6 Nisan 2015 Pazartesi

maun


Bismillâhirrahmânirrahîm
1. Gördün mü, o hesap ve ceza gününü yalanlayanı!
2,3.İşte o, yetimi itip kakan, yoksula yedirmeyi özendirmeyen kimsedir.
4.Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki,
5.Onlar namazlarını ciddiye almazlar.
6.Onlar (namazlarıyla) gösteriş yaparlar.
7.Ufacık bir yardıma bile engel olurlar.
[dailymotion=x9z5mj]
[dailymotion=x9z50k]
MAUN SURESİ (107) NEFSİN ÜÇ HALİ (drmavi, 2005)
1-Dini yalanlayanı gördün mü?
a-Gördün mü?
Bakmaktan farklı bir yönlendirme yapılıyor, dikkat nazarıyla bakarak görmeye çalışma ve bunun getireceği anlama ve kavrama bekleniyor.
Ayet gördün mü diyerek bir uyarı yaparak dikkati çekiyor. Bir şaşma ifadesiyle muhatabı hazırlayarak müşrikin ruh halini benliği ve huylarını anlatıyor (Yazır,9/501). Bir yalanlayan konu edilmekle de, masaya yatırılacak orijinal bir yapı incelemesine, bir nefis modeline dikkat çekiliyor.
Ayet gördün mü? diyerek belağatlı bir uyarı yaparak.”Bir düşün, altındaki sebepleri ara bul anla!” gibi bir düşünce uyandırmaktadır. Gelen ayetlerin uslûbuna, ifade ediliş biçimine baktığımızda ise, doğrudan düz bir anlatım görürüz. Adeta inanan inanmayan bütün insanlarda olagelen, insan tabiatının gereği, bazı davranışların fotoğrafını veriyor, durum raporu sunuyor, üzerinde tartışılmasını ve bu davranışların altında yatan sebepleri bulmamızı ve dolayısıyla tedavi için gerekenin yapılmasını istiyor.
b-Yalanlamak!.
Yalanlamak yalandan ayrılır.Yalanda hakikatın ters çevrilmesi, gerçeğin farklı gösterilmesi; yalanlamakta ise ortadan kaldırma girişimi vardır. Yalanda bile -bazen de makul- belli bir gerekçe gösterilebilir. Yalanlamada ise gerekçenin makul olmayanı bile genellikle bulunmaz.
Ayrıca yalanda daha ziyade kişisellik hakimdir. Kişi kendince farklı sebeplerle yalan söyleyip bir insanı kandırabilir. Ancak yalanlama bütün varlık alemiyle ilgilidir ve adeta bütün insanları kandırma ve varlıkları yok sayma, aşağılama gibi bir sonucu doğurur.
Ayetin başındaki “Gördün mü?” uyarısı bu açıdan bakılınca daha bir anlam kazanmakta, yerine oturmaktadır. Çünkü, kişinin yalan söylemesi bir derece anlaşılabilir, ayıplanır da fakat, yalanlama, ayan beyan olan hakikatı inkar etme ve inanmama (James Jean’ın dediği gibi) inanılacak bir şey değildir şaşılacak bir durumdur!..
- “Neden inkar ediyor yalanlıyorsun?” diye sorulunca,
-”Gözümle görmediğime inanmam!”
-”Varlıkta var olan her şeyi görebildiğinden emin misin?”
…………………!
-Sen hep birlikte olduğun ve görüp durduğun seni, kendini ne kadar görebiliyor, okuyabiliyor, tanıyabiliyorsun?
-”Ne bileyim! Atalarımdan öyle duydum!”
-”Ya duyduğun kimseler yanılıyorlarsa!”..
-………………….!
-”Yok! diyorsun? Yok’a kanıtın var mı?”
-…………………!
-Peki “Dirilme yok!” dedin!
-”Dedim çünkü gidip geleni sen de görmedin!”.
-”Peki, hiç görmediğimiz bir yerden buraya sen nasıl geldin?”
-………………….!
Yalanlanan, ister Allah’ın varlığı ve birliği olsun, isterse Din’in yalanlanması ya da ahiretin yalanlanması olsun, insanın ruh dünyasında olumsuzluklar, karakterinde bozukluklar meydana getireceği vurgulanmış olmaktadır.
Yalanlama, aslında kendini, kendi saf ve doğru fıtratını inkar anlamına gelir. İnsanı insan yapan en önemli insani meleke olan Vicdanı, iç onaycıyı katletme, onun birinci derecede yardımcısı olan muhakemeyi devre dışı bırakma demektir. Hakiki varlığı inkar edince de, yalanlanmayacak hiçbir şey bırakmama demektir. Yalanlamak, kendini inkar etmektir. Çünkü kendini var edeni inkar etmektedir. Kendini inkar eden insanın yalanlamayacağı hiçbir mesele kalmamaktadır.
Nitekim din reddedilince, dini yollayan da, ahiret de, dini getiren melek ve Rasul de, dinin kitabı da, bütün prensipler ve inananlar da bir bir yalanlanmış oluyor. Buna kainatın zerreleri sayısında inkar mührü basma da diyebiliriz. Ene, eline aldığı onay mührünü, önüne gelene “Yok!” diye basıp geçiyor, vurup geçiyor! Tabi yetim de yoksul da bundan nasibini alıyor!…
İlk yalanın da ilk yalanlamanın da mümessili her kötülükte olduğu gibi yine şeytandır. Hatırlanırsa o, Adem ile Havva’ya karşı, yasak meyvadan yemeleri durumunda, melek olabilecekleri ya da cennette sonsuz saltanata konabilecekleri yolunda duygu ve düşünceyi kaydıracak bir yalanda bulunmuştu. Hz.Adem’in yalan konusunda yaşanmış bir deneyimi olmadığından, bilemiyoruz belki de secde emri karşısındaki şeytanın kibirli tutumundan haberdar olmadığından, meleklerin içindeki konumuna bakarak şeytanın bu sözünü doğru olarak algılamış ve doğru yaptığını zannederek yasağı delmiş olabilir.
Şeytanın yalanlaması ise doğrudan Allah’a karşı gerçekleşmiştir. Bunu ‘Onu topraktan beni ateşten yarattın!” şeklindeki doğru sözünden sonra, yalanlamanın ilk tetikleyicisi olan şu tepkilerinden anlayabiliriz: “Ben ondan üstünüm!…Beni azdırdın ben de insanları azdıracağım…!” Bu sözlerle şeytan yalanlamanın en büyüğüne imza atmıştır. Çünkü “Ben görseydim inanırdım!” gibi en cahil bir inkarcının ileri süreceği en basit bir mazerete bile sahip olamayacaktır. Belki o yalanlama sonucu insanlığın içine düşeceği bütün yalanlamaların, psikolojik rahatsızlıkların baş temsilcisi ve yalanlayanlar la hastaların başı olacaktır.
İkinci ayet yalanlayan insanın, yalanlamasının sonucu ortaya çıkan vicdan ve şefkat yokluğuna, daha çok “Duygu” yönünden kişilik bozukluğuna, bir çeşit nefis-ruh hastalığına dikkat çekmektedir. Duygular yönüyle ortaya çıkan nefis hastalığına genel anlamıyla “Azmışlık” demiştik.
2- O, yetimi iter kakar.
“Yetim” kavramı, Kur’an’da insanların şefkat ve yardım duygularının karşısına konan bir simge gibi olmuştur. Ve bu küçük ve basit gibi görülen bir başlangıç noktasıdır ki her büyük işin başlanıcı sonuçu kadar önemlidir, çünkü başlamadan sona ulaşılamaz. Bir yetimciğin hakkını gözeten, bakımını yapabilen insan belli ki gelecek pek çok yetimlerin, manevi yetimlerin de bakım ve görümünü yapabilecektir.
Başka ayetleri hatırlayalım: “Anne babaya öf! bile demeyin! (17/23). En hafif olumsuz davranış biçimi yasaklanarak, onun üstündeki kötü davranışların kapısı kapanmış olmaktadır.
Yetim konusunda da, benzer bakışla biz, bu inkarcının kişiliğini anlamaya, duygularını okumaya, beden dilini çözmeye çalışalım. Bir masum çocuğu itip kakmasına bir anlam yükleyelim. Bu çocuk annesiz babasız olması yönüyle diğer çocuklara nazaran şefkate merhamete daha çok muhtaç ol sun!..Bir kedinin bile sürüklendiğini tekmelendiğini görsek içimiz kalkar, acıma hissimiz ruhumuz kaplar.
Sonuçta anlıyoruz ki bu davranışı yapan bu insanın içinde bir yetime gösterebilecek asgari anlamda, minimum noktada bir şefkat, merhamet ve iyilik duygusu bile yok! Bir aileye, topluma insanlığa nasıl merhamet göstersin!..Bu adama dense dense ancak kaskatı kesilmiş, taştan da katı kalbiyle bir zalim denebilir…
Çünkü o, baştan yalanlayarak, yetim olan olmayan, bir insan bir toplum; her kese karşı duyabileceği merhamet duygusunu kökten yok etmiştir.
İnançsız insanın duygu, düşünce ve davranışları da inançsızca olur. Tersten okursak, inançsızca davranışlar sergileyen insanların duygu ve düşüncelerinde bozulma vardır ve muhtemelen nefsin hastalıkları onun kalbini mühür hastalığına mübtela kılmıştır.
Üçüncü ayet ise yalanlayan insanın daha çok “Düşünce” yönünden kişilik bozukluğuna, nefis-ruh hastalığına dikkat çekmektedir. Düşünce yönü ile ortaya çıkan nefis hastalığına da “Bozgunculuk” demiştik.
3-Yoksulun doyurulmasında teşvikçi-önayak olmaz.
Yalanlamayla kişisel kısırlığa düşmüş bu insan, merhametsizliği ve zalimliğiyle bir yetim çocuğa nasıl davranıyorsa, toplumsal yönü de öyle kısırlaşmış gibidir. Yoksula duygusal bir merhamet yakınlığı olmadığı gibi, akıl, mantık ve düşünce planında bir organize hareketi de görülmemektedir. Hayır ve iyiliğe kapalıdır. Kendisi vermediği gibi verilmesi yolunda bir çabası da yoktur. O kadar ki elini kaldırıp “Şurda bir fakir var, açlıktan ölecek, yardım edecek yok mu?” diyecek düşünce kırıntısından bile mahrum kalmıştır.
Bu davranış biçimi aslında küçümsenecek bir hadise değildir. Yoksulluğa duyarsız kalmak aslında bir toplumda fitne ve fesadın ve her çeşit kötülük ve psikolojik hastalıkların yaygınlaşması adına son derece önemli bir onay ve teşvik anlamına gelir. Sosyolojik olarak yakın tarihe bakıldığında, fertlerin nasıl azgınlaştırıldığı, milletlerin yoksulluk platformunda nasıl kitlesel bozgunculuklara yönlendirildiği ve nice değerlerin ayaklar altına alındığı gerçeğiyle karşılaşırız.
Günümüze bakan yönüyle maddi ihtiyaçları kadar inanç yetimi ve bilgi yoksulu olan nesillerimize, merhamet duygusuyla ve organizeli düşünce ve müessese faaliyetleriyle sahip çıkmanın ne kadar önemli olduğunu da anlayabiliriz. Yetime merhamet yoksula yardım, yalanlayanların aksine, inançlı insanın temel vasıflarıdır.
Ne var ki bu son iki vasıf, yalanlamayan Müslümanlarda da bir vasıf olarak bulunabilir. Tıpkı yalan, emanete hiyanet ve sözden dönme gibi üç münafık vasfının inanan insanda da bulunmasının mümkün olabileceği gibi…Nitekim son ayet, başta temelde yalanlayanlara ait olan bu konuda namazlı insanları da uyarmakta ve hassas olmaya çağırmaktadır.
İkinci ve üçüncü ayette geçen kelimeler muzarî olarak devamlılık-süreklilik ifade ederler.
Bu da ilk aşamada yalanlamayı benlik haline getirmiş olan insanların, ikinci aşamada şefkat ve merhametten yoksun bir kimliğe bürünecekleri üçüncü aşamada da, hayra tamamen kapalı bir kişilik sahibi olacakları dersini veriyor gibidir. Yani Ruh dünyaları daima şerre-olumsuza açıktır, hayra olumluya da kapalıdır.
Kötülüğe o kadar açıktır ki, kötülük yapmada akla en son gelebilecek bir yetimi bile itip kakabilmektedir.
İyiliğe o kadar kapalıdır ki, iyilik yapmanın en basit ve masrafsız şekli olan, “Şurda yoksul var!” demeyi bile içine sindirmemektedir.
Anlaşılıyor ki yalanlama ile oluşan nefis-ruh hastalığı, duyguları bozar insanı azdırır, düşünceleri bozar insanı bozguncu yapar. Bu ikisinin birleşmesiyle zalim bir insan karşımıza çıkar. Kur’an’ın üzerinde en çok durduğu kavramlardan biri de “Zalim” kavramıdır. İlgili yerde geniş bilgi verebiliriz. Sadece şu kadarını hatırlatalım. Yerin, göklerin dağların yüklenmekten kaçındığı emaneti üzerine alan insan, varlık aleminde ilk kez, öyle anlaşılıyor ki “Zalim!” olarak vasıflandırılmıştır (33/72).
4-Vay haline o namaz kılanların!..
Şimdi çok önemli bir bölüm başlamaktadır. İlk kez namaz kılan bir Müslümanın ruh haritasını çıkarma durumundayız. İlk ayetlerde inkarcılar, bu ayetlerde de münafıkları anlatılıyor gibi görünse de, sonuçta namaz kılan insandan bahsediliyor ve dolayısıyla inkarcıyla münafığa ait bazı özelliklerin, Müslümanda da olabileceğine vurgu yapılmış oluyor. Uyarının ağır tonla yapılması, etkili olması yönüyle, ibret almanın kolaylaşması ve tehlikenin gerçekten büyük olduğu konusunda bilinç oluşturması içindir denebilir.
Benzer yaklaşımları benzer ayetlerde de görebiliriz: “Şu Kur’an’ı şu dağa indirseydik Allah korkusundan paramparça olurdu” (59/21) derken, başka bir ayette, her gün kendilerine turfanda meyva gibi farklı vahiy bilgisi gelen ve onu hemen namazda okumaya çalışan Sahabeye hitaben ve bize şöyle der: “İman edenlerin Allah’ı anma ve inen Kur’an sebebiyle haşyetten kalplerinin ürperme zamanı gelmedi mi? Kalpleri katılaşanlar gibi olmayın!” (57/16).
Öncelikle bir cümleyle bu konunun ana temasını sunalım: Müslümanlarda da nefis-ruh hastalıkları yaşanabilir ve üç aşamada (Gaflet, azma, bozgun) yalanlayanların Ego-kırmızı alanına yaklaştırıp onları da büyük riske atabilir. Namaz kılarken kazanma kuşağında bile insanın, kaybetmesi söz konusu olabileceği için sürekli metafizik gerilim içinde bulunmak gereği vardır. Bu ciddi durum, etkileyici tonda vurgulanmaktadır.
5-Namazı gafletle kılarlar:
Öncelikle şu hususu vurgulamakta yarar vardır. Namaz, diğer ibadetlerden farklı olarak, Mirac ile özel olarak gidilip, alınıp gelinen, göklerden turfanda meyva gibi hediye edilen, son derece hususi bir iletişim vasıtası sayılabilir. İnsanın Yaratıcısı ile kulluk bağını oluşturan, merdiven gibi ona yaklaştıran ilk ve tek, en güçlü bağlantı aracıdır.
Namaz gerçek anlamda insanın bir benlik, kimlik ve kişilik oluşum organizasyonudur. Yaratılış amacının Allah’a ibadet olduğu düşünülürse, namaz insanın varlık gayesidir denebilir. İnsan varsa namaz vardır, insanda gerçek anlamını bulan benlik vardır. Namaz kalp imarıdır, orda merhamet yapısı inşa edilir, duygular ve kimlik verilir. Namaz beyin mimarıdır, düşüncelere denge, bilinçli kişilik, hayırlara yönelik aksiyon ve davranış kazandırır.
En az bir binanın yapımındaki hassasiyet kadar, insanın psikolojik yapısının oluşumunda, korunmasında ve tedavisinde titiz olmak gerekir.
İşte namaz, benlik oluşumunda, kimlik korunmasında ve kişilik uyumunda son derece önemli işleve sahip bulunduğu için, ayetlerde de insanın içini gerçekten ürperten bir titizlik ve uyarı sezilmektedir.
Nefsin üç hali gelen ifadalerde beraber şöyle belirlenebilir:
1-Gaflet hali,
2-Azgın hali,
3-Bozguncu hali
5-Namazı gafletle kılarlar:
1-Nefsin gaflet hali:
Müslümanda geçici ve kısa süreli olarak hoş görülebilir ama süreklisi hoş görülemez bir müminlik arızasıdır.
Namaz kılan Müslümanın birinci olumsuz vasfı, gaflettir, ülfettir. Nefsin donuklaşması, gerilimin azalmasıdır.
Burada Tekasür süresinde belirlediğimiz nefsin yeşil alandaki renk kayıpları söz konusudur. Gaflet arttıkça tonlar da uçmakta açılmakta ve sarı alana doğru kaymaktadır. Arızalar küçük çapta başlar fakat daima büyüme istidadındadır. Nefis gafletle özelliğini bozmuş, kendine zulüm yapmaktadır.
Zamanında ciddi önlemler alınmaz, metafizik gerilimi arttırıcı tedbirler alınmazsa (İnancın Gölgesine bakınız), nefis azmışlık sınırına doğru yaklaşmaktadır. En kısa zamanda yeşil alarm verilmelidir.
Aslında ayette “sehiv” kelimesi geçer. Ancak “Namazda sehiv’ olarak değil, “Namazdan sehiv’dir Yani bu, normal namazdaki bazen secde gerektiren unutma ve yanılma değil, namazların kendisinden, namazı kılmaktan gaflet içinde olmak olarak anlaşılmıştır (Yazır,9/503.)
Namaz konusunda gaflet çeşitleri
Namazın alay konusu yapılması, küçümsenmesi, “Hangi asırdayız” yaklaşımıyla gereksiz görülmesi, “Namaz kılanları da görüyoruz” gibi küçümseyici alay edici tavırlar sergilenmesi, şaka yollu da olsa, gaflet kapsamı alanı dışındadır. İnanıyorum diyenlerin bu tür yanlış sözlerden uzak kalma-sı gerekir. Aksi takdirde mevcut inançtan uzak kalma söz konusu olabilir.
Namazı kolaylıkla terk etmek, Allah’tan korku duymamak, bir hayır da ummamak, şimdi işlerim başımdan aşkın çalışmak da ibadettir demek, bazen yaşımı ya da hacca gitmeyi bekliyorum diye geçiştirmek.
Kılınıp kılınmadığına aldırmamak, vaktinin araştırmamak, ezan okununca tepki vermemek, kıpırdamamak, oyalanmak, başka uğraşları tercih edip vaktini geçirmek, fark edince de üzülmemek, tedirgin olmamak, pişman olmamak ve bir daha yapmamaya söz vermemek.
Kıldığında ise, halis niyeti olmamak, tazimle kılmamak, huşû duymamak, konsantre olmamak, namazda maceralara dalmak, formalite icabı yapıvermek, geçiştirmek, aradan çıkarmak, hızlı hızlı kılıvermek, sünnetleri atlayıvermek, sadece yatıp kalkmak, okuduğunun farkına varmadan bazen de esneyerek, uyuyarak kılmak.
Namaz konusunda genellikle gözden kaçan en büyük gaflet, namaz kılmayı Müslümanlık adına yeterli görmek, günümüzün namaz kadar önemli diyebileceğimiz, hatta zamanına zeminine göre farzlar ötesi farz olması durumuyla namazdan ayrılmayacak kadar önemli bir görev olan dine hem emeklerle hem de servetlerle hizmeti terk etmekle namaz, gaflet adına büyük darbe ve yara almış olmaktadır.
Namazın terk ediliş ve gaflet sebebi Nefistir.
Bu konuda ana sebebin bir cümlede ifade edilmesi istenirse, İlk üç ayeti baz alarak; Namazın başlı başına tekeffül ettiği içe dönük olarak, kalp teki merhametin yok olması veya azalması, dışa dönük olarak insanlığa yararlı aktivitelerden uzak kalmak şeklinde özetleyebiliriz.
Namazın, küçük yaşlarda yeterince sevdirilmemiş olması, örnek aile ve arkadaş çevresinin bulunmaması, hayat meşakkatleri geçim derdi vb. sebep, özür ve bahaneler yanında bizce, Namazı kılmamanın ya da gaflet içinde yarım yamalak eda edilmesinin temel sebeplerinden bir tanesi, Namazın; nefsin hoşuna giden alışkanlıkların bırakılmasını gerekli kılan bir misyona sahip oluşudur denebilir. Bu düşünceyi şu ayetten çıkarabilirsiniz:
“Namaz fuhuştan, dinin çirkin gördüğü şeylerden uzak tutar!” ( 29/45). İnsan, Namaz kılana, içki ,kumar fuhuş meşru olmayan kazanç yolları vb. yakışmaz der, Namaz da böyle alışkanlıklarla gitmez diye düşünür; sonra da bu halimle ben namaza uygun değilim diye düşünür; en iyisi namaz şimdilik bir kenarda dursun, ben gençliğimi hayatımı yaşayayım; zevkleri yaşayamaz hale gelince, boşta kalmamak, boşluk doldurmak için bir uğraş olarak onu yaparım!..diye karara bağlar. Umulur ki gassâl, kefenini üç yerinden bağlamadan, sonra ağlamadan, hemen kıyama gelir de ellerini bağlar!..
Bedensel ihtiyaçlara bağımlılık, nefis alışkanlıkları namaza gitmeyi, kılanların da namazda derinleşmesini engeller.
Namaz insanın kötülüklerden kaçmasını sağlar, günahlar da kılınan namazın gafletle zayıflamasına çalışır.
Benliğimizi, ruhumuzu, kalbimizi, aklımızı, bütün duygu ve düşüncelerimizi, içtenlikle namaza yoğunlaştırırsak günahlar bizden uzaklaşır.
Bu saydıklarımızı nefis iştahıyla günahlara yönlendirirsek, doğal sonuç olarak, Namaz uzaklaşır!..Namazın ruhu gider şekli kalır!..
Namaz ve günahlar!..Biz hangisinden uzaklaşırsak diğeri bize yaklaşır, hangisine yaklaşırsak diğeri bizden uzaklaşır!…
Namazı gafletle kılmanın sebebi de buna benzemektedir: Devrede hep nefsin, arzu ve alışkanlıkları bulunmaktadır.
Aslında biz, nefsimizi kötü alışkanlıklara kendimiz alıştırdığımız için, kendi ellerimizle kendi namaz gafletimizi de hazırlamış olmaktayız.
Yaratıldığı günden beri başlarını secdeden, rukûdan kaldırmayan, kıyamdan ayrılmayan melekler vardır, meleklerde nefis yoktur!..
Nefsin konsantrasyonu gafleti dağıtmak için çok önemlidir. Namazda bunu sağlayamamanın temel sebebi, nefsin gözünün ve aklının hep dışarıda olmasıdır. Nefis yapısı itibariyle dışa dönüktür. Yemesi, içmesi, cinsel yönü, malı mülkü serveti, evlatları, evi barkı, işi hep dışarıdadır.
Ayrıca nefsin içten dışa açılan gözlerinden olan bilinçaltı ile hayal aynası da sürekli açık olup her saat hatta her dakika söz, ses, görüntü, anı vb. yansıtmalarla nefsi meşgul etmektedir. Özellikle namazda pek çok şeyin geldiği bilinmektedir.
İnsan 24 saatilk hayatında en çok neleri görüyor duyuyor meşgul oluyorsa, bilinçaltını onlarla dolduruyor demektir. İnsan bilinçaltını nelerle dol durmuşsa, rüyalarda olduğu gibi, yarı yönüyle dış dünyadan ilgisini kestiğinde de onlar zihin aynasına hücum edecektir.
Buna göre 24 saat gaflet içinde yaşayan bir nefsin, aralarda sıkışan 10-15 dakikalık ibadet anlarında da gaflet gösterebileceği düşünülmelidir. İsterseniz şöyle de düşünebilirsiniz: Namazlarımız sürekli gaflet içinde yavan renksiz ve sönük geçiyorsa, demek ki 24 saatimiz öyle geçmektedir.
6-Gösteriş yapar (azar) lar:
2-Nefsin azgın hali:
Müslümanda hiç hoş görülemez, münafıklık alametidir.
Burada nefsin sarı alandaki renk kayıpları söz konusudur. Nefsin günahlarla azmış hali arttıkça sarı tonlar da yavaş yavaş kaybolmaya ve nefiste, çatlaklar orta çapta açılmaya, boşluklar büyümeye ve kırmızı alana doğru kaymaya başlamaktadır. Aynı eser okunarak sarı alarm verilmelidir. Çünkü en tehlikeli kırmızı alana doğru gidiş sürebilir.
Bu gafletten bir aşama daha ağır bir durumdur. Burada sanki namazın satılması, en azından sahibinden başkasına peylenmesi, hedefin saptırılması söz konusudur. Allah için değil de başkasının memnuniyeti adına, gösterişle egosunun tatmini veya maddi bir menfaat elde ederek nefsinin memnuniyeti hesabına namaz heba edilmektedir.
Gösterişte kibir tomurcukları ve nefsin azgınlığı saklıdır. Nefis bu haliyle sürekli beslendikçe, balon gibi şişmekte ve namaz gibi manevi alemle re bağlayan “Hablullah ve Mirac ipi’ olan namazdan kurtulup dağ komşuları gibi sağa sola saldırmaya başlayan azgın canavara dönüşme yoluna girmektedir. İncecik hat olan Ego’nun kalınlaşıp bizi sarmalayacak halatlara dönüşmesi, tanrılık iddiasına varan kızıl yolda yürümesi gibi!…
Gösteriş!…İsmi üzerinde; insanın kendini, benliğini, nefsinin arzularını göstermesi demektir. Bu yapılmamalı!..Ama namazla hiç yapılmamalı!..Evlatlarla ya da servetle de gösteriş yapılmamalı ama o yine insanın belli emeğiyle oluştuğundan ve genellikle insanlara nisbet edildiğinden, hadi şöyle göğsünü bir kabartsın diyelim.
Ama namaz baştan aşağı Semalarda hazırlanmış Allah hediyesidir. Allah’ın seçtiği katışıksız çok özel semavi ulaşım kabinidir. Bunu da gösteriş için kullanmak, nankörlük ötesi bir şey!..Belki de bir küçümseme!.. Kendi çıkarı adına değerden düşürme!..Nefis hesabına kullanma!..Allah’ın verdiği en büyük emaneti, hediyeyi O’na karşı suistimal etme!..
İki ayet, yukarda ele aldığımız münafık vasıflarını şu şekilde çarpıcı olarak yansıtmaktadır:
“…Onlar namaza kalktıkları zaman, üşenerek-sıkılarak kalkarlar. İnsanlara da gösteriş yapar, Allah’ı çok az anarlar. Böyle iki durum arasında bocalar, gelip giderler; ne onlara bağlanırlar ne de bunlara!..Allah’ın şaşırttığı kimseye bir çıkış yolu bulamaz sın!”(4/142-143).
“…Namaza üşenerek gelirler ve istemeyerek infak ederler…” (9/54).
7-Yardıma engel olur (bozgun yapar) lar:
3-Nefsin bozguncu hali:
Müslümanda asla düşünülemez, inkarcılarda görülen belirtidir.
Nefsin kırmızı alandaki renklenmesi gittikçe koyuluk kazanması bahis mevzuudur. Nefis bozgunculukla çevresine zulüm saçmaktadır. Kırmızı alarm vermek demek, hayır adına ne bulursa sarılmalı ve kurtulmaya çalışması gerekir demektir. Kalpte ve nefiste çok ciddi operasyona ihtiyaç vardır.
Bu son madde bir Müslüman için nerdeyse ölümle eşdeğerdir, çünkü kalbi can çekişmeye başlamıştır. Sebebi de içine kin, düşmanlık ve intikam gibi, birinci sıradan inkarcı özelliği olan hastalık mikropları bulaşmaya başlamış ve yayılma eğilimi göstermektedir. Bu düşmanlık bireysel planda bir Müslümana gösterilebileceği gibi bir cemaate de gösterilebilir. Kendi kliğinde meşrebinde olmayan insanlara buğz etme, onları karalama girişiminde bulunma hatta düşmanla işbirliği yaparak refüze etmeye çalışma gibi…
Zekat ve sadaka hatta ödünç veya basit küçük bir şeyi bile vermek istemez, vermek isteyenlere de mani olur, engellerler. Cimriliğin yanında bir de hayır hasenat ve Müslümanlara duyulabilen kin ve düşmanlık gözlenir. Hz.Ebu Bekir namaz kıldığı halde zekat vermeyi reddedenlerle mücadele etmişti.
Bu gibi fena huylar inkarcıda bulunmasına şaşılmaz. Asıl şaşılacak şey, dindar görünenlerin bedenen ve malen vazifelerinden ibadetlerin gafleti ve müraîlik edip de cüz”î bir yardımdan bile sakınacak derecede cimrilik etmeleridir (Yazır,9/503).
Hayra engel olma, maddi açıdan olduğu gibi ilim faaliyetlerine ve her çeşit hayırlı hizmetlere karşı çıkma, baltalama, aleyhinde bulunma şeklinde de uygulanabilir. Bir Müslümanın, “Sana mı düştü!”, “Sen mi kurtaracaksın!”, “Otur oturduğun yerde!”, “Etliye sütlüye karışma!”, “Bana sokmayan yılan bin yıl yaşasın!”, “Ateş düştüğü yeri yaksın!”, “Her şey bozulmuş, düzelmez!”, “Babana bile güvenmeyeceksin!”, “Dünyaya bir daha mı geleceğiz, her şey gençlikte yapılır!”, ” gibi cahilce sözler söylemesi, hem olumsuz davranışlara yönlendirmesi hem de bir kafir sıfatı olan ümitsizliğe düşürmesi ve dolayısıyla toplumda fitneye kapı aralaması açısından son derece yanlış yaklaşımlar olmaktadır.
Burada alınabilecek derslerin başında öyle zannediyoruz ki şu husus gelmektedir. Bütün kötülüklerin anası içkidir, yalandır gibi güzel sözler vardır. Benzer değerlendirme ile şöyle diyebiliriz: “Namazın, hakikatine uygun olarak kılınmayışı bile bir kısım nefis hastalıklarına, benlik ölümüne, kimlik bunalımına, kişilik bölünmesine, duygu düşünce ve davranış bozukluklarına yol açabilir”.
Hiç kılınmaması durumunda ise bunlar kaçınılmaz birer sonuç olur.
Namazla mutlaka tanışmalı,
Namazla insanlaşmalı,
Nefis hastalıklarını onunla aşmalı,
Ruhta derinleşip insanlık semasında yıldızlaşmalı…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder