukarda işaret ettiğimiz bir ruh ölmüşlüğü, kişilik don- muşluğu anlamına gelmez. Peygamberimiz, (Kalbiyle inkar eden, dıştan Müslüman görünen) münafığın üç temel kişilik özelliğini şöyle sıralar: “Yalan konuşur, sözünden döner, emanete ihanet eder!.
Buradan yola çıkarak, inanan hatta ibadet yapan bir insan bunlardan birini veya hepsini yapsa bile münafık sayılmaz. Belki mü nafıklığa ait bir özelliği, elbise gibi geçici olarak sırtına geçirmiş olur. İnsanlar yanlış elbiseye göre hüküm verebilirler. O elbiseyi hemen çıkarmalı ve tövbe etmelidir. Tıpkı elbisemize bulaşan bir pisliği temizlemek gibidir. Ancak sürekli yaşanan özellikler karakter haline ge lip insanı tehlikeye atabilir. İnsan kendinde bir inkarcı ve münafık özelliği görebilir, endişe duyabilir. Fakat kendine asla kafir ve münafık dememelidir, demeye hakkı yoktur, şaka da olsa böyle bir şey demesi durumunda, tövbe ile inanç tazelemelidir.
Yukarıdaki ayetlerde belirtilen davranış biçimlerine uyan yönümüz varsa, bu, inkarcılara ait bir özellik olarak üzerimize sıçramış bir çamur olarak görülmeli ve hemen temizlenmeye çalışmalıdır.
Bunun tersi de mümkündür. İnanmayan bir insanda, inanan bir insana ait özellikler hatta daha güzel vasıflar olabilir. Ve günümüzde olduğu gibi uygarlık adına Müslümanlardan ilerde olabilirler. Allah inanmayan insanı yüceltiyor değildir, inanmayan insanın sahip olduğu Müslüman’ca sıfatlara bakarak yükseltiyordur. Müslüman aşağılarda zorluk çekiyorsa, üzerinde Müslümana ait olmayan olumsuz özellikler taşıdığındandır. Bu konuda kısa bilgi sunulmuştu.
Psikolojik olarak da aynı gerçeğe yaklaşmak mümkündür. Günahlar, psikolojik rahatsızlıklara yol açar. Müslüman o rahatsızlıktan kurtulması için, o günahı terk etmesi gerekir. Anksiyeteye, depresyona sahip bir Müslüman, okumuyor, okuyan güzel insanlarla beraber olmuyor demektir. Yoksa gerçekten inanmış ibadetini yapan, insanlara yararlı olma yolunda hizmetler veren bir Müslüman’da, kafirlerde münafıklarda görülen bunalımlar o derece yaşanmaz; ümitsizlik gibi!..
Eğer inanan bir insan bunları yaşıyorsa bir Müslüman’a yakışmayan bir duygu veya düşünceyi yaşıyordur, olumsuz bazı davranışlar içinde bulunuyor demektir.
Bunun dışında inanan insanın başına gelen her üzüntü ve acıyı, bela ve musibeti hemen psikolojik rahatsızlık diye isimlen dirmek de asla doğru değildir. İmtihan dünyasında yaşadığımızı hep vurguluyoruz, ilgili yerde gerekli uyarılar yapılmıştır.
f-Ayetler bir şahsın kimliğinde farklı “Kişilik portreleri”ni çizmektedir. Şu karakterlerden söz edilebilir.
1-Benlikçi karakter:
Olumsuz inanç, felsefe, anlayış ve ideolojilerini, etnik ve politik görüşlerini duygu ve düşüncelerini, hayat tarzlarını her vesileyle yaymaya kabul ettirmeye ve kendilerini her alanda hakim kılmaya çalışırlar. Bu konuda büyük tavizler koparmak için, belli küçük tavizler verirler. Kendi cephelerinde yer almanız için, menfaatlerine çalışmanız için size iyi davranır yüzünüze gülerler. Sizi kendilerine benzetmeye, uydurmaya çalışırlar.
İkili insan ilişkilerinde de benzer yaklaşımları sergileyen insanlara karşı uyanık olmak gerekir. Bu tarz yaklaşımları masumca, iyi niyetle farkın da olmadan, ama biraz da cahilce ve kendi anne babalarını taklit ederek, anne babalar da çocuklarına karşı uygulayabilirler. Şartlı reflekse alıştırırlar; konuşuyoruz, susarsan sana oyuncak alırım gibi…Ya da bir öğretmen; beni dinlerseniz iyi not veririm! gibi…
2-Baskıcı karakter:
Servet ve nüfuzlarıyla Kendilerini üstün tutar, akrabalarına, taraftarlarına dayanırlar, baskı uygular, zulüm yapar, başkalarına önem ve değer vermezler. Kendi isteklerinin gerçekleşmesi adına merhametsizce şiddet uygularlar, öfkelerin adamıdırlar, duygusal tatminlerini ön plana çıkarırlar, iyilik ve yardım nedir bilmezler, güzel söze tatlı dile yeminli gibidirler, dostluğa kapalıdırlar. Çocuklarında kişilik bozuklukları olması doğal görülebilecek kaba insanlardır.
3-Basit karakter:
Tutarsız, değişken, çıkarcı, fitneci ve basit bir karaktere sahiptirler. Aklı başında insanlar onlara değer vermez, ne var ki onların da böyle bir kaygıları zaten yoktur. Olur olmaz her yerde yeminler ederler, yaltaklanırlar, yanar dönerdirler, alkışçıdırlar, çıkar sağlayanın yanında yer alırlar. Herkese farklı davranırlar, işlerine gelmediği noktada insanları kolaylıkla birbirlerine düşürürler. Şahsiyet oluşturamadıklarından, her şahsiyete uyum sağlayabilirler, menfaatlerine uymayanı yüzüstü bırakıverirler Aynı zamanda herkesin aleyhinde rahatlıkla konuşabilir, laf taşır, kusur araştırır, deşifre eder, küçük düşürür alay etmekten büyük keyif alırlar, başkalarının ayıplarıyla uğraştıklarından kendi ayıplarını göremezler…
4-Bozuk karakter:
Her kötülüğü-günahı işlemeye son derece meyilli kişiliklerdir. Başta cinsellik olmak üzere, yeme içmede helal-haram sınırı tanımazlar. Nefis arzuları, her şeyin önünde geldiğinden, sadece kendilerine cömerttirler, başkalarına yardım amaçlı hiç bir hayır işini sevmezler, son derece cimridirler, kendi arzularını tatmine engel olan her hayırlı girişime de şiddetle karşı çıkarlar, ucu kendilerine dokunacak diye her hayırlı eyleme engel olmak isterken, arzularına uyan en kötü girişimlere bile arka çıkar, öncü olurlar…
5-Bilgiç karakter:
Akıl, bilgi, makam ve kariyerlerini kendi felsefeleri ve dünya görüşleri yönünde kullanırlar, kendi prensiplerine katıca ve taassup içinde bağlılık gösterirler, başkalarına söz, fikir ve düşünce özgürlüğü tanımazlar, bilim der başka şey bilmezler, metafiziğe tamamen kapalıdırlar, Din konularını hafife alır, modası geçmiş çöl hikayeleri, 14 asırlık mitoloji der, küçük görür, kendi yorumlarını parlatır piyasaya sürerler.
Ayetlere devam edecek olursak:
16-”Yakında biz onu burnun (hortumun) dan damgalayacağız”
17-”Onlara bahçe sahiplerine verdiğimiz gibi bela verdik….!
18-32-Eskiden, güzel bahçeleri olan bir topluluk vardı, kesin bol ürün olacak demişlerdi. Bir bela ile bir gecede bahçeleri simsiyah oldu. Erken- den kalkıp yola çıktılar. Yoksulların bahçeye girmesinden endişe ediyorlardı. Bahçenin halini görünce: “Eyvah mahvolduk!” dediler. Olumlu birisi “Ben size Rabbinize tespih edin dememiş miydim?” deyince: “Tespih ederiz, biz zalimmişiz!” dediler, fakat suçu birbirine yüklemeye çalıştılar. Ardından da” Yazıklar olsun biz azmış kimselermişiz”, “Umarız Rabbimiz yerine daha hayırlısını verir, biz Rabbimize yönelir ondan umarız!” dediler.
33-”İşte azab böyledir. Ahiret azabı ise daha büyüktür. Bir bilselerdi!..”
Sıralamaya çalıştığımız karakter özelliklerinin hepsini kendinde toplayan bir insan tasavvur edin, bir de burnunu düşünün!..Ya “Burnu büyük” dersiniz ki bu tanımlama o burnu büyük için küçük kalır…Ya da “Burnu Kaf dağında! dersiniz. Hatta benlik o kadar şişmiş büyümüş ki adeta burnundan taşmış, bir fil hortumu halini almış diye düşünürsünüz!..
İnsanlar bu derece büyük bir burna sahip olmadıkları halde, estetik kaygı adına burunlarına kendilerince güzel zarif bir damga vurduruyor, bıçak altına yatıyorlar. Her kibirlinin burnunun hortuma dönüştüğünü, her yalan söyleyen insanın burnunun pinokyo gibi uzadığını düşünsek, sokakta çarşı pazarda dolaşma imkanı olmaz, çıkan gözlerin de haddi hesabı olmazdı…Cerrahlar göz takmaktan, burun kısaltmaktan, başlarını kaşıyacak fırsat bulamazlardı.
Öncelikle böyle bir dünya cezası verilmediği için ayet bir Rahmete dikkat çekmektedir. Fakat ahirette esas cezanın olacağını belirterek iyice düşünmeye de çağrı yapmaktadır. Bunu düşünen insanlar, yüze güzellik katan, esas güzelliğini secdede kazanan burunlarını secdeye sürterek, kibir ve zulüm gibi oluşabilecek benlik çıkıntılarına engel olurlar, burunlarını seccadeleriyle mühürlerler. Secde mühürlü burunlara mahşerde damga vurulmaz!.. Yoksa Allah’a ve insanlara karşı burnu havada olmanın ahiretteki çevrimi, yansıması, temessülü, burnun ateşle damgalanması olabilecektir…
Öte yandan damga, bilindiği gibi hayvanlara vurulur. Kovboyların sığır damgalamaları gibi. Hoş şimdi atom bombalarıyla, olanların yanında, nesiller daha gelmeden önce binlercesine radyoaktif damga da vurulabiliyor!..Hayvanların yüzlerine damga vurma adetine karşı Peygamberimiz bunu ya- saklamıştır. Böyle olunca bir insanın yüzüne damga vurmak, dağlamak asla tasvip edilemez.
Ayet kinaye yoluyla, vasıfları anlatılan bu gibi insanların aşağılanacaklarını vurgulamış oluyor (Yazır,8/273). Burnunu sürtmek diye bir deyim de vardır. Ve dünyada bela ahirette azab şeklinde bu insanların burunları üstüne düşecekleri, sürünecekleri uyarısı yapılmıştır diye de düşünülebilir… Nitekim ayetler tarihi bir olayla, bu konuda ibret alınmasını da öğütlüyor. Allah’ı unuttuğu gibi, yoksulları da unutan onları gözetmeyen, bol servetleriyle övünüp sadece çıkarlarını düşünen insanların, çok güvendikleri dünyalıklarının ellerinden alınabileceği ve bunun sonucu o insanların içine düştükleri psikolojik durumları anlatılarak hisse almamız isteniyor.
Başımıza gelen bela ve musibetlerde, mala ve cana gelen olumsuz olaylar karşısında farklı Psikolojik tutumlar sergileyebiliriz
Birisi, ruhsal çöküştür ki “Eyvah mahvoldum!” deyip büyük bir hayal kırıklığı yaşamak, ümitsizliğe düşmek, panik yapmak; saçı başı yolmak, üs tünü başını yırtmak, başını yerlere vurmak, kırıp dökmek; yıkılmışlık içinde ya bir köşeye çekilip her şeyden soyutlanmak, depresyona teslim olmak, ya da derdi dert giderir deyip, kendini avutmak için günahların içine balıklamasına dalmak…
İkincisi, suçluluk psikolojisine girmektir ki, kendi hatalarımızı, beceriksizliğimizi, tedbirsizliğimizi veya azmışlığımızı ve günahlara dalmışlığımızı görmezden gelerek, suçu başkalarına atmaya çalışmak, günah keçisi aramak ya da kendini aşağılayarak, suçlayarak, hatta bir çeşit cezalandırmaya kalkarak, kötü olaydan daha kötü bir duruma düşmek!..
Üçüncüsü, vicdanî dengeli bakıştır ki, ayet dengeyi “Orta görüşlü olan” kavramıyla anlatır. Olaydan önceki duygu, düşünce ve davranış biçimlerimizin sorgulanması, ders çıkarılması, Allah’a yönelerek hataların düzeltilmesi, gelecekte de o kaybedilenin daha hayırlısının elde edilmesi yolunda adım atılması şeklinde uyarı yapılmış olmaktadır.
Kendimizi bu üç boyutlu bakış açısına alıştırabilirsek, korku, üzüntü ve öfke verici her olay ve durum karşısında son derece güçü bir yapıya sahip olmuş oluruz. Ne kendimizi suçlayalım, ne de başkasını!..Geçmişten ders alalım, Rabbimizle sözleşmemizi yeni e yelim, geleceğe canlı bir şekilde yönelelim…
Son ayette dendiği gibi, bu bilme ile hem dünyadaki ruh hastalıkları azaplarından hem de ahiretteki anlatılamaz azaplardan korunmuş olalım!..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder