6 Nisan 2015 Pazartesi

adiyat


Bismillâhirrahmânirrahîm
1,2,3,4,5,6. Soluk soluğa süratle koşan, (koşarken ayaklarını) vurarak ateş çıkaran, sabah erkenden baskın yapan, orada tozu dumana katan ve düşman topluluğunun ortasına dalan atlara andolsun ki, insan gerçekten Rabbine karşı pek nankördür.
7.Hiç şüphesiz buna kendisi de şahittir.
8.Hiç şüphesiz o, mal sevgisi sebebiyle çok katıdır.
9,10,11. Acaba o bilmiyor mu ki, kabirlerde bulunanlar çıkarıldığı ve kalplerdeki ortaya konulduğu zaman, işte o gün onların Rabbi kendilerinin her hâlinden mutlaka haberdardır.
[dailymotion=x9zm7k]
ADİYAT SÜRESİ (100) DENGE İNSANI MODELİ (drmavi, 2005)
Ayetleri, biri kişisel ruh yapısı ve güçleri açısından, diğeri de cemaat ve millet olma açısından, iki ana bakış açısıyla irdelemek istiyoruz. Önce ilk beş ayeti bütünlük içinde ele almaya çalışacağız. Bu ayetler arasındaki “Fe” harfleri, birbirini takip etme anlamında konu bütünlüğünü ifade etmektedir.
Ayetler, Müfessirlerin öteden beri anladığı at koşuşturmaları, gazi naraları ve savaş meydanlarına yapılan akınlardan bahsetmiyor denemez. Aynı şekilde Zariyat süresinin ilk beş ayetinde de meleklerin nezaretindeki rüzgarlar ve etkileri işlenmiştir. Bununla beraber esas manaların sadece bunlardan ibaret olduğu da söylenemez. Söz konusu yorumlar, ayetlerin tefsir edildiği zamana uygun düşen yorumlardır.
Tıpkı günümüzde yapılan her yorumun, zamanımızın anlayışına uygun gelmesi gibi. Şu an yapılan açıklamalar nasıl gelecekte yapılacak bütün yorumları sınırlayamaz donduramazsa, geçmişte yapılan yorumlar da herhalde bugün yapılan yorumlara engel teşkil etmemelidir.
Zariyat süresinin ilk beş ayeti ile, bu Adiyat süresinin ilk beş ayeti arasında ilginç bir benzerlik ve örtüşme söz konusudur.
Bir “At” veya bir “Atom” ile bir insan ve toplum anlatılır mı?..
Farklı ayetlerde benzer teşbih, istiare ve mecazları görmekteyiz. Sözgelimi bir “Ağaç” ile insanın güzel veya çirkin söz söylemesi anlatılmaktadır(14/24-26), Kur’an’da, insanın inanç, duygu, düşünce ve davranışları rapor edilirken “Kelp” (7/176), merkep (62/5), örümcek (29/41), kütük (63/4) gibi kavramlar zikredilir. Peygamberimiz de insanı hurma ağacına benzetmiştir.
“Küheylan” kelimesi günümüzde, küresel boyutlarda, adanmışlık içinde, şevk ve muhabbetle, harıl harıl, çatlarcasına koşuşturup duran genç nesil için bir sembol haline gelmiştir diyebiliriz.
1-Yemin olsun!…O nefes nefese-harıl harıl koşuşturup duranlara
( Zariyat -1: Tozutup savuranlara…Atomda elektronlar, çekirdeğin etrafında hayal edemeyeceğimiz bir hızda bir at, bir insan gibi koşuşturup dururlar. Mesela Müslüman vakar ve istikrarı içinde Hidrojen atomunda, 2000 kilometreyi bulan bu sürat , bir anarşi tufanı durumunda uranyum da 50 bin kilometreye çıkar. Bu tozu dumana katma aynı zamanda Samanyolu gibi neblülozlarda ve sistemlerde de gerçekleşmektedir…
(Bknz: İman Dünyası)
a-İnsan, Ruhuna ermek, özündeki benlik yapısına kavuşmak için büyük bir heyecanla varlık koşusuna katılmıştır. “Ben!” diyerek start almış, soluk soluğa geçtiği yollarda onu var eden Yaratıcısı hakkında bilgiler toplamış, gerçek görevini ve hedefini kavrayarak Fıtrat yapısını gerçek varlık kimliği ne, “Aidiyet kişiliğine” dönüştürmüştür. İnsan öncelikle Esma’nın ruhunu ruhuna sindirmiş sonra eşyanın isimleriyle donanmıştır.
Bu, Ruh planında böyle olduğu gibi, maddi planda da, hem atomda hem de hücrede telaşlı bir koşuşturmanın cereyan ettiğini görebiliriz. Yukarda ele aldığımız atomda olduğu gibi, bir damla su içinde binlerce hücre de aynı koşuşturma içinde, varlık yarışına katılır (86/5-6) ve zorlu bu mikro maraton sonunda, sadece birinin varlık havuzuna düşmesiyle insanın, embriyolojik yapısıyla dünya serüveni başlamış olur.
İnsanlar, olimpiyatlarda fiziksel koşular ve madalya törenleri düzenledikleri kadar, Ruh ve Benlik koşuları da düzenleyip, insanımızı nefes nefese koştursalardı, “Sadr”larını madalyalarla donatsalardı da, hayat yolunda karşılaştıkları problemler karşısında nefessiz, psikolojik rahatsızlıklar karşısın da çaresiz bırakmasalardı!..
b-Bireysel planda, başta -deyim yerindeyse- Mirac baş maratoncusu kainatın Efendisi olmak üzere bütün Peygamberler, hayat larının tamamın da, Hakk yolunda koşturan baş modeller olmuşlardır. Hz.Nuh’un 950 yıllık Tebliğ maratonu uzun zaman açısın dan tek örnektir.
Her Peygamber dur durak bilmeden, her türlü eza ve cefaya katlanarak, hayatları boyu koşturmuş, iki-üç kişiden ibaret de olsa cemaatlerini oluşturmuşlardır. Peygamberimiz de bir kadın bir çocuk bir köle bir yaşlıyla başlayarak oluşturduğu cemaatine, her olumsuzluğa rağmen 23 yıl boyunca kendisiyle beraber soluk soluğa hizmet ettirmiş, 70 binleri bulan bir Sahabe kitlesini ümmetine miras bırakarak gitmiştir.
Peygamberimizden aldıkları hız ve rüzgarla bu aksiyon ve hamle ruhu, Dört Halife, Emevî ve Abbasî dönemlerinde de sürmüş, Endülüs Medeniyeti kurulmuş, Söğüt dalından havalanan kelebek, batıya uçmuş, üç kıtaya açılan kulvarlarda harıl harıl koşturan atlar, 5-6 asırlık Osmanlı medeniyetin simgeleri olmuştur.
Günümüzde at, hipodromların kem talihlisi, sirklerin eğlence figüranı, servet değerleriyle mezatların argümanı haline dönüş müş fakat şanlı yerini, harıl harıl motor-otomobil sesleriyle, oradan oraya koşturan, koşturacak yer soluklayan, millet gönüllüsü güzel in sanların araçlarına bırakmıştır.
Her tekevvünde sâbikûn-ı Evvelûn, turnikeye ilk girenler vardır.
Hamûle ağır, omuz azdır.
Kulaklar sağır, atmosfer pek ayazdır.
Üç beş yürek avazda”
Nafile! omuz veren çok azdır.
“Kimse yok mu?” Sesine cevap verecek, makas gibi kollarını gerecek,
“Ben!” diye velvele verecek tek fert yoktur.
Ama “Biz!” diyerek gerçek bir toplum benliği oluşturma yolunda, sokak taşlarını aşındıran, küheylân gibi koşturan, köşe bucak temiz bir nâsiye ve ışıktan bir mekan arayan bu, bir avuç Nurdan İnsan vardır. Ve onlar, ikinci yapılanmanın baş mimarlarıdır.
Bu kendilerine yemin edilen topluluk, “Allah’a ve Ahirete inanırlar, iyiliği tavsiye eder, kötülükten de uzak tutmaya çalışırlar, hayır olan her iş için koşturur dururlar; işte bunlar Salih, iyi kişilerdir” (3/114). “Bu Salih kişiler ne güzel dost ve arkadaştırlar!” (4/69).
Neden bu Salihler topluluğundan olmak için yüreğimiz çarpmasın! (5/84).”Rabbim! Beni Müslüman olarak öldür ve beni bu Salihler topluluğu içine kat!” (12/101) duası dilimizde vird-i zeban olmasın!..Ve “İman edip güzel işler yapanları, halkın en hayırlıları olan (98/7) bu Salihler topluluğu içine katarız!”(29/9) ilahî kelamı gönlümü coşturmasın!..Coşturup da bizi de onlarla beraber nefes nefese koşturmasın!..
Hiç Allah, harıl harıl koşan atlara yemin eder de, gönüllere adını uçuran, uçan kuşlarla yarışan, küheylan gibi ışıklaşan, ışık olup zamanla yarışan, O Atların bu Süvarilerine yemin etmez mi?..
2-Ateş çıkaranlara
(Zariyat-2: Ağır yük taşıyanlara…Atomdaki çekirdek içinde bulunan proton, elektrona nispetle 1836 kez ağır dönmektedir. Onlar elektronlar gibi bağımsız ve adeta sorumsuz değillerdir. Çekirdeğin nizamına uyum içinde son derece ağır ve sorumluluk isteyen bir görev yaparlar. Ateşten ağır bir yük taşırlar. Bilindiği gibi atom çekirdeği zorla parçalanırsa, ya da (güneşte olduğu gibi) iki atom çekirdeği zorla izdivaç ettirilirse ortaya büyük bir nükleer enerji ve ağır ateş çıkmaktadır. Bize öyle geliyor ki, atomun kalbi sayılan çekirdek içindeki ağır ateş yükü taşıyan proton gibi, insan kalbinin içinde azab ateşi taşıyan vicdan, insan varlığı içinde en hassas ve en ağır yükü taşıyan öz bir mekanizma olarak ortaya çıkmaktadır).
a-İnsanın benlik savaşlarında en büyük hasmı, ateş yapısıyla, şeytandır ki, Allah’a karşı yeminle söylediği gibi, kendisiyle beraber cehenneme sürüklemek için, her an insan ruhunun bir köşesini kundaklamak, Ebu Leheb ve karısı gibi elinde ateşle bekleyip yangına vermek ister.
İnsan için en büyük handikap, çıra gibi her an alevlenmeye hazır bir nefis ve ateşler saçan yüksek gerilim hattı gibi bir sinir sistemi yapısına sahip olmasıdır. Nitekim şeytan da bunun bilincindedir ve sürekli bu cephelerden ateş açmaktadır.
İnsan melekle müttefik olmalıdır. Çünkü melekler, şeytanları bertaraf edecek ateş gücüne sahiptirler. Ortalığı ateşe verecek özel bilgileri toplamak için gök yüzüne yükselip kulak hırsızlığı yapan şeytanların üzerine, ateşten toplar gönderir onları yakarlar.
Böyle nura sığınan insan, bedende ateş yapan mikroplar gibi ruha kor sıçratan günahlardan arındığında, adeta nur kesilir, nur yansıtan bir simaya ve benliğe sahip olur. Ateşe karşı ateş kesilir ve şeytana şöyle der: “Ateş olsan cirmin kadar yer yakarsın! Hoş onu bile yakamazsın!..Çünkü nâr- sın nûra zarar dokunduramazsın!..Benim çıkardığım nûr ateşi senin nâr ateşini söndürür, bana hiçbir şey yapamazsın!”
Nur kesilmiş, nur gibi ağır bir yükü taşıyan alevlenmiş hassas vicdanlar, sanki bir sevda ateşiyle yanıp tutuşmakta, enerji bedenleri adeta alev saçmakta, taşıdıkları nur ışıkları simalarına yansımaktadır!…
b-Dört nala koşan atların birbirine çarpan nalları, çakmak taşı gibi kıvılcımlar sıçratır. Atomlar çarpışır ateşler taşır. Küheylan kesilmiş çağımızın, Hz.Musa’nın Yed-i Beyzâsı gibi ışık elli insanları da dokundukları gönülleri tutuşturmakta; her evde, beldede, şehirde, ülkede bir ocak tüttürmektedirler. Onların beyinleri de adeta, vicdanları gibi, milletlerinin ve insanlığın dertleriyle dolmuş, yığılan bulutların yağmuru gibi gözleri dolmuş, ateşlere düşen nesiller adına, itfaiye memurları gibi ateşlere düşmüş, düşüncelerine hafakan şimşekleri üşüşür olmuştur.
3-Sabahleyin akın edenlere ki,
(Zariyat-3: Kolayca akıp-süzülüp yürüyenlere…Nötron çekirdek tarafından çekilince, zincirleme reaksiyonlar meydana getirir, müthiş bin enerji yüklenerek, ışık hızına yakın bir hız kazanır. Bu etki gücüyle 30 cm. kalınlığındaki bir kurşun duvarı rahatlıkla delip geçebilir. Mümin hep yürür, şey tan ve nefis duvarlarını yıkar, beden engelini aşar, esaret zincirlerini kırar, şefkat ve muhabbet enerjisiyle ürettiği terleriyle ıslattığı avuçlarının içinde ka fes de mirlerini eritir, parçalar. Geçidi olmayan, derin sularla dolan, çöller kıtalar da olsa, su gibi , dağların ve bulutların engelleyemediği ışık gibi, bütün ruhlara sızar, dalar, akar gider, sessiz akın eder).
a-İnsanın gündüzü devirip geceye doğru yaptığı yolculuğu daha çok kendine, geçici beden istirahatına yönelik olur. Bu arada Ruh da rüyalarla oyalanır. Müzzemmil süresinde belirtildiği gibi “Gece programı” için kalkan insan, Ruh, vicdan, akıl ve düşünce ülkelerine seferler düzenler. Bilincine, bilinçaltına, yüksek gerilim yüklemesi yapar, sabah namazıyla programına son noktayı koyar, gecesini gündüzü için mühürler. İç dünyasına düzenlediği bu akınlarla günlük iç fethini tamamlamış olarak, gündüzün dış fethi için hayatın içine dalar.
b-İnsanların rahat uykularında oldukları vakitlerde, sıcak yataklarından yanlarını ayırırlar, kıyama dururlar sonra yürüyen ayak olurlar. Gecenin sırlı tenevvürü ile aydınlanmış olarak sabaha ererler. Sabah erkenliği içinde ayaklarının uçlarına basarak temkin ve tedbirle yürürler. İnsanlık daha uyanmadan içten içe, Eshab-ı Kehf uslublu, sırlı tenevvürle mesafe kat ederler. Hiç kimse bizden evvel gidip de gönüllere karanlık taşımasın diye, yüklendikleri ışıkları vakit fevt etmeden, güneşten bile önce, köşe bucak koşturup ulaştırmaya çalışırlar. Programlı sabah akınlarına erken başlarlar, yokuşları aşıp hedefe erken varırlar.
Seher vakitlerini uykuda geçiren hiç bir fert ve topluluk, İslam’ın ideal zirve noktasında, güzelliklerini temsile ve tebliğe layık olamaz.
Aynı şekilde, Tebliğ inceliklerine vakıf olmayan ve devrin şartlarına göre uygulamayan topluluklar da mefkûrelerine ve hedeflerine ulaşamaz.
Her gecenin kadirli bir gece olduğunu bilirler, Kadir gecesini arar gibi, gece içinde kendilerini ararlar. Sonra da sabaha kadar yeryüzüne akınlar düzenleyen meleklerden ödünç kanat almış gibi, gönüllerde Rahmetin yaygınlaşması için yeryüzü seferlerine başlarlar. Eski kavimlerde olduğu gibi, sabah azabını bildirmek için meleklerin gelmesinden (11/81; 37/177), masumları da kapsayacak felaketlerin yağmasından (8/25) endişe duyarlar ve içte istiğfar dışta hizmet seferleriyle gelebilecek felaketlere paratoner olurlar (8/33). Her yeni gün, bütün yeryüzünde adeta akın akın koşturan elektronlar gibi, bu sabah “Misbah” larıyla, aydınlanır (24/35), insanlık seması ışıklanarak hayat ve anlam kazanır.
Bu üç ayet, hem fert hem de topluluk planında, Risaletin bidayetinde Mekke dönemini -ki ilk üç yıllık dönemde, kalbî ve zihnî iç dünyadaki oluşum daha sonra Hicrete kadar dışta açık tebliğe yöneliş gerçekleşmiştir- ondan sonra da Medine dönemini, fethe giden yolda yapılan akınları ve evren sel açılımları hatıra getirmektedir.
Bu durum raporunun ardından da sanki şu iki sonuca dikkat çekilmekte ve iki temel misyona işaret edilmektedir. Buna göre, başta içte ocak gibi yanmadan, dışta gece gündüz köy-kasaba dolaşarak çabalayıp yorulmadan, oluşumu bütün nazik şartlar ve kurallar çerçevesinde, sistemli bir organize içinde yürütmeden, ses getirecek dışa açılımların ve evrensel misyonlu yayılımların gerçek leşmesinin mümkün olamayacağını belirleyebiliriz.
4-Haykırarak-emekle tozu dumana katmışlardır
(Zariyat-4: İş bölümü yapanlara and olsun ki…Atomdaki her eleman, mükemmel iş taksimi içinde, kendisi için takdir edilen ve yüklenen gö revi hassasiyet içinde, büyük emek gerektiren bir enerji ve eylemle yerine getirir. Elementleri oluştururlar. Yoğun çabalar sonucu hayata dinamizm katar lar. Samimi, yetenekleri yerinde kullanan, sistematik ve çılgınca çalışan kişi ve toplumlar da böyledir. İnsanlık hayatının dinamizmini ellerinde tutarlar. Ta rihimiz, iç ve dış kabiliyetlerin doğru yönlendirilmesi ve taksîm-i a’mâl ile; kışlanın, medresenin ve tekkenin orjinalitesi içinde fonksiyonları sonucu yetiş tirdiği çocuklarının yaşanmış hikayeleriyle doludur. Bu dündü!..Bugün?..Dürüstçe, payına düşen işinde uzman olan ve azimle çalışanlar, bugün de yarın da hep hayata yön vermeye ve tozu dumana katmaya devam edeceklerdir!..).
a-”Nak’an” kelimesi, savaşta kalkan toz manasını taşımakla beraber, haykırmak, çevresini etkileyecek, söz sarf etmek, ter ve kan dökerek büyük emek harcamak ve çaba göstermek gibi anlamlara da gelmektedir (Yazır,9/38).
İnsan Ruhta kuluçka dönemini yaşadıktan sonra haykırmak, fıtrî olarak emek harcamak ve dış dünyayı hemen sahiplenmek ister.
Yumurtalarından çıkan her canlının, hayatla buluşma sevincini ilan etmek istercesine, belki de şükür ve tesbih ifadesi olarak, ses ve davranışlarıyla çığlık atması koşturmaya, uçmaya başlaması gibi…Anne karnında embriyo aşamalarını yaşadıktan sonra biz insanların ilk yaptığı iş de bu değil midir? Minicik yapımıza rağmen, çevremizdekilere panik yaşatırız, ortalığı birbirine katarız. Büyüdük çe, öğrendikçe, çevremizi dağıtır ne yaramazlıklar yaparız. Çünkü insanın içi dışına göre dizayn edilmiştir. Dışa uyum sağlamak hatta hakimiyet kurmak için var edilmiştir. O, dışa halife olmuştur.
İnsan duygu ve düşünce dünyasında da benzer duyguları yaşar. Kimisi “Buldum!” diye hamam tasıyla dışarı fırlar, kimisi elinde fırçası tablolarının başında sabahlar. Sporlarda skor yapanlar, İpi göğüsleyenler madalyaya uzananlar, sınav kazanan bir başarıya imza atanlar ruhlarında hep coşku yaşar ve bunu değişik tarz ve dillerle haykırırlar. Fakat bütün bunların temelinde ciddi bir emek harcama, çaba gösterme, ruhta ve yeteneklerde olgunlaşma vardır,
Ruhta yaşanan olumlu ve olumsuz her duygu ve düşünce, şiddet ve yoğunluğuna göre dışta bazen aşırı davranışlar şeklinde kendini gösterir. İnanç ve bilgiden yoksun olmak, aileden ve etkili bir eğitimden uzak kalmak, çevrenin de etkisiyle olumsuz alışkanlıklar kazanmak gibi sebeplerle nefis-ruh hastalığı ve kişilik bozukluğu bulunan insanlarda, kendisine ve başkasına zarar verecek, toplumun huzurunu kaçıracak davranışlar görülebilir.
Ayetlerde belirtildiği ve sık sık vurguladığımız gibi, kendini baştan çıkarır “Azgın” olur, başkalarını-toplumu bozar “Bozguncu” olur…
İnsan hem duygularıyla hem de düşünceleriyle, hem kendinin hem de başkalarının dünyasında büyük değişiklikler yapabilecek bir potansiyele ve aksiyon gücüne sahip olduğuna göre; güzel bir ruh terbiyesiyle haykırmalarına, heyecan ve aksiyon içinde eşya ve hadiselere müdahalelerine bir an lam, amaç ve hedef kazandırılmalıdır.
İnsanın doğasında potansiyel olarak bulunan azgınlığı, inanç ve ibadet şevkine, Bozgunculuğu, ameli salih ve hizmet coşkusuna dönüştürülmelidir. Hiperaktif çocukların uygun enerji ve meslek alanlarına yönlendirilmeleri gibi…
Gençlerimiz, çocuklarımız, haykırarak çevresine korku salan, zarar veren ve toplum düzenini birbirine katan kişilikler olmaktan kurtarılmalı; ciddi eğitilmeli, meslek öğretilmeli, amaç ve hedef kazandırılmalı ve iş bölümü içinde yetenek ve becerilere göre görevler verilerek, bir seferberlik telaş ve heyecanı içinde topluma ve insanlığa kazandırılmalıdır.
İnsan, haksızlık ve zulüm karşısında haykıran, daima Hakka ve sabra çağıran bir ses, dünya insanına hizmet soluklayan güçlü bir nefes, bulunduğu her yerde iç ve dış canlılığı meydana getirip müsbet anaforlar oluşturan, herkes için ciddi emek harcayarak ter döken aksiyoner bir fert haline getirilmelidir. Aydınlanmış ferdin aydın siması, bakışları, davranışları, sözleri, bütün çalışmaları, insanlık sahnesinde gönüllere ulaşan birer nurlu çığlık ve hay kırış olmalı, gönüllerde mâkes bulmalı; ses getirmeli, coşku saçmalı, gafilleri uyandırmalı, tembellere gayret katmalı, hainlere korku salmalıdır.
Bu tarz üst perdeden kelam etmeyi hatta nara atmayı, ferdiyetçiliğini, öz güvenini ve başarısını onaylama ve ilan etme adına, askeri-politik-ekonomik-teknolojik alandan spor dallarına kadar, dış dünya çok iyi becerebilmektedir.
b-Yeryüzünde, inanç, ideal ve amaç birliği yapmış, samimi kardeşlik duygularıyla kenetlenmiş, çağın gereklerine göre ciddi organize olmuş ve sistemli çalışan toplulukların sesi güçlü olur. Ve ses getirirler…Dünyada farklı ülkelerde tozu dumana katan Lobi faaliyetlerinin güçlerini ve seslerini bastırırlar.
Güçlü pek çok düşman kuvveti, tarihte örneği seferler halinde görüldüğü gibi saldırmış, işgal ederek yakıp yıkmış, talan ederek, kıyım uygulamışlardır. Peygamberimizde ve O’ndan sonra O’nun yolunda olanlarda olduğu gibi, Türk-İslam Tarihinde de azmışlık ve bozgunculuk anlamında bir tozu dumana katma gözlenmez. Gözlenen şu olmuştur: Savaş ortamında hayvanlar ve ağaçlar bile koruma altına alınmıştır. Şayet tarih ve İnsanlık, atların nal seslerine, gazilerin nârâlarına, yerinde top gümbürtülerine şahitlik yapmışlarsa bu; gerçek anlamda, Hakk adına, hak, adalet ve zulmü önleme ve in sanlığa özgürlüğü, hoşgörüyü ve medeniyeti taşıma adına olmuştur.
Maddi planda olduğu gibi bozgun, fitne ve fesat çıkarmak isteyen topluluklar, topluluk ve millet bünyemizi tozu dumana katmak için, dört bir yandan saldıran şeytan gibi, çok farklı yöntemlerle saldırırlar. İnançlarımızı, duygularımızı allak bullak etmeye, düşüncelerimizde kaos ve kargaşa mey- dana getirmeye çalışırlar. Şüpheler atar, diyalektik yaparlar, alay eder tehdit savururlar, sefiller gibi takip eder kelepçe takarlar, deşifre eder ric’ata zorlarlar, iftira atar toplumu huzursuz ederler. Farklı yerlerde değişik oluşumlara göz yumar, arka çıkarlar. Gelecekte birlik ve beraberliğimizi ve gelişmeye yönelik çalışmalarımızı dinamitlemek, bölerek zayıf düşürmek için kullanır, üzerimize salarlar.
Hak vesilelerle Hak hedefe yürürken, en az düşman güçler kadar tozu dumana katmadıkça, katar gibi çalışmadıkça, önce içimize sonra dışımıza haykırmadıkça, gerçekçi, salih ve güncel yöntemlerle organize olup, fedakarca maddi manevi emek harcamadıkça; onların karşılarında durmak, tutunmak ve hayır gerekçeli misil-bil-mukâbelede bulunarak, sözümüzü dinlenir hale getirmek mümkün olmayacaktır.
Bu ayetle gelen ayet arasında bir bağ oluşturduğunu gördüğümüz bir ayetle geçiş yapmak istiyoruz:
“Allah dünya üstünlüğü-hükümdarlık, hikmet ve dilediği ilimlerden verdiği (Islahçı) Davud (Bozguncu ve fitne-fesat üreten) Calût’u yendi. Eğer Allah’ın, insanlardan bir kısmının kötülüğünü bir başka insanlarla gidermiş olmasaydı, yeryüzü bozgun yerine döner-alt üst olur-denge bozulurdu. Allah insanlığa karşı fazl ve lutuf sahibidir”(2/251).
5-Toplulukların tam ortasına dengeyle girmiş, denge olmuşlardır.
(Zariyat-5: Size va’d edilen kesinlikle doğrudur…Kur’an’da ümmet-i vasat olarak nitelenen topluluğa, güven içinde ve insanlığa huzur verici niteliğiyle Dinin güzellikleriyle beraber, yeryüzü halifeliğinin -insanlık dinamizmine yön verme yetki ve etki gücünün- bırakılacağı va’d edilmektedir (24/ 55) Allah, gönül Fatihlerinin, insanlığın kalbini fethetme çabaları adına yaptıklarının sonucunun, fetih sevinci olacağı yolundaki Va’dinden asla dönmeyeceğini belirtir (30/6). Ayet de bunu teyid ve te’kid ediyor).
Ayette “Vesat” kelimesi geçmektedir. Bu ferdin denge kazanmasını, Salih topluluğun, toplulukların tam içinde ve ortasında, evrensel dengeyi temsil etmesini hatırlatmaktadır.
“Dengeli insan” ve “Denge Topluluğu” kavramları, Kur’an’da “Dengeli tutum tarzı” ile beraber birer kez geçmekte, kelimenin üç türevinde de aynı anlamlar işlenmektedir.
a-Dengeli insan modeli:
“İçlerinden en dengeli-orta yolda olanı: Ben size Rabbinizi tesbih etseydiniz ya! dememiş miydim?” (68/28). Bu konu ya temas ettiğimiz Kalem süresinde, Fatiha süresinde ve ilgili konularda bahsettiğimiz gibi, insan inanç, ibadet, Salih ameller ve güzel hizmetlerle, ruhun da, duygu ve düşüncelerinde, tutum ve davranışlarında dengeli olma becerisini elde eder. İfrat ve tefrit dediğimiz iki kutuptaki yanlışlıklardan uzak kalır.
Ruhta denge kazanma, psikolojik rahatsızlıklar açısından çok önemlidir. Çünkü nefis-ruh hastalıklarının temelinde, ruhun dengesizliği yatmak tadır. Ruhun dengesini bozana birinci amil ise nefsin olumsuz istek ve arzularıdır. Nefsi günahlardan arındırarak, iman ve ameli salihle benlik dengesi kazanan insanlar, ruh dünyalarında bir denge ve bütünlük sahibidirler, nefsin yol açtığı ruhsal hastalıklar, kişilik ve davranış bozukluklarından uzaktırlar
b-Dengeli davranış modeli:
“Yemin kefareti olarak…Ailenize yediğiniz yemeğin dengeli-orta halli olanından yoksullara yedirmek veya onları giydirmek gerekir…”(5/89).
İnsanın günlük hayatında ömür boyu yaşayacağı iki temel şahsî konu göz önüne getiriliyor. Yeme ve giyme…İnsandan hiç ayrılmayan, her yerde beraber yaşadığı iki olay…İnsan bu iki basit ama temel konuda dengeli yaşamaya alışabilse, israftan kaçınsa, hayatî pek çok konuda denge sağlamakta da zorluk çekmeyecektir. Çünkü bu iki beşerî hadise, her gün sürekli insanın duygu ve düşüncelerini, ruh ve bedenini meşgul etmekte ve tekrarlanmaktadır. Bu insanın zorlanmadan kolayca alışkanlık kazanması için basit ama mükemmel fırsat demektir. Bu iki konu bir simge olmalı bunlarla işe başlamalıyız. Zamanla bütün duygu düşünce ve davranışları mıza ve insanlarla olan ilişkilerimize, bu kazanılmış denge ile yaklaşıp başarılı olabiliriz.
c-Denge topluluğu modeli:
“Sizi vesat ümmet-denge topluluğu yaptık. Sizin insanlara, Peygamberin de size şahit olması için…” (2/143). Dengeli insanlardan meydana geldiği ve insanlığa denge kazandırmayı temsil ettikleri, insanlığın içine içine içtenlikle, ortasına ortasına feda karca yöneldikleri için “Denge topluluğu” diyebiliriz. İşlerin kıyısından ucundan tutmakla denge sağlanmaz, aksine bozu lur.
Bu topluluk öncelikle, İslam’ın ruhuna uygun olarak, objektif ve evrensel bir hoşgörü anlayışına sahiptir. Toplumda bir kesimi tercih edip başka herhangi bir kesime cephe almaz, gönülleri, din, mezhep, meşrep, kültür vb. ayırımlar yapmadan gönül kapıları herkese ardına kadar açıktır. Bu yönleriyle fert ve toplumu tam ortalamış, dairenin merkez noktasına oturmuştur. Her şahıs, grup ve anlayışa aynı mesafeden bakmaktadır.
Ayrıca, insanların, inanç ibadet, ahlak, hukuk, ekonomi, siyaset, diplomasi, eğitim, kültür, örf adet vb. konularda da orta yoldan bakış açısını getirecek anlayışa, bilgi sunumuna, açıklamalara ve tutum ve davranışlara sahip bulunmaktadırlar.
Bu dengeli topluluğa bakan, gören, tanıyan, konuşan, izleyen, dostluklarını paylaşan kim olursa olsun, önyargısız baktığı, insaflı bir değerlendirme yaptığı zaman şu kanıya varacaktır: “Ben dinimi, en sağlıklı şekliyle şimdi görebiliyorum, anlayabiliyorum, yaşayabiliyorum! Hayata, kendime ve dünyaya denge içinde b
akabiliyorum!..” Önemlisi de bu topluluk, ayette dünya ve insanlık için denge topluluğu olarak görülmekte, insanlık için “Şahit” olarak nitelendirilmekte ve durumları Peygamber Efendimizle irtibatlandırılmaktadır.
Bunu, kendi toplumlarını ve insanlığı her an rasat edenler, dengesizliklerini izleyen ve denge kazanmaları için gerekeni yapma yolunda denge içinde yürüyenler,dünyanın her yerinde; “Yakından daha güzel şahitlik yapalım!” diyerek, denge müesseseleri açarak her milletin içinde kabul gören şahitler olarak anlayabiliriz.
Buraya kadar, net bir şekilde ele alınmadan, yer, zaman, şahıs ve topluluk ismi verilmeden tüm zamanlara, mekanlara ve şahıslara mal edilen bir topluluktan, olaydan ve bazı özelliklerden söz edilmiştir. Bundan sonraki ayetler, insanı ciddi bir oto kontrole, kendisini ve sahip olduğu değerleri göz- den geçirmeye davet etmektedir.
Ancak davet etmeden önce, insanın nankör ve hırslı yönüne dikkat çekilmektedir. Bu yapılırken de insanın kendinden, kendini gözlemlemek ten, kendi tarihini izlemekten uzak kaldığı, kaçtığı gerçeğine işaret edilmektedir.
Aynı zamanda sosyolojik tarihî bir yasaya işaret ediliyor.Tarihteki canlı aksiyon halindeki topluluklar, cemaat ruhunun sönmesiyle, ferdî hayatlarına gömülüp, toplumsallaşmaktan kaçıp bireyselleştikleri her zaman diliminde yosun tutmuşlar, dünya hırslarının önüne geçememişler, nankörleşerek, sadece benliklerini ön plana çıkarmışlar, böylece cemaat halindeki güçlerini ve tarihî kimliklerini kaybetmişlerdir. Allah onları yeryüzüne varis kılmayı Murat etmiş, onlar dört duvarlı odalarını tercih etmişlerdir. Şayet insanlar sahip oldukları değerlerin kıymetini bilmez, nankörlük yapar emanetin hakkını vermezlerse, verilenler onlardan alınır, layık olan başkalarına verilir (5/54).
6-Şüphesiz insan Rabbine karşı çok nankördür
a-Nankörlük, vereni görmemek verdiğine takılmak, verene görüp teşekkür etmemek bencil olmak, şükür olarak verdiklerini başkalarıyla paylaşmamak şeklinde tezahür eder. Özetle insan başını yukarıya çevirmez ki Rabbini bilsin, aşağıya çevirmez ki muhtacı görsün, baktığı hep kendisidir. İnsanın kendine ve bağlı olduğu dünyaya bağlılığını aşması, Rabbe yönelmesi böylece nankörlüğünü kırması lazımdır.
İnsanın insana nankörlüğü bir derece anlaşılabilir bir şey olabilir. Zamanında, yeterince veya uzun süre vermemiştir. Verdiğini geri almış ya da başa kakmıştır. Karşılık beklemiştir, verdiği bozuk veya değersiz çıkmıştır yahut farklı yönden bir zulüm veya haksızlık yapmıştır gibi sebeplerle insanlar birbirlerine vefasız davranabilir.
Fakat insanın, Allah’a karşı nankörlük yapmasının ne gibi bir gerekçesi olabilir ? O, Her ihtiyacını zamanında, yeterince hatta fazlasıyla, peşin, karşılıksız vb. özelliklerde verdiği gibi üstelik, sonsuz bir hayatta asıllarını da vermeyi vaat etmiştir. Bu nankörlüğe akıl sır erecek gibi değildir?.
Nankörlüğün farklı sebepleri ve türleri olabilir.
1-İnkar nankörlüğü.
İnkarcıda benlik kendi için hayatın esası ve merkezidir. Her şeyi benliğine, benliğini de kendine mâl eder. Azmışlık içindedir ve nefsinden başka bir güç kabul etmez, güç diye ortaya çıkanları bozgunculuğuyla ezmek yok etmek ister.
2-Gaflet nankörlüğü.
Nefis zevklerine düşkünlükten kaynaklanır. İnsanın Allah’a imanı olduğu halde, vazgeçemediği günah alışkanlıkları, o alışkanlıklarından vazgeçip sadece Allah düşüncesine odaklanma ve ona yönelme alışkanlığı kazanmasına izin vermemektedir.
3-Enaniyet nankörlüğü.
İnat ve kıskançlık damarıdır ki, itaatkar ve günahtan uzak kalan bir insan da olsa, sözgelimi başka topluluklara lutfedilen maddi manevi başarıları çekemez, taassupla hareket eder. Ya da bir kısım başarıları nefsine mal eder. Matiyyele ri görmez atiyyelere gözünü di ker; Lutfî ve fazlî olanlara kesbî olarak bakar gurura kapılır.
4-Emanet nankörlüğü.
Kişisel olarak insan Ruh hayatında kendisine verilen kalp akıl, vicdan irade, duygu düşünce, duyular gibi değerli sermayesinin kıymetini bilmez, onları yaratılışları istikametinde kullanmaz, suiistimal eder. Böylece emanete hiyanetlik ve nimetlere nankörlük yapmış olur. Sahip olduğu mal mülk ve servet için de aynı değerlendirme yapılabilir.
5-Toplumsal nankörlük.
Nankörlüğün kitleselleşmesi az görülen bir olay değildir. Kur’an, sık sık pek çok nimetlere sahip olduğu halde bunları verene ve gönderdiği Nebisine sırtını dönen, bu büyük Peygamber ve Vahy nimetinin farkına varamayan eski toplumlardan bahsetmektedir.
Ve Allah’a karşı kolayca nankörlük yapan insanın, insanlara karşı nankörlük yapması daha kolay olacaktır.
Ayet, Allah’ın nimetlerinin farklı olanına dikkat çekiyor. Bu büyük nimet, Denge ve Şahitler Topluluğu olarak nitelendirilen çağımızdaki örnek insanların varlığı olarak görünüyor. Böyle bir tekevvünü kitleler bir araya gelseler gerçekleştiremezler. Peygamberimi zin belirttiği gibi üç kişi bir cemaat nimetini elde edebilirler de, milletler bir araya gelse o anlamda; ruhta bütünleşmiş ve ihlasla hedefe kitlenmiş bir oluşum meydana getiremezler. Kitleler, çoğunlukla bedensel bir araya gelmelerden ibarettir. Nerde güçlü akım varsa o taraf dönüverirler.
Böyle bir nimeti görmemek, bakmamak, tatmamak, gönül ve adım birliği yapmamak, en azından kadir kıymet bilmemektir. Ancak hayırlı ve ihlaslı toplulukların dedikodusunu yapmaya, özellikle tavır almaya, nankörlük sıfatını yapıştırmakta tereddüt etmeye ceğiz!..Hasım olanlar için vasıf belirle meyi son ayete bırakıyoruz.
Bu konuda kudsî bir hadis, umarız kadir bilmezleri inâbeye, soğuk duranları intibâha, hasım olanları hidayete sevk eder: Allah meleklere kullarının durumlarını sorar. “Cenneti istiyorlar” derler. Allah: “Cennetimi hiç görmüşler mi?” der. Sonra melekler cehennem den sana sığınıyorlar” deyince Cenab-ı Hak: “Cehennemi görmüşler mi?” diye sorar. Sonunda da ben onları affettim buyurunca melek lerin: “İçlerinde günahkar olanlar da var!” şeklin de hikmet sormaları karşısında Rabbimiz: “Hüm kavmün lâ yüşkâ celîsühüm-Onlar öyle topluluktur ki onlarla oturanlar şakî-bedbaht olmazlar!” buyurur.
7-Kendisi de buna şahittir
Kıyamet süresi 14. ayette de, insanın, kıyamet günündeki, kendi iç dünyasına yönelik derinlemesine bu iç gözleminden söz etmektedir. İnsanın kendine şahid olması-objektif gözlemlemesi ve basiretiyle kendinin, bütün ayrıntılarıyla ve boyutlarıyla farkına varması söz konusudur. Ahiretteki basiret vukûfiyeti, dünyadaki gibi sebepler perdesinden, nefsin ve duyuların tesirinden uzak olduğun dan, insanın bütün hafızasını ve bilinçaltını kapsamış, insanın bütün duygu, düşünce ve davranışlarının dökümünü içermiş olacaktır. İn san ahirette kendisine, iç dünyasına, hakkal-yakînde gözlem yapabilecekse şayet, ilmel-yakîn ve aynel-yakîndeki şahitliği, müşahedesi ve gözlemiyle bu dünya hayatında bunu yaşayabilir demektir.
a-Ayette “Şehîd” kavramı geçmektedir. Aynı kelimenin geçtiği çoğu ayette, Allah’ın her şeye şahit olduğundan ve gördüğünden (5/117), ahiret teki şahitlikten (41/47,50/21), Peygamberlerin ümmetlerine şahitliğinden (4/41), borç sözleşmelerinde şahit eşliğinde yazdırmaktan (2/282), bir yerde, mesela harpte hazır bulunmaktan (4/72) söz edilirken bir ayette kalbi olan kulak veren ve kendini müşahede eden insan için geçmiş olaylarda öğüt bulunduğundan bahsedilir (50/37).
İnsanın kendine şahit ve müşahid olması, kendini müşahede etmesi, kendini müşahede altında tutması, yeni ifadesiyle “İç Gözlem” yapmasıyla ancak; kalbini, aklını, duygu ve düşüncelerini okuması mümkün olur. Alak süresindeki ilk ayet de esasen insanın öncelikle kendisini okumasını ister.
Bir mahkemede şahitlik yapmak insanı heyecanlandırır, terletir, tedirgin eder. Yalancı şahitlik yedi büyük günahtan biri sayılır. Bu da olaya ayrı bir hassasiyet kazandırır ve insan ayrıntısına kadar düşünür, taşınır, kılı kırk yarar, adaletsizlik olmasın hak hukuk çiğnenmesin ve sorumlu olmayalım diye, şahit olduğu bir olayı, duyarlı şekilde seçtiği cümlelerle ifade etmeye çalışır…
İnsan kıyamette mahkeme önüne çıkacak ve kendisi hakkında şahitlik yapması istenecektir. Yapmak istemese ya da dili farklı şeyler söylemek istese de, elleri ayakları (36/65), hatta cildi (41/21) şahitlik yapacaktır. Ard arda açılan hafıza dosyaları da aslında buna şahitlik yapacaklardır.
Ancak insan, dünyadaki mahkemelerde şahitlik yaparken başkasına karşı titiz davrandığı gibi, kendi iç dünyasını gözlemleme ve şahitlik yapma konusunda aynı ciddiyeti ve hassasiyeti göstermekte midir acaba? Ya da yaptıklarına Allah’ın ve görevli meleklerin şahid olduğuna…
İnsan, kişisel iç gözlem ve oto kontrol yaptığında Ruhundaki boşlukları, kalbindeki yaraları, kafasındaki şüphe ve tereddütleri fark eder. Dış hata ve günahlarının, psikolojik davranış bozukluklarının iç kaynaklarına ulaşır. Nefis-ruh hastalıklarının kişiliği konusun da nasıl bozukluklar oluşturduğunu tesbit eder. Edemediği noktalarda psikiyatrist yardımıyla görmesi sağlanır.
İnsanın yoğun olarak kendi şahitliğini yaptığı en uygun platform seccadesidir, ya da bir köşeye çekilip okuyup tefekkür ettiği anlardır. Özellikle de işlediği günahlardan sonra içi yanıp, boynunu burktuğu, kaddinin iki büklüm olduğu, kapısına başını koyup “Rabbim! Af var mı?” dediği andır. Bu halinde insan iç dünyası itibariyle şeffaflaştığından içini daha rahat okur, olayları net görüp aktaran şahit gi bi kendini kendisine, sonra Rabbisine daha güzel ifade eder. Aksattığı ibadetlerle Rabbe, ucundan tutmadığı hizmetlerle toplumuna ve insanlığa karşı vefasızlık yaptığını anlar
En katı ve günahlara dalmış insanlarda bile, kendi içine şahit olma hissi az çok bulunur. Hatta bir yönüyle diyebilirz ki, farkında olsun olmasın, zulüm yapıp öfke ve kin kusan insanlarla, günah bataklığına gırtlağına kadar saplanmış insanların, bu duruma gelişlerinin hikayesi iyi dinlense, ruhlarını yansıtmaları sağlansa, inkarcılıkla tamamen mahiyet değiştirmemişlerse, kendi iç hastalıklarına nasıl şahitlik yaptıkları ve hüzünlenerek, kendilerinden ve yaptıklarından aslında çok da hoşnut olmadıkları görülecektir.
Kur’an insanın iç gözlem yapmasını, kendisine şahit olarak durumunu gözden geçirmesini istemektedir. Bu konuda kullanılan kelimelerden bir tanesi de “Nazara” bakmak kelimesi ve türevleridir. Mesela: “Ey iman edenler! Allah’dan korkun, her nefis yarın-ahiret için ne hazırlamış ona baksın!” (59/18). “İnsan yemeğinin nasıl hazırlandığına baksın!”(80/24), “İnsan nasıl bir damla sudan yaratıldı ğına baksın!”(86/5).
Bir ayette Hz.İbrahim oğlu İsmail’e rüya yoluyla (Rüyalar sadece Peygamberler için geçerli emir anlamındadır) Allah’tan kurban etme emri aldığını ifade eder, aynen şöyle der: “Oğlum Bak ne görüyorsun?” Hz. İsmail cevaben: “babacığım Emredildiğini yap, beni inşallah sabredenlerden bulacaksın!”( 37/102). Burada tamamen bir iç okuma ve onu rapor etme görülmektedir. İç gözlem yapan Hz.İsmail, kendi ruhuna bakmış, vicdanında ve zihninde yazılı olan satırları okumuş; kendisinin Rabbi karşısındaki, Rabbisinin kendisi karşısındaki konumuna ve durumuna bakmış, sözleriyle de buna tercüman olmuştur. Bu yönüyle o, hem Allah’a yönelmiş ve tevekkül etmiş hem de sabır gücüne ulaşmış ve teslim olmuş bir ruh yapısına sahip bulun maktadır.
b-Söz konusu topluluk, insanlık çapında evrensel şahitler olduklarından, bu müstesna makamın gereği olarak iç şahitlik ve kendilerini sık sık gözden geçirmede titizlik de bir o kadar önem kazanmaktadır.Temsil keyfiyetlerinin zaman aşımına uğramaması için sürekli metafizik yenilenme içinde olmaları gerekmektedir. Çünkü insanlığın gözleri onların üzerindedir, onların gözleri de sürekli, keskin gözlü bir şahin gibi, başkalarının kendi üzerlerin deki gözlerden daha hassas şekilde kendi üzerlerinde olması gerekmektedir.
Bir de vicdanlar toplumsallaşınca birbirinin gören gözü işiten kulağı, düşünen aklı ve kalbi, dili ayağı haline gelir. Aynı duygu ve düşünceleri yansıtacak şekilde homojenleşirler. Birbirinin nurdan yansımaları adeta helogramları gibidirler, birbirlerine ayna olmuşlardır. Birinde hepsini hepsinde birini okumak ve görmek mümkün gibidir. Bir beden hücresinde, bedenin bütününe ait belli mekanizmaları programları nı ve gen haritasını okuma gibi…
c-İç gözlem, insanın iç dünyasını ciddi anlamda okuması, analiz etmesi, titiz bir müfettiş gibi teftiş etmesi bir savcı edasıyla sor gulaması, dosyalar hazırlaması, gerekiyorsa yaptırım uygulamasıyla gerçek anlamını kazanabilir. Bu iç gözleme davet karşımıza, ayetlere bağlı olarak, şu üç soru çıkmaktadır: Önceki ayet daha çok dışa yönelik-afaki, sonraki ayet ise içe yönelik-enfüsi açılım sağlayabilir.
Ben bana peşin ve karşılıksız verilen onca nimete karşı nasıl, neden böyle bir nankörlük yaptım-yaparım
Ben neden dışa açıldığım kadar sıkça içime inip iç gözlem yapamıyorum-yapmalıyım
Ben içimde nelere karşı hangi aşk-tutku duygularını besliyorum.
FARKINDALIK-İÇ GÖZLEM
Bu ayet insanın kendinin farkında olması yolunda ciddi uyarı yapmaktadır.
Farkındalık, zihnin yoğunlaşması, bir noktaya odaklanması ve insanın, duygu düşünce ve davranışlarının bilincinde olması diye tanımlayabiliriz. Alt yazılı filim izlerken, görüntüye veya yazıya odaklanan insan çoğunlukla diğerini kaçırır Farkına varma alışkanlığı okumakla, dinlemekle, yazmak la, düşünmekle ve kuşkusuz çok egzersizle kazanılabilir.
Bu ayetlerde dikkat çeken bir husus, Allah’ın peşin ve karşılıksız verdiği onca nimetlere ve vermeyi va’ d ettiklerine karşı insa nın kendi nankörlüğünün farkında olması üzerinde durulmasıdır. İnsan kendi inanç ve ahlakî durumunu da gelecekte karşılaşacağı ahir et sorgulamasını ve cezayı da bildiği halde nasıl oluyor da göz göre göre hala dünyaya karşı şiddetli hırs gösteriyor, dünyalıklar peşin de koşabiliyor ve tereddüt etmeden günahlara dalabiliyor?
Bunun bir sebebi, insanın bilinçle kabullenmesi ve kabullendiğinin farkında olmasıyla ilgilidir. “Ben, ben olayım her şeye razıyım!” Felsefesi şeytanla başlar, her insanda nüve halinde temsil edilir. Her insanın dünyadaki inanç, bilgi, kültür, servet, şöhret, evlat nüfuz gibi halleri onu bağlar, onu öyle yapar. Böyle olmayı insan kabullenir, hayatta o kimliği alır. Kendini gerçekleştirirken bazı şeyleri çiğnediğinin de farkındadır fakat dönüşü yoktur. O öyledir artık. Nankörse nankördür, asi ise asidir, günahsa günahtır….Bu bakış açısı insanı, farkındalık içinde küfre de götürebilir, nifaka da isyankarlığa da, günahkarlığa da, ciddiyetten uzak laubali bir Müslümanlık anlayışına da götürebilir. Bu nokta enaniyet alanı olduğundan, Müslüman kimse ciddi risk bölgesindedir.
Bunun diğer sebebi, bilinçli-farkındalık içinde bir akıl-kalp kabullenmişliğinden çok, nefsin, hazıra meftûn ve sona kör olan baskın özelliğinden kaynaklanan, duygulara ve arzulara kapılma, nefsin hoşuna giden hazlara ve alışkanlıklara bağlanmışlık olarak görülebilir. Beden duyularla zevklere öylesine odaklanır ki ne kalbin, ne aklın ne ruhun karşı koyacak mecali yoktur. Arada bilinç gelip gitse, vicdan bir nota vursa ve durumun farkına varsa bile, nefis ağzını sütten kesememektedir.
Yani canının istediğine ulaştığı, menfaati olan şeye cevap bulduğu noktada insan, farkında da olsa, gelecekteki azaba rağ men, akıbetine razı olarak peşin ücreti tercih edebilmektedir. Bu, inandığımız anlamda imanı olmayan bir militanın, benliğini tamamen teslim ettiği bir duygu ve düşünce uğruna gözünü kırpmadan ölüme gitmekten bir tad almasına ve bu tutumdan vazgeçmemesine ben zer. Burası nefis alanı olduğundan ve inkara yol olabilecek bir çizgi anlamına gelen günahları şiddetle arzuladığından, nesin bu işgaline karşı da son derece duyarlı olmak gerekir.
Günümüzde çok satan kişisel gelişimle ilgili çoğu kitapta insanın ayna karşısına geçip kendisini izlemesi, tebessüm etmesi, fizyolojik yolla ruh sal yapısında değişim meydana getirmesi öğütlenir. Bu dış gözlem, insanın iç gözlem yapmasına yardımcı olduğu ve kalp dünyasına anlam kazandırdığı oranda yararlı olabilir. Bu yaklaşım, eğer ciddi bir iç bağlantı yoksa, insanın ucba düşmesine, başkaları karşısında kendini beğenmesine ve Narsist duyguların gelişmesine de yardım edebilir.
Öte yandan ayna, kaybettiğimiz ben’i bulmamıza da yardım edebilir, hamde ve şükre anahtar da olabilir. Rabbimizin güzel sıfat ve isimlerini yansıtan bir ayna yapımızla aynaya bakmak gerçekten bir başka da olabilir; Rabbimizin yüzümüzde desenlenen sanatını alkışlama adına (Meleklerin Adem’e secde etmesi gibi) aynayı, aynada kendimizi, kendimizde Rabbimizin bendesini ve sanatını öpesimiz gelir. Ve duygulanarak şöyle diyesimiz: “Allahümme ahsin hulukî kemâ ahsente halkî”. “Rabbim! Yaratılışımı güzel yaptığın gibi ahlakımı da güzel eyle!..”
8-Hayra-mala-dünyalığa şiddetle düşkündür.
a-İnsanın iç gözlemle kendinde şahit olacağı diğer bir yönü, mal mülk para gibi menfaatine yarayan şeylere karşı alabildiğine bağımlı ve hırslı oluşudur. İç kitabını karıştıran insan, ilk sayfalarda bu konuya da mutlaka rastlayacaktır. O kadar ki ayet bu konu da ilginç bir tesbit yapıyor. Belki çoğunlumuz itibariyle böyle düşünmemişizdir ama, böyle düşünen ve davranan insanları görmüşüzdür. Ya da derinliklerde benzer duygular taşıyor da olabiliriz. Şöyle der ayet: “De ki: Rabbimin hazinesine siz sahip olsaydınız, harcanır korkusuyla kıstıkça kısardınız. İnsanoğlu pek eli sıkıdır”(17/100).
İnsanın, Allah tarafından istenen iç gözlemi yapması sonucu ortaya çıkan gerçek şudur: İnsan, kendisine verilen veya kendi elde ettiği dünyalıklar karşısında sahiplenme duygusuyla hareket ediyor, peşin maddi manevi hazlar karşısında Allah’ı unutuveriyor. Nankörlüğün de cimriliğinde ana çıkış noktası burasıdır. Dünyalığı delicesine seven güçlü nefis potansiyeli, Allah’ı tercih etmesine engel teşkil edebiliyor. İnsan iç dünyasında bu noktaya mutlaka ağırlık vermeli, projektörleri bu noktaya çevirmelidir: “Ben neyi kime karşı tercih ediyorum!” diyebilmelidir.
Ayrıca şu değerlendirme de yapılabilir: İnsanın nankör oluşu verilenlere sahiplenmesi ama verene vefasız davranmasıyla gerçekleşirken, mala hırslı ve cimri oluşu da vereceği insanlara karşı şefkatsiz davranmasıyla gerçekleşmiş olmaktadır. Bu iki konu aslında insanın esas varlık amacı konusu dur. Allah’a yönelecek, O’ndan alacak; insana yönelecek ona verecektir. Mevlana ile sembolleşen olay!..
Nankörlük ve mal hırsı, İnsanın ruh dünyasına ait rahatsızlıkların babası ve anası gibidirler. Hem birbirlerini hem de diğer rahatsızlıkları tevlid ederler. Dünya hırsı olan bir insan, vefasızlık yaparak, nankörlüğe düşebilir. Nankör olan da, kendi nefsini konu yaptığından, mala hırslı hale gelebilir. Birisinde Allah’a yöneliş iptal edilmekte diğerinde de insanlara yöneliş ortadan kaldırılmış olmaktadır. Allah’tan kopan bir insan, insanlarla güzel iletişim kuramaz, insanlardan ve onlara malla ve hizmetlerle hayırlar yapmaktan uzak kalan da Allah’ın razı olacağı bir hayat yaşamış olmaz…Kabe’de de olsa: “Kullarımı hangi ateşlerde bıraktın da geldin der?..
b-Dünyanın lüksüne kapılmak, rahat ve rehavete gömülmek, hiss-i semâhatini yeterince coşturmamak, Şahitler topluluğunun handikaplarından biri haline gelebilir. Dünya malına düşkünlük, ihlas ve samimiyeti zedeler, yoksul Müslümanların hüsn-ü zannını kırar. Kötü örnek oluşturur. Muhtaç nice gönüller himmet beklerken, onca insanın hakkını zimmetine geçirmiş olabilir, onca nimet nikmete dönüşebilir..
İnsan, ayette “Şedîd” olarak tanımlanıyor. Yani nimetlere, dünyalıklara şiddetle düşkün!..Başka ayetlerde Allah da kendini ve azabını “Şedîd” olarak vasıflandırıyor. Şu ayetin anlamını iç gözlemimizde kendimize karşı kullanabiliriz: “..Kim Allah’ın nimetlerini değiştirirse, bilsin ki Allah’ın azabı şedîddir-şiddetlidir”(2/211). “Dünya mallarıyla geçinirler ama dönüş bizedir azab da şiddetlidir” (10/70), “Şükrederseniz arttırırım, nankörlük yaparsanız azabım şiddetlidir” (14/7).
9,10,11-Bilmiyor mu ki kabirde bulunanlar çıkacak, “Sadır”larda olanlar dökülecek, Rableri yaptıklarından haberdardır.
Davranışlar ve beden dili kimi zaman insanın iç dünyasını yansıtan önemli ipuçları ve görünen kişilik kılavuzları olarak iş görür. Ancak, kimi zaman da bir insanı davranışlarıyla tamamıyla anlamak, çözmek ve kişiliğini kavrayabilmek oldukça zordur. Kur’an ve Hadisler bu sebeple münafıklar ve nifak özelikli üzerinde hassasiyetle dururlar. Psikoloji ilmi bu noktada çok önemli bir işleve sahiptir denebilir. Çünkü davranışların arka planlarına inmek duygu ve düşünceleri okumak ve analiz etmek, zihni ya da kalbi uzmanlık ve zenginlik isteyen bir konudur.
Ayet insanın “Sadr” ında olanların ortaya çıkarılması ifadesiyle bu noktaya parmak bastığı gibi, gerçek adaletin gerçekleşmesi için de, iç dünyamızda olup bitenlerin, bütün duygu ve düşüncelerimizin ortaya konmasının gerekli olduğunu ve mahşerde bunun gerçekleşeceğini vurgulamış olmak tadır.
Bu sebeple insanı şiddetli azaba hazırlayabilecek şiddetli günah ve kötülük arzularına karşı, şiddetli bir iç gözlem yapıp kendinin şiddetle far kında olması, içindekiler ortalığa saçılmadan önce içini güzelce okuması gerekir. Ayet dünyada kendisinin farkına varamamış, dünyalıklara dalmış kimse leri uyaracak farklı, dünya dışı bir yöntem uyguluyor; kabirleri harekete geçiriyor, içindekileri dışarı çıkarıyor; sonra insanın kalbinde, aklında, hafızasında bilinçaltında ne varsa, kabirdekilerin ortaya çıkması gibi, onların da insan tarafından ortaya çıkarılması ve irdelenmesi isteniyor.
Böylece insanı hem benliğiyle hem de şiddetle aşk derecesinde sevdiği dünya ile arasına giriyor, hayat bağlarını keserek ölümle yüzleşmesini sağlıyor. Fakat bazen insanın ölü görmesi, hatta eliyle kefenli cesedi mezara koyması, etkili olmayabilir ve kısa zamanda dünya zevkleri insana çekebilir. Ayet de aslında ölümden çok kabirlerin canlanmasından, adeta ona benzeyen “sadr” ın (bilinç ve bilinçaltının) canlanmasından bahsetmektedir
İnsanlar kabre konmayı bilirler, fakat kabirden kalkmayı bilmezler. İnsanların uyarılmasında bilmedikleri imajların kullanılması daha derin etki yapabilir. İnsan yaşadığı bir olayı hayalinde canlandırır geçer. Oysa yaşamadığı bir olayın nasıl olabileceği hususu üzerinde uzun durur, benzer olaylar la karşılaştırır, tasvirler canlandırmalar yapar, zihninde tanımlamaya tasvir etmeye çalışır; bu da ruhu ciddi etkileyebilir.
Bu şekilde ayet, geleceğe psikolojik bir yolculuk yaptırmak süretiyle, duygu ve düşünceleri uyandırmakta, insanın kendinin farkına varmasını sağlamakta, Rabbine değil insanın kendine, ahirete değil dünyaya yönelip takılmasının olumsuz durumuna dikkat çekmekte, son uyarı olarak da Rabbiyle karşılaştırmaktadır.
İnsan ne kadar yatarsa yatsın anne karnından mutlaka çıkacaktır. Çıkmak istemese de sezeryanla çıkaracaklardır. Kışın beyaz kefeni altında kabir ve berzah hayatı yaşayan varlıklar baharda nasıl canlanıyorsa, kemiklere benzeyen ağaç dallarından çiçek ve meyva çıkıyorsa, dallara benzeyen kemiklerden de insan çıkarılacaktır. İnsan taşlaşsa da demirleşse de bu böyle olacaktır.
Kabirle diriliş arası hayata berzah hayatı denir. Berzah adeta bilinçaltı mallarının sergilendiği bir pazar gibidir. Dünyada insan hangi iç gözlemleri yapmış, hangi duygu ve düşünce tohumlarını bilinçaltı tarlasına ekmişse, hangi sözleri sarf etmiş, davranışlar sergilemişse berzahta da onlar tezgahlara konacaktır. Unutulmuş ama kayıtları silinmemiş pek çok dosya orada, sahibinin berzah ekranında gösterilecektir. Ve tıpkı dünyada, iç dünyasında zihninde sevinç ya da üzüntü yaşayan insan gibi berzah hayatı huzurlu veya ezalı geçecektir. Berzah bilinçaltımızın bir kopyası gibi yaşanacaktır.
Mahşerde hesap yerinde ise “Sadr” diye tanımladığımız, insanın kalbinde, aklında, hafızasında bütün benliğinde olan her şey ortaya çıkarılacak, meleklerin yazdığı, hafızanın kaydettiği ve icraatçı organların insanın lehinde veya aleyhinde şahitlik yapacakları olaylar bir bir belirlenecektir.
Bilinçaltı aynı zamanda “Perde” anlamına gelen bir berzahtır da…İki denizin karışmasını engelleyen perde-berzah (55/19-20) gibi fonksiyon icra eder. Bilinçaltı, bilinç ve kalp arasında yalıtkan bir tampon bölge gibidir. Bir ayna gibi kendinde yansıyan bütün duygu ve düşünce görüntülerini anında aynen uygulanmak üzere, bilince de kalbe de sızdıramaz. Tabi ki nefis ve şeytanın etkisiyle kalp ve bilinç, kapılarını açmadıkları sürece!…
İşte dünyadaki gibi bilinçaltına hapis olmuş, davranışlara dökülmemiş bu bilinçaltı kabrinden, berzah kabrine yansıyanların, dünyadaki gibi insan ruhunu olumsuz olarak etkilememesi büyük ihtimaldir. Bu, dünyada, iç gözlemlerle vicdan ve irademizin yardımıyla, bilinçaltını kontrol altında tutmamızın, kabre ve berzah hayatımıza yansıyan olumlu bir sonucu olacaktır. Aksi durumdakiler ise, durmadan dönen teyip kaseti gibi, yaptıkları gözlerinin önünden sürekli geçecek, gerçek gözlem yapma mecburiyetinde kalarak, ilardeki akıbetlerinin endişesiyle eziyet çekeceklerdir.
Yukarda geçen iç gözlemle bu ayetler arasındaki irtibat fark edilmektedir. İnsan, iç aleminde hangi hayatı kurmuş ve buna şahit olmaktaysa, o iç hayatının aynısı ölüm sonrasında başlayacak berzah hayatına da yansıyacak ve orada, buradaki hayatına şahit olacaktır.
F. Razinin dediği gibi, bir anne gibi davranmalıyız. Karnındaki çocuk daha dünyaya gelmeden evvel, onun için pek çok güzel çalışma yapar. Doğduğunda ona mutluluk verecek eşya ve ortamı titizlik içinde hazırlar. Kendi ruhumuzun kabir içinden çıkacağı durumu hesaba katarak, onun için orda lazım olacak inanç, ibadet, ameli salih ve güzel hizmet çalışmalarını burada fırsat elimizdeyken hazırlamak en akıllıca davranış olacaktır.
Vasıflarını yeterince anlatmaya çalıştığımız topluluk, kabir sonrasına hazırlanmak için bulunmaz bir fırsattır. Burada yaşayacağımız, güzel sohbet anıları, sağa sola koşuşturmalar, yorgunluklar, deniz aşırı yolculuklar, katlanılan zorluklar, himmetlerimiz….kabrimizde bizi şefkatli bir ana kundağı gibi saracak, koruma altına alacak, dev bilinçaltı ekranında yansıyacak anılarımızla berzahımız saâdetgâhımız olacaktır.
Ve yeryüzünün şahitleri olan bu insanlardan, ne kadar çok insan görür, tanır, gönüldaşlık kurar muhabbet duyarsanız, berzah sonrası hesap yerinde o kadar şahidiniz olacak ve bu sevdiklerinizle beraber bulunacaksınız demektir.
Gün boyu nerelerde oturursanız oturunuz ama mutlaka Nur Sofrasında oturanlara da misafir ve enîs-ü celîs olunuz. Olunuz da, “Lâ yüşkâ celîsühüm” listesine kaydolunuz!..

ala




Bismillâhirrahmânirrahîm
1.Yüce Rabbinin adını tespih et.
2.O, yaratıp şekillendiren, âhenk veren ve düzene koyandır.
3.O, (her şeyi) ölçüyle yapıp yönlendirendir.
4,5.O, yeşil bitki örtüsünü çıkaran, sonra da onları çürüyüp kararmış çör çöpe çevirendir.
6.Sana Kur’an’ı okutacağız ve sen onu unutmayacaksın.
7.Ancak Allah’ın dilediği başka. Şüphesiz O, açık olanı da bilir, gizliyi de.
8.Biz seni en kolay olana kolayca ileteceğiz.
9.O hâlde, eğer öğüt fayda verirse, öğüt ver.
10.Allah’a karşı derin saygı duyarak O’ndan korkan öğüt alacaktır.
11,12.En büyük ateşe girecek olan en bedbaht kimse (kâfir) ise, öğüt almaktan kaçınır.
13.Sonra orada ne ölür (kurtulur), ne de (rahat bir hayat) yaşar.
14,15.Arınan ve Rabbinin adını anıp, namaz kılan kimse mutlaka kurtuluşa erer.
16.Fakat sizler dünya hayatını tercih ediyorsunuz.
17.Oysa âhiret, daha hayırlı ve süreklidir.
18,19.Şüphesiz bu hükümler ilk sayfalarda, İbrahim ve Mûsâ’nın sayfalarında da vardır.
A’LA SÜRESİ (87) İÇ YAPILANMA BİLİNÇALTI EĞİTİMİ (drmavi, 2005)
1-Rabbimizin yüce adını, O’nun isimlerine layık bir şekilde anmalı, farklı dillerle daima tesbih etmeli.
Var olan her şey, O’nun sıfat ve isimlerinin eseridir. Bütün eserleri O’nu gösterir, kendilerine has dillerle O’nu anlatır, O’na delalet eder. Ve O’nu bu yönleriyle tesbih etmiş olurlar.
Kalp gözü gibi kalp kulağı olanlar, bu tesbihleri anlar.
Bir kısım insanlar da akıl kulaklarıyla anlarlar; cansız zannedilen madde atomunun parçalanmasıyla intizam içinde hareketlerin anlaşılması, madde itesi enerji dalgalarının anlaşılamaması gibi.
Diğer insanlar ise, duyularıyla yaşadıklarından, kalp ve akıl derinliğine ulaşamadıklarından farklı dillerdeki bu tesbihatı anlayamazlar. (17/44)
Son grup ise zaten inanma niyetinde olmadıklarından, akıl, kalp ve bütün duyularının önüne aşılmaz inkar perdesi koyduklarından böyle bir yönelişe tamamen kapalıdırlar. (17/45-46)
İnsan, varlık mekanizmalarının farklı bütün dilleriyle bu tanımayı marifeti anmayı gerçekleştirmelidir. O’nu yüceliğine yakışır şekilde dinlemeli, okumalı, düşünmeli, bütün vicdanî duygularına hissettirmeli ve topyekün hayattaki eylem planlarına yansıtmalıdır ki, bu yüceliğe uygun, çapta anlamlı gerçek bir anma gerçekleşebilsin! Semereleri de o oranda çaplı olsun!
Namaz, Allah’ın yüce isimlerini dil-kalp-beden bütünlüğü içinde yücelttiğimiz en güzel bir platformdur.
İnsan kendi zihninde ve kalbinde hissettiği Allah’ın yüceliğini ve bunun remzi olarak yüce adını, isimleri sayısınca yol ve yöntemle, yeryüzündeki, mümkünse gökyüzündeki bütün varlıklara duyurma düşüncesinde ve azminde olmalıdır.
Psikolojinin dili, diğer ilim dallarından farklıdır, onun konusu insan ruhu, duygu ve düşünceleri, tutum ve davranışları üzerine yoğunlaşmıştır. İnsanın hayat içindeki bütün hal ve durumları, Allah’ın farklı isimlerinin tezahürleri sayılır. Yemesi, içmesi, sıkılması, sevinmesi, düşünmesi, öfkelenmesi…
Bu yönüyle Psikoloji ilmi, bilerek ya da bilmeyerek, Allah’ın güzel isimlerini yoğun olarak bahse konu eden ve yücelten en yüce pozitif bir ilim dalı haline gelebilir. Çünkü tıpkı Allah’ın isimleri gibi doğrudan o ahsen-i takvim olan insana, insanın bütün duygu, düşünce ve davranışlarına yönelmektedir ve insanı mutsuz eden hallerden kurtarmak korumak ve mutlu etmek istemektedir ki bir toplumun, topyekün insanlığın barış ve huzuru adına temel ihtiyacı zaten bu değil midir?
Bu yönelişlere gerçek bir anlam ve bereket katmak mümkündür; tedavinin bir parçası olarak hastalara, Allah’ın isimlerini yücelterek onlara saygı içinde düşünme ve davranma becerisi kazandırılabilir. Korku, kaygı, üzüntü, öfke gibi duyguları özellikle vesvese-evham-takıntı konusu Kur’an’ın anlatımları içinde boyutlarıyla ele alınabilir.
Vesveseye maruz kalanlar (21.söz), Hastalar ve Yaşlılar ile ilgili Kuran tefsirleri (Risale) vardır. Göz atılırsa farklı yaklaşımlar kolayca görülebilir.
Allah’ın isimlerini anmak ve düşünmek, insan zihninde ve hayalinde bir kısım şekillenmelere yol açar. İrade dışı gelen, Allah hakkındaki insanî mukayeseler bizi sorumlu tutmaz ve zararlı da değildir; tıpkı elimizdeki aynada yansıyan ateşin yakmaması, yılanın ısırmaması gibi…
Allah’ın akla gelen her şeyden başka olduğu, sanatın sanatkara benzemediği, gözle görmek için ışık ve cisim gerektiği ancak Yaratıcının bir ışık veya cisim olamayacağı da anlatılırsa, hasta çok zihinlerde farklı bir düşünce mutluluğu oluşacağından kuşkumuz yoktur.
Bu resmen bir zihin ve ruh eğitimi, hatta tedavisidir. Bebeklerin yüzüne, gök yüzüne yer yüzüne çiçeklere baktıkça, Allah’ın güzel isimlerini hatırlamak hangi zihne ve ruha olumsuz bir etki yapabilir?
Sıkıntı anımızda “Kâbıd” (Kalpleri kabzasıyla sıkan) ismini hatırlamak imtihana sabretmek, içimizi ferahlatan “Bâsıt” isminin tecellisine dua ile yol açmak hamd etmek, çok tavsiye ve tecrübe edilmiş müstesna bir ruh terapisi olarak görülmelidir.
Aslında bütün ilim dalları, Allah’ın güzel isimlerine dayanmakta, Esmaya dil olmaktadırlar.
Tıb ilmi Şafî ismine dayanır;
Matematik-Hasîb,
Muhsî, Geometri-Mukaddir,
Yöneticilik-Vâlî,
Hijyen-Kuddûs,
Bilgisayar-Hafîz,
Güzel sanatlar-Sânî’, Bedî’, Mübdî’…vb.
Bütün bilim dallarına mensup ilim adamları, Allah namına okudukları, öğrettikleri her cümle, kelime ve harf hesabıyla Rablerinin güzel isimlerini tesbih etmiş anmış sayılırlar.
Bu yüceltmedir, eserlerini anarak, anlatarak Allah’ı bir yüceltmedir. Allah’ın buna ihtiyacı olmadığı açıktır. (doktorun reçeteye ihtiyacı olmaması gibi). Allah Rahmetiyle insanın yücelmesini, böylece Yüce katına yücelmeye ve cennete girmeye layık hale gelmesini istemektedir.
Ve yabancı denilen dillere yabancı kalmamalı, Allah’a yabancı kalmış gönüllere ulaştırma yolunda onları kullanmalı!
Yüce isimlerle ve farklı dillerle onu yüceltmeli çünkü bizi O güzel isimleriyle var etti ve bazı nitelikler  kazandırdı. İsimleri yüce ve güzel olunca ortaya koyduğu eserleri de, özellikle en değerli eseri insan, daha mükemmel ve güzel olacaktır. Şöyle ki:
2,3-Rabbimiz yarattı ve bir biçim ve şekil verdi. Rabbimiz ölçülü varlık kimliği kazandırdı, gaye ve hedef yolu gösterdi.
Yaratma ile amaç ve hedef arasında ciddi uyum vardır. Yaratmanın amaca göre belirlendiğini, amaca uygun bir biçim verilmesinden ve o biçime göre kimlik oluşturulmasından anlıyoruz.
Hayvanlardan ve meleklerden çok farklı bir şeklimiz ve fıtrat kimliğimiz vardır. Bedenimiz, nefsimiz, aklımız ve kalbimiz bu Ruh kimliğimizin ana üniteleridir. Elimiz, gözümüz dilimiz; vicdanımız, sezgimiz ve kalbimiz; irademiz, zihnimiz ve düşüncemiz hep yaratılışımızdaki ve hedefimizdeki mükemmelliği göstermektedir.
Adeta bütün yüce isimlerin tecelli ettiği bu yaratma-biçimlendirme-kimlik verme-hedef belirleme hallerinin sonucunda, insana düşen görev, kendini Allah’ın isimlerini tanıma ve O’na kulluk etme hedefine yönlendirmektir.
4,5-Yemyeşil otlaklar çıkardı, sonra onları kara çöpe çevirdi.
İnsan böylesine mükemmel donanıma sahip haliyle, yeryüzünün ruhlara hitap eden, mutluluk ve sevinç yaşatan en güzel yerlerine, zümrüt gibi yemyeşil, çayırlarına kırlara baharlara benzer. Fakat rüzgar, fırtına, sel sonucu o güzellikler kaybolur, güz mevsimiyle hazan, kış mevsimiyle adeta ölüm çöker.
İnsan bunun gibi, tertemiz, bembeyaz güzelim ruhuyla doğar, büyür rüşte erer, Allah’ın verdiği biçimlenmiş mükemmel varlığına, inançlı, ibadetli, güzel ahlaklı ve ölçülü bir kimlik oluşturur, cennet yolunu hedef edinirse yemyeşil cennet yamaçlarına uçar.
Yok eğer fıtrat yamaçlarında rüzgar ekerse fırtına biçer inkarcılık ve kötülüklerle temiz yaratılışını kirletir, meyvasızlaştığından kütükleşir, üremek ve yediğini gübreye çevirmek için yaşadığından, ahlaken tortulaşır ve aydınlık elmas ruhu kapkara kömüre dönüşür. (Yazır kömürün oluşumunu genişçe açıklar: 9/146-154) Temel sebep, gaye ve hedeften kopma olmaktadır.
İnsan psikolojik hayatında da benzer durumları sık yaşar. Ölçülü varlık kimliğinde dengesizlikler olur; duygu, düşünce ve davranışlarında aşırılıklar gözlenir. Sözgelimi neşe ve sevinç duygularını coşturan yemyeşil yamaçlarda dolaşırken, kendini belli sebeplerle üzüntü ve depresyon kayalıklarında dolaşırken bulur. Burada da aynı gerekçe söz konusudur: Allah’ın yüce Kelam sıfatıyla Kur’an’ın da belirttiği yüce gaye ve hedeflerden sapmışlık!..
İnkarcıdaki bu kopmanın telafisi oldukça zor bazen imkansızdır. Çünkü o artık inkar psikolojisini asıl kimlik olarak kabullenmiştir. İnançlı insandaki sapmışlık ise daima tedavi edilebilir; zira inançsızlığı psikolojik bir doğal kimlik olarak benimsememiştir, sadece çok duygu ve düşüncelerde bir sapma vardır.
Düşünceyle ilgili yazılan kitaplarda bilinçaltı konusu mutlaka işlenir. Araştırmaların geldiği noktada verilen bilgiye göre, bilinçaltı olumlu ve olumsuz bütün mesajlara açıktır ve kendisine hangi bilgi yüklenmişse o bilgiyi o anki duygu ve düşüncelerle hatta ortamlarıyla birlikte aynen kayda alır kabullenerek tekrarlar ve gerçekleştirmeye çalışır. Bu konuda hem vicdan hassasiyetine hem de mantık yorumuna tamamen kapalı din sınırlarına yabancıdır.
Nefis için de aynı şeyleri söyleyebiliriz.
Aslında bilinçaltı nefsin arka bahçesi ve açık büfesi gibi işlev görür.
Halk diliyle “Bakarsan bağ bakmazsan dağ olur!” diyebiliriz. Konumuza uygun hale getirirsek, bu iki potansiyel güç, İlahi Kelam’da verilen hedef doğrultusunda yönlendirilirse yemyeşil bir çayır olur güzel ürünler yetiştirir. Aksi takdirde kupkuru bir bayır olur ne suyu tutar ne de ürün verir!..
Bilinçaltımızı, psikolojimizi etkileyecek şekilde bir çiçekliğe veya mücevherliğe dönüştürebileceğimiz gibi, çöplük haline de getirebiliriz fosiller mezarlığı haline de.
6-Sana okutacağız, Allah’ın dilediği hariç hiç unutmayacaksın.
Peygamberimiz diğer Peygamberler gibi, seçilmiş insanlardır. Doğruluk, güvenirlilik, tebliğ, günahsızlık gibi sıfatlarının yanında, “Fetanet! kavramıyla ifade edilen özel beyin, zeka ve hafıza gücüne sahiptirler. Buna bütün akılları, zekaları, fikir ve düşünceleri ve de madde sınırlarını aşan “Evrensel Akıl”, “Evren Ötesi Akıl” diyebiliriz.
Günümüzde tartışılan beyinsel, duygusal, ruhsal zeka gibi kavramlar, Peygamber Aklı’nın çok altında, ilim ve irfan talep eden birer öğrenci durumunda kalırlar.
Peygamberimizin Fetanet sıfatını anlayabilmek için, öncelikle Kur’an’da O’nun ele alınışını incelemek, bütün Peygamberlerin kıssalarını iyice tahlil etmek Peygamberimizin hayatını, bütün söz ve davranışlarını incelemek ve kendisinden sonra günümüze kadar oluşturduğu insanlık çapındaki etkileri gözden geçirmek gerekmektedir.
Peygamberimize okuma kolaylığı ve unutmama garantisi verilmiştir. Tıpkı Kur'an konusundaki koruma teminatı gibi. (Hicr/9)
Kıyame süresinde de, Peygamberimizin gelen ayetleri ezberleme çabasına karşı, “Acele etme onu biz okutturacağız!” (75/16-19) denmesi de bunun teyididir.
Allah dilerse unutturabilir de. Bir ayet Peygamberimize hitaben dileseydik hepsini unuttururduk der (17/86). Beşerî yönünün olduğunu vurgulama ve ümmetine tam örnek olma hikmetine binaen, bir-iki unutma örneği de görülür. Namaz da bir ayeti okumayı atlama gibi.
Ne var ki Peygamberler, din temsilcisi ve örnek olduklarından, ilahî maksada uymayan noktalarda uyarılırlar.
Kur’an’da unutma konusunda şeytanın etkisinden söz edilir (6/68,12/42, 18/63, 58/19)
Peygamberimiz, şeytanın ve nefsin onu etkilemesinden korunmuş olduğunu, teslim olduklarını belirttiğine göre unutma konusunda Allah garantisinin anlamı da anlaşılmış olur. Çünkü ayetlerden anlaşıldığı üzere şeytana bir kısım yetki ve yetenekler, ve kıyamete kadar ömür imtihan sırrına binaen verilmiş bulunmaktadır.
Ayette dikkat çeken bir husus, hafızada tutma ve okuma garantisinin verilmesi, düşünce terkiplerinin ve olaylar karşısında karar verme yetkisinin kendisine bırakılmış olmasıdır. Peygamberler dışındaki insanlara (Vahiy almadıkları için) bu garanti verilmemektedir. Bu da insanın aklî melekelerini geliştirmekle yükümlü olduğu anlamına gelmektedir.
7-O gizli-açık, içten ve dıştan olanı bilir.
İç bakışlar, okumalar, konuşmalar...
Şüphesiz Allah, insanın kalbinden ve düşüncesinden geçenleri, gizli açık işlenen günahları, suçları bilir. İnsanın dış konuşmaları gibi içinden kendisiyle yaptığı konuşmaları, kalbinden ve hayalinden geçenleri de bilir.
Demek ki insan zihninden ve hayalinden Allah’ın hoşnut olduğu düşünceleri geçirmek durumundadır. Bu da bilinçaltına olumlu mesajlar yükleme anlamına gelir ki psikolojik rahatsızlıklar üretecek duygu ve düşünce kurgulamaktan uzak kalacak demektir.
Özellikle tasa ve endişe içte büyütülebilir, depresyona dönüşebilir. Öfkelendiğimiz bir konuyu veya şahsı hayal dünyamızda tekrar tekrar yaşarız, büyütürüz. İnsiyatif kendimizde olduğu için, gerçek hayatta yapamadıklarımızı, düşünce dünyamızda doyasıya uygularız; kırarız dökeriz, kişilere en ağır cezaları veririz.
Bu aslında kendimizi cezalandırmak, psikolojimizi bozmak, çevremize zorluklar yaşatmak anlamına gelmektedir. Hayal dünyasını, Allah’ın nazarları altında olduğunu düşünerek, güzelliklerle süsleyenlerde bu tür rahatsızlıkların ve zorlukların olması mümkün değildir.
Her güzel düşünce ve tefekkür aslında Ruhsal durumlarımız ve tutumlarımız için birer bilinçaltı yatırımlarıdır. Güzel baktırır güzel gördürür hayattan lezzet aldırır. Berzahta da güzelliklere baktırır.
8-En kolay olanı belirleyeceksin.
Eylem kolaylığı…
Peygamberimize okuma, hafızada tutma garantisi gibi, en uygun eylemi belirleme yeteneği de verilmiştir.
Bu aynı zamanda her insan için de geçerli bir süreçtir. Allah’ın isimlerini yücelten, yaratılıştan verilen kimliği, Allah’ın razı olacağı hedeflere kilitleyen, ibadet, dua, tefekkür, sohbet dinleme ve telkin gibi içe dönük güçlerle; istişare, psikolojik moral desteği ve insana hizmet gibi gibi dışa yönelik davranışlarla takviye eden insan, en uygun, kolay ve mutluluk veren davranışları sergileyecek demektir.
Bir ayet, Allah’a yakınlığı, güçlü bağlantısı olan insanlarda “Furkan” denilen doğruyu yanlıştan ayırma yeteneğinin gelişeceğine ve psikolojik her hastalığın giderileceğine dikkat çeker (8/29).
9-Eğer faydalı olacaksa anlat.
İletişim kuralları…
Tebliğin esas amacı, insanlarla iletişim kurmak ve Allah’tan gelen hakikatleri duyurmaktır. Tebliğ amaçlı iletişim bir vazife olduğu gibi, iletişimi kurallarına uygun gerçekleştirmek de ayrı bir vazifedir.
İnsanlarla ve tüm varlıklarla iletişim, evrende ve insanda cereyan eden evrensel terbiye-eğitim yasalarına uyum içinde gerçekleştirilmelidir.
İnsan açısından bu, psikolojik durumunun tespiti olarak isimlendirilebilir.
Ayette bu konuda temel bir prensip gösterilmektedir:
Muhatabın durumunun elverişliliği…
İletişim öncelikle ruh dünyası, inançları, duygu ve düşünceleri elverişli olanlara anlatılır ki başka bir ayet, öğütün müminlere faydalı olacağını ifade eder (51/55). Bu, inanan ve ibadet eden insanların psikolojik durumlarının en uygun olduğunun bir göstergesidir.
Başka bir ayette de, yüz çevirenden yüz çevir (53/29) diyerek, inkarcılığı psikolojik kimlik olarak kabullenmiş olanlarla iletişim farklı olduğu anlatılır.
Ayetin hatırlattığı farklı bir durum da, iletişimin, hiç bir yararı olmayacak insanlara rağmen devam etmesidir ki, o insanların çevresine faydalı olabilir.
Nitekim Velid’in oğlu Halid, Ebu Cehil’in oğlu İkrime, ibn-i Selûl’ün oğlu Abdullah Müslüman olmuş yararlılık göstermişlerdir. Hz.Musa,Firavunla tatlı dille iletişim kurmasının ardından, tanrılık psikolojisini yaşayan bu insana anladığı dilden iletişim kurmuştu, Musa Asa’sı hem sihirleri hem de Firavu’nu yutmuştu. Aslında Firavunu, kendi psikolojisi yutmuştu… Fakat sihirbazlar da toptan Müslüman olmuştu…
Sıradan insanlar arası konuşmalarda bile aynı iletişim kuralı geçerli olabilir. Muhatabımızla iletişimin yolunda gidip gitmediğine, ayette belirtildiği gibi faydalı olup olmadığına karar vermek için beden dilinin ve psikolojik durumunun gözlenmesi, okunması gerekir.
Gözlerini kaçıran, çevresine bakınan, elleriyle başka şeylerle meşgul olan, of çeken insanlara karşı standart bir konuşma sürdürmek zordur. Dikkatini çekecek yöntemler uygularsınız.
Zorlamayla hiç bir iletişimin sağlanamayacağında kuşku yoktur; ayet: “Sen sadece anlatıcısın, zorlayıcı değilsin!”der (88/21).
Ayet bize, insanlarla güzel amaçlı iletişim kurmamızda faydalı olabilecek, meşrû yöntemler geliştirmemizi teşvik ediyor denebilir. Gül kokusu vermek istediğiniz bir çiçek adayını gül bahçesine davet etmek ya da çevresini gül bahçesine çevirmek gibi… Görsel materyal ile hitap etmek, müesseselere gezilere götürmek gibi…
10-Saygılı olan, düşünecektir.
Musa da aynı amaçla Firavun’la iletişim kurmuştu: Aklını, mantığını, düşüncesini ve kalbini, vicdanını, duygularını harekete geçirmek.
Bu ayette, kalbî yaklaşıma öncelik veriliyor, duygular yoluyla düşünceye ulaşma yöntemine dikkat çekiliyor. İletişimle vicdan harekete geçiriliyor, kalbe yönelerek inanç oluşturuluyor, olumlu düşünmesi sağlanıyor.
Özellikle kitle psikolojisinde, düşünceden çok duygu dalgalanmaları, insanları sürükler götürür. Bin mantıklı sözle yerinden oynatamadığınız bir adamı, kitle içinde bir sözle ölüme bile yollayabilirsiniz. Bu konuda, şehitlik adına uzak ve yakın tarihî örnekler çoktur.
Grup terapisi de benzer etkiyi sağlayabilir.
Beş vakit namazın camide, hatta evlerde cemaatle kılınmasının, namaz sonrasında toplu tesbihat yapılmasının, ardından ilmî, fikrî, imanî eserler okunmasının tek tek insanların ruh dünyasında olumlu izler bırakmaması düşünülemez. Böyle örnek gruplar içinde Allah saygısı oluşur, O’nun yüce isimleri yüceltilir, gerçek fıtrat kimliği oluşturulur, ahlaklı yaşamaya odaklanma olur, güçlü bir hafızaya, iç konuşmalara, güzel iletişimlere sahip olunur.
İnsanlarda kolay oluşturulabilecek en önemli duygu Allah sevgisi ve saygısıdır. Çünkü her insanın vicdanı, içten bunu istemektedir. Bu oluşturulursa duygu, düşünce ve davranışlarda olumlu yönlendirmeler sağlanabilir.
Çoğunluk duygu ile psikolojik yaklaşmanın etkisinde kolay kalır. Bazı insanların düşünsel yönü ön planda olduğu için o tarz bir yaklaşım sergilenebilir. Ayet bilgi ve düşünce sahibi olmanın da Allah’a saygıya götürebileceğine dikkat çeker (35/28). Bazı durumda her iki taktik de uygulanabilir.
Belli duyguların oluşması duyularla, düşünce yoluyla hatta fizyonomimizle de gerçekleştirilebilir. Manevi bir duygu eseri üzerinizde yokken, namaza durmanız, el-kol bağlama hareketi yapmanız, alnınızı yere koymanız, okuduğunuz ayetlerdeki derin anlamlar, bazı yüce duyguların tetikleyicisi olabilir. Bir yetim görür oturur ağlarsınız. Günahlar seline kapılmış gençleri görürsünüz, iştahınız kesilir, iki büklüm olur gözyaşlarınızı tutamazsınız…
Tefekkürle geçmiş hatalarınız düşüncenizde belirir, içinizde bir kabarma gözlerinizde dolma hissedersiniz.
Bazen yumruklarınızı sıkarsınız, şevke gelir, burak misilli bir küheylana sıçradığınızı hayal ederek hizmetlere koşar büyürsünüz, ya da sen mi düzelteceksin der, omuzlarınızı çökertir, ten köşesine çekilir, hüzne veya zevke gömülürsünüz; yosunlaşır çürürsünüz!..
11,12,13-Şakî olan ise kaçacak ama ölümle hayat arası gelip gideceği büyük bir ateşe düşecektir.
Şakî kavramı Kur’an’da bir yerde, Saîd kelimesiyle beraber geçer ve ahiretteki inanan insanla inanmayan insanın durumunu ifade etmek için kullanılır (11/105) ve şakîlerin yerinin cehennem olduğu belirtilir (11/106,92/15).
Bu tür inkarcılar, ahirette karşılaşacağı büyük azabdan önce, dünyada ruhu azablar içinde yaşayacak, bir türlü kurtulamadığı psikolojik sıkıntılar çekecektir. Çünkü gerçek mutluluk sunan davetten kaçmakta, kendi benlik psikolojisiyle yaşamayı seçmektedir. Psikolojisindeki bu büyük değişime uygun olan, büyük azaba uğrama yoluna girmiş, kendi sonunu kendi hazırlamıştır. Üstelik cehennem de psikolojilerine uygun bir psikolojik tutum sergiler onlar yok olmak isterler, onları yok etmez; dünyadaki gibi acısız hayata geçmek isterler cehennem buna da izin vermez…
Geçici psikolojik rahatsızlıklar farklı müdahalelerle geçiştirilebilir ki çoğu insan bu kategoride ele alınabilir. Fakat hiç bir terapiye cevap vermeyen, inançsızlık hastalığı içinde kıvranan, bunun sonucu pek çok psikolojik hastalığa da müptela insanlar da vardır. Bunların iflah olması zordur. İman edip Allah’a kul olmadıkları için, böylelerinin gerçek tedavisi ancak, dünyadaki ruh hallerine uygun girecekleri ateş olabilir. Tarihî zalimler gibi…
Ayet mutluluk psikolojisi ile mutsuzluk psikolojisi arasında gidip gelen, ruhsal bunalımlar yaşayan insanların tasvirini yapmaktadır. İnsan gerçekten dünyada psikolojik rahatsızlıkları içinde bir ateşteymiş gibi yaşar, mutsuzluk azabı çeker. Bunalımdan bunalıma bir kısır döngü içinde çırpınır durur. Bir ayet bunu güzel ifade eder: “İkisi arasında bocalar gelir gider, ne buna uyum sağlar ne de ona! Şaşmıştır çıkar yol bulamaz!”(4/143)
Anlaşılıyor ki ahiretin saîdi ve şakîsi olduğu gibi dünyanın da saîdi ve şakîsi vardır. Mutlu insanlar mutsuz insanlar!.. Psikolojisi düzgün insanlar bozuk insanlar. İnançlı insanlar inançsız insanlar. Hak yolunda güzel hizmetlerde koşan insanlar, sadece göbeklerini beslemekle meşgul olan insanlar..
Hadis,Yapın, çalışın, işleyin, duygu ve düşünce geliştirin çünkü herkes burada ne ise, hangi yolda ise, girdiği yolun sonucuna ulaşacaktır der.
Akla gelebilecek bir çelişkiyi gidermek gerekir. İnanmayan ya da Müslüman olmayan dünyalardaki müreffeh hayat standartları ekonomik başarıları renkli dünyaları ile Müslüman dünyanın geri kalmış kargaşalı yer yer kanlı durumları nasıl açıklanabilir?
1-İki dinin muharref olması mensuplarının dünyada söz sahibi olmalarına engel değil.
İslamın Hak Kur'an'ın gerçek olması mensuplarının dünyada söz sahibi olmaları için yeterli sebep değil.
Diğer bakışla:
Dünya için ciddi çalışmanın karşılığı daha çok dünyada verilir.
İnanç ve ibadetin karşılığı daha çok ahirette verilir.
2-Allah değer verdiği sıfatların kimin üzerinde bulunduğuna bakar hüküm verir. O'nun değer verdikleri Müslümanın üzerinde değilse; aksine sevmediklerini yapıyorsa karar ve sonuç belli demektir.
14,15-Fakat nefislerini kötülüklerden arındıranlar, Rablerinin isimlerini farklı dillerle yüceltenler ve Namaz kılanlar kurtulacaktır.
Ölüm ve kıyamete kadar sürecek bir çağrıdır bu. Tövbe ile Rabbe dönüş yama ve kötülüklerden arınma kapısı daima açıktır. Psikolojik rahatsızlıklardan kurtulma yolu da bundan başkası olmayacaktır. Günahlar, psikolojik rahatsızlık mikroplarını oluşturan ve besleyen bataklıklar gibidir. Günahlardan uzaklaşarak nefsi arındırmak (tahliye-boşaltma). Rabbin isimlerini yüceltmek ve namaz kılmak (tahliye-yükleme) huzura ermenin formülü gibidir. Böylece hem dünyada hem de ahırette şakî-mutsuz değil, saîd-mutlu olmak mümkündür.
16,17-Geçici dünya hayatını tercih ediyorsunuz oysa ahiret hayatı daha hayırlı ve sonsuzdur.
Bunca açıklamadan sonra, özellikle Kur’an, Peygamber ve Peygamber ardındaki binlerce alimin desteğinden sonra, insanın nefsi yine de peşin olana yönelmekte, değişip duran psikolojisinin kurbanı olmaktadır. Aklı, mantığı, düşünceyi, iradeyi, güçlü iradeli dostları yardıma çağırma zamanıdır. Oturmuş, değişmeyen, istikrarlı, Saîdlik psikolojisine kitlenmiş dünyasını ahiretine göre kurmuş, günahlara asla prim vermeyen has dostları…
18,19-İlk sayfalarda, İbrahim ve Musa’da da bu gerçekler vardır.
Kur’an’da ele alınan gerçekler gibi, temel inançlar her peygamberde dile getirilmiştir. Peygamberimizin “Köşe Taşı” son peygamber oluşu, evrensel misyonu diğer din mensuplarının da kabullendiği iki büyük Peygamber ve Hz. İsa tarafından da onaylanmıştır. İnanç açısından dünyada Tevhid akîdesine bir yöneliş vardır. Psikolojik açıdan da insanın kalp, akıl, duygu, düşünce ve davranışlarıyla ele alınma konusunda da insanlık, Kur’an’ın Evren sel prensiplerine yönelecektir diye düşünmekteyiz.

alak


Bismillâhirrahmânirrahîm
1,2. Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı “alak”dan yarattı.
3. Oku! Senin Rabbin en cömert olandır.
4,5.O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir.
6,7. Hayır, insan kendini yeterli gördüğü için mutlaka azgınlık eder.
8. Şüphesiz dönüş ancak Rabbinedir.
9,10. Sen, namaz kıldığında kulu (bundan) engelleyeni gördün mü?
11,12. Ne dersin, ya o (engellenen kul) hidâyet üzere ise; ya da takvayı (Allah’a karşı gelmekten sakınmayı) emrediyorsa!?
13. Ne dersin engelleyen, Peygamberi yalanlamış ve yüz çevirmişse!?
14.O Allah’ın, her şeyi gördüğünü bilmiyor mu?
15,16. Hayır! Andolsun, eğer vazgeçmezse, muhakkak onu perçeminden; o yalancı, günahkâr perçeminden yakalarız.
17.Haydi, taraftarlarını çağırsın.
18.Biz de zebânileri çağıracağız.
19 .Hayır! Sakın sen ona uyma; secde et ve Rabbine yaklaş.
[dailymotion=xa0yk9]
ALAK SURESİ (96) ALAKA TERAPİSİ (drmavi, 2005)
“Oku! Yaratan Rabbinin adıyla. O, insanı alaka’dan yarattı. Oku, Rabbin sonsuz kerem-cömertlik sahibidir. Ki O kalemle yazmayı öğretti. İnsana bilmediği şeyleri öğretti” (96/1-5).
a-Ayette ilk planda algılanan husus, Cenab-ı Hakkın içimizden seçtiği bir insanı, bizim adımıza muhatap alması, melek aracılığıyla konuşması ve okuma yazması olmayan (42/52;29/48) Nebisinin öğreticisi olmasıdır. Bu ayetleri okuyan her insanın; okuyan, yazan, öğrenen, öğreten ve düşünen her insanın, kendisini aynı tedrîs rahlesi önünde dersini alıyor gibi tahayyül etmesi gereğini bize hatırlatmaktadır. Kur’an’daki olaylara bir olay kahramanı gibi girmeli ve muhatap bizmişiz gibi hissetmeye ve yaşamaya çalışmalıdır. Tıpkı empati yaparak başka insanın duygularını yaşamaya ve anlamaya çalışmak gibi…
İlk beş ayette alınacak en önemli mesaj, okuma, yazma, öğrenme gibi faaliyetlerin, öğretmenin ve düşünmenin ve bütün bunların sonucu olarak ortaya konan bütün eserlerin temelinde daima Allah adının, O’nun rızasının ve hoşnutluğunun bulunması olmaktadır.
b-Neyi okuyalım, yazalım, öğrenelim, öğretelim ve düşünelim? Bunun cevabı da satır aralarında fark ediliyor. Önce genel ifadesiyle “Yara tan Rabbin!” diyerek varlığa ve evrene, sonra da “İnsanı yaratan” sözüyle insana, yazı ile bilmediklerimizin öğretilmesinden de Kur’an’a işaret edildiği söylenebilir. İnsanın pek çok meselesi gibi psikolojik problemlerine çözüm arayışlarında da, evren ve insan kitaplarının yanında, Kur’an’a alâka duymanın da bir o kadar önemli olduğu kanaatindeyiz.
c-Niçin okuyalım, yazalım, öğrenelim, öğretelim ve düşünelim? İlk ayette bu, kalp, vicdan ve ruh yolculuğundaki zihin faaliyetlerine temel bir amaç belirlenmektedir: “Rabbinin adıyla!..”. Bütün okuma ve yazmalar, öğrenme ve öğretmeler, düşünme ve bunların sonuçları olan davranışlar; Allah adına, O’nun muhabbeti namına ve hesabına olmalı, O’nun rızasını kazanmak ve insanlara yararlı hizmetlerde bulunmak adına yapılmalıdır.
d-Yaratmak sadece Allah’a mahsustur. İnsan sadece varlık gücüyle ve ilmiyle eserler ortaya koyar. Allah, bu müstesna yaratma isminin yanına; okuma, yazma, öğrenme, düşünme gibi dört temel yaratma hikmetini de yerleştiriyor. Adeta “Ben seni, okuman, yazman, öğrenmen, düşünmen (son ayette taçlandırdığı gibi) secde etmen için yarattım dersini veriyor. Gelişim dünyasın da amaç belirlemenin önemi çokça vurgulanır; amaçların en güzeli veriliyor. Secde ile kutsal turra vurulmayan her okuma, yazma, öğrenme, öğretme, düşünme akîm-kısır kalır! Çünkü kalpler, zihinler ve bedenler, kendileriyle ilk kez ve tam alâkalanan Rableriyle buluşunca mutmain-mutlu olurlar (13/28).
e-İnsanın basit başlangıç varlığına ve Allah’a olan ihtiyaçlarına dikkat çekiliyor. Başka ayetlerde de dikkat çekildiği gibi, kokuşmuş,silinip atılan basit bir damla sıvı içindeki milyonlarca sperm içinden birisinin, yumurta hücresiyle döllenmesinden ortaya çıkan mikroskobik varlığına işaret ediliyor. Bu, insanın hiçliğinin, acizliğinin, zayıflığının, fakirliğinin, muhtaç oluşunun bir ifadesidir. Fakat “Rabbin adıyla!” diyerek, O’nun adına okumasıyla, O’na intisap ettiğinde evren çapında bir anlam, değer, güç ve zenginlik kazanabileceği de anlatılmış oluyor. Rabbin cömertliğinden bahsederek de, basit varlığını mükemmelleştiren Rabbisine karşı şükür borcu olduğu hatırlatılıyor.
f-Esas kerem, hakiki cömertlik, gerçek lütuf, yeme içme giyinme vb. bedeni ihtiyaçları karşılamanın ötesinde, duygu ve düşünce fakiri, inanç, sevgi ve alâka yoksulu insanlara; Sevgi, bilgi ve ilgi götürmektir. Okuma yazmayı bir insana belletmek ve öğrendiklerini Allah namına düşünmesini ve uygulamasını öğretmek kadar, güneşin gördüğü başka bir kerem ve iyilik olamaz! Psikolojik tedavilerde uzmanlar, kerem gösterip, hastalarına, hakiki bilgi sahibine uzanan yollar aralamıyorlarsa, başarı oranları oldukça düşük ve geçici olacaktır. Çünkü insan budur! Gerçek ihtiyaçları da budur!
g-Bilginin esas kaynağı Allah’dır. Her insana bilmediği her şeyi öğreten sadece O’dur. Çünkü yaratan O’dur. Burada, “Ben bildim! Ben yaptım, ettim, kazandım, başardım, dünyayı ele geçirdim!…”gibi benlik gösterilerine kapılma karşısında uyarı verilmek tedir. Bütün bilimler, Allah’ın isimlerine dayanır. Hepsi Allah’ın sınırsız sanat güzelliklerini ve hikmetlerini anlatan birer dilden ibarettir. İlk insan Hz.Adem’e bilgiyi öğreten Allah, Peygamberimize de öğretmiş, kıyamet noktasında son insana da yine O öğretecektir. Psikolojik bütün rahatsızlıkların temelinde bu bağlantısızlığın yattığını söylemek bizce abartı değildir. İradenin hakkı unutulmadan, her insana Allah ile alâkalanma fikri mutlaka verilmelidir. Zaten, ana rahmine yüzükoyun yapışmış alâkalanma biçimiyle, iki büklüm kıvrılıp seccademizle alakalandığımız ve alnımızı öptürdüğümüz durum aynı değil midir? Her nimet şükürle mukabele ister. Şükrümüzü secdelerle ifade etmekten aciz kalacağımız o kadar varlık ve bilgi nimetleriyle çevriliyiz ki!.
h-İnsan psikolojisine hızır çeşmesi, ruha imbat rüzgarı olabilecek bir bakış açısı şu olabilir: Allah bir sanat tuvali olarak yarattığı rahim cidarına muhabbet ve alâkayla ilişkilendirdiği, sülük gibi yapışkan kan pıhtısına bakıyor ve onun gelişmesinin her aşamasında cemal ve kemalini temaşa ediyor, alâkayla büyüttüğü o şerefli eserini karşısına alıyor ve: oku, yaz, öğren, düşün ve secde ile şükür et! diye eğitip öğretiyor. Basit değersiz ve anlamsız bir kan parçası iken onu nasıl, secdeli bir bilgin haline getirdiğinin ibret dersini veriyor.
i-“alak” kelimesi farklı anlamlar taşır. Bununla insanın yaratılışı, iç özellikleri, yaratıcısı ve insanlarla ilişkileri konusunda bazı ipuçları verir. Kelime, kan pıhtısı, kırmızı kan gibi anlamlarıyla, insanın embriyo aşamalarındaki bir safhayı dile getirir. (22/5;23/14; İ.Canan,Hadis Ans., Akçağ Y./İst.c:13 s:364)
Diğer anlamları ise: Ruhani ve manevi olarak alâka duymak, aşk ve sevgi, gönül bağlama, alakadar olma, ilişki ve bağlantı kurma, sülük gibi yapışma (Hamdi Yazır Hak Dini Kur’an Dili, Feza Gzt.,c:9,s:324) Buna göre insanın yaratılış hamurunda aşk ve sevgi mayası vardır. Kainatın yaratılışında da aslında Cenab-ı Hakkın muhabbetinden söz edilebilir. Ayette geçen kerem, okuma yazma ve bilgi öğretilmesi, hep bu muhabbetin tezahürleridir.
Öncelikle, embriyo hücreleri, sevgi dolu salkım gibi, aşkla yapışmaktadır. Allah sanatını, şefkat kahramanı olan annenin rahim sahnesinde, mukaddes bir alâka ve aşkla seyretmekte ve gelişmesiyle, tabir caizse yakından alâkadâr olmaktadır. Allah ahlakı ile ahlaklanma gerçeğine uyarak, psikoloji, pedagoji vb. bütün ilim alanları ve çocuk yetiştiren ve insan sorunlarıyla ilgilenenler için, burada şu üç kelimelik evrensel mesaj ortaya çıkmaktadır: Sevgi, bilgi, ilgi..
Allah basit bir “alak” dan, sevgi yüklenmiş mükemmel bir varlık olan insanı meydana getiriyor. Evlenenler, çocuk sahibi olmak isteyenler, anne babalar, öğretmenler, psikologlar, yöneticiler; esas bu eylemi kopyalamalılar! onlar da; Kalplere aşkla yapışmalılar, orayı inanç ve muhabbetle aydınlat- malılar. Beyinlere sevgiyle ulaşmalı, bilgi ve olumlu düşünceyle donatmalılar.Çocukların yetişmele ri ve problemlerinin çözümü için, yakından ve sürekli alâka göstermeli, kimilerinin çok aradığı o, ideal ülke ve dünya insanını yetiştirmeli ler…(“alâka” kelimesi önceki cümlelerde, bu satırları yazmadan önce, düşünmeden ve farkında olmadan farklı anlamlarda kullanıldı, böylece anlam zenginliği pekişmiş oldu).
Ve Psikoloji aslında başlı başına bir “Alâka” ilmidir.
k-İnsanın varlık özelliklerine ve özellikle amaçlarına dikkat çekiliyor. Oku deniyor; demek ki göz verilmiş. Kalemle yazmaktan söz ediliyor; demek ki yazacak el verilmiş. Rabbin adını söylemekten söz ediliyor; demek ki dil de verilmiş. Ayette geçen “Bilmediklerini öğreten” ifadesinden, “Bilmediklerini sor ve dinleyerek öğren!” anlamı çıkarılabilir(16/43). Demek ki kulak da verilmiş. Öğrenme ve öğret menin ve insanlarla kurulacak her iletişimin dört ana ilkesi belirtilerek akla vurgu yapılıyor, düşünmeye dikkat çekiliyor. Kalp boşluğu da “Yaratan Rabbin!” diyerek doldurularak; duygulara önem veriliyor Allah adına okunması, yazılması, konuşulması, aklın kullanılarak öğ renilmesi ve öğretilmesi, kalbi unutmayarak duyguların biçimlenmesi isteniyor.
l-”Oku!” denmesi ve bunun iki kez tekrar edilmesi, insan iradesine ve benliğine önem verilmesi anlamına gelir. İnsan yaratılmış, basit bir varlık iken cömertçe donatılmış, yaratan ve yaratılan her varlıkla iletişim kuracağı bütün ihtiyaçları karşılanmış ve okuma çabasını göstererek, gösterilen hedefe varması ona bırakılmıştır. m-Ayette “OKUMA” dan bahsediliyor ve bu iki kez tekrarlanıyor. İlkinde, “Dış Okuma”dır ki yaratılan varlıkların fiziksel gelişimleriyle ilgili olduğunu düşünebiliriz. Nitekim arkadan hemen insanın embriyo gelişmesine dikkat çekiliyor.
İkinci okuma ise bir “İç Okuma” dır. Burada insanın iç dünyasına, ruhsal yapısına, kişilik ve kimlik oluşumuna, cömertçe verilen bütün duygu ve düşüncelerine, onları tanımlayabileceği ve tedavi edebileceği bütün bilgilere dikkat çekilmiş oluyor. Özellikle “Bilmediğini öğretti” vurgulamasından, her asır farklı ilimlerin gelişmesini, insanın farklı yönlerinin keşfedileceğini, bilhassa ruhsal yapısı ve beyin ve düşünce yönüyle apayrı bir varlık portresinin ortaya çıkacağını anlayabiliriz. Bizce bilimlerin gözü, günümüzde, Psikoloji ilminde olacaktır.
İç ve dış okuma prensibini Kur’an ve Evren kitapları için de düşünebiliriz. Kur’an’ın derin anlamlarının ortaya çıkarılması adına yazılan yüzlerce tefsir ve çağımıza göre yapılan mümtaz farklı tefsirler Kur’an’ın herkesçe anlaşılamayan manalarını anlamamıza ve okumamıza yardımcı olmaktadır. Aynı şekilde, kainat kitab-ı kebirini sayfa sayfa okuyup, her varlığın kendine bakan zahirî yönünün yanında Allah’a bakan binler hikmetli yüzünü okuma da ayrı bir iç okuma olarak yorumlanabilir.
Başka ayetler de dış ve iç okuma ve konuşma konusunda ayrı bir mesnet sayılabilir: “İnsanın dış dünyasında ve içlerinde ayetlerimizi göstereceğiz”(41/53) “Sözü açıktan söyleseniz de içten konuşsanız da Allah onları bilir”(20/7).
Bundan başka, Allah’ın belirtilen üç icraatı göze çarpıyor: Basit bir sudan mükemmel insanı yaratması, cömertçe karşılıksız ve peşin olarak bütün iç ve dış ihtiyaçlarını, özellikle bilgi vasıtalarını, duygu ve düşünce yeteneklerini vermesi, bilmediklerini insana öğretmesi, bilgi vermesi…
İç okuma ve basitten mükemmel yaratma, cömertçe içi-dışı donatma, bilinmez bilgiyle kuşatma!..
Dış göz, kulak, dil ve el gibi; İç okuma ve iç görmeden, iç ses ve iç duymadan, iç dil ve iç konuşmadan, iç el ve iç yazmadan da bahsedebiliriz. Ve bugün psikolojik çalışmalarda ve kişisel gelişimle ilgili kitaplarda, içe dönük düşünmeden, konuşmadan, görün tülü, sesli, şekilli canlandırmalar yapılmasından, içe dönük mesajlarla bilinçaltının yapılandırılmasından, yoğunlukla bahsedilmektedir
Bu iç okuma faaliyetleriyle insan, söz konusu üç İlahî ismin ifade ettiği manalarla anlam kazanan şu üç “Benlik ve kişilik yapısı” nı ortaya çıkarabilir.
BENLİK VE KİŞİLİK YAPILARI
Birincisi: “Ben”i bulma kimliğidir.
Buna âidiyet kimliği de diyebiliriz. Yaratılanın Yaratanla buluşması, O’na ait olduğunun bilincine varmasıdır. Bu yaratılışla insana verilen, ilk öz ve saf fıtrat kimliği, ana mizaç dokusu, bir ruhsal harita ve kişilik alt yapısı sayılabilir. İnanç açısından bakacak olursak iman sahibi olma (Takvanın da ilk) aşamasıdır, ya da imanda ilme’l-yakîn mertebesi…Ruh mekanizmaları açısından da kalp ve yüce duyguların oluşma basamağı. Burada Hz.Adem’e, “Elest”de sözleşme imzalamış ruhunun verilmesi akla gelebilir.
İkincisi: “Ben”i aşma kimliğidir.
Buna istiklâliyet kimliği de diyebiliriz. Yaratılanın kendi bilincine varması, kendiyle buluşması, akıl ve duyularla bilmediği bilgilere yönelmesi, iradesiyle baş başa kalması, beden dünyasıyla tanışmasıdır. İç fetihten sonra dışa fethe çıkması, çekirdek alt yapı fıtratının üzerine yepyeni ikinci bir fıtrat ve kimlik binası oluşturması aşamasıdır. Ve (Takvanın da) ayne-l yakîn ile akıl, bilgi ve düşünce lerin oluşma mertebesi. Burada Hz. Adem’in melekleri aştığı, şeytanı da infiale yönelttiği Akıl gücü ve bilgi mazhariyeti düşünülebilir.
Üçüncüsü: “Ben”i paylaşma kimliğidir.
Buna da hakimiyet kimliği diyebiliriz. Yaratılanın bütün yaratılanlarla iletişime geçme, sosyal hayatın bütününe katılma, cömertçe verilen duygu ve düşünceleri, malı mülkü ve sahip olduğu maddi manevi değerleri ve bütün bilimsel bulguları diğer insanlarla cömertçe paylaşma ve insanlığa Hizmet etme aşamasıdır. “Ben!” hakim zirvede otağını kurmuş, ailesine, yakın ve uzak çevresine, milletine ve yeryüzü ne inanç ve bilgi ışığının hakim olması, insanlığın medeniyet nimetlerinden ayırımsız istifade etmesi misyonunu icra etmektedir. Takva insanının marifet kanatlı hakka’l-yakîn boyutudur. Burada da Hz.Adem’in yeryüzü “Halifeliği-yöneticiliği” görevini hatırlayabiliriz.
Benlik, önce “O!” demiştir, sonra “Ben!” demiştir, şimdi de “Biz!” demektedir.
İnsan benliği temelde üç yönüyle ön plana çıkarılır: Kalbi (vicdan), aklı (iradesi) ve nefsi(arzu ve duyular)…ya da duyguları, düşünceleri ve davranışları…Ele aldığımız bu üç benlik aşamalarının oluşumunda, insanın bütün bu yönleri oluşum içindeki en uygun biçimlerini almış olurlar.
Mevlana ve Yunus gibi, bir elini Yaratanına, diğer elini Yaratılana uzatmış bu bütünlük içindeki “Ben”, Sonsuz güzellik kaynağından gelen güzellikleri aksettiren eşsiz bir ayna, içinde güzel meyveler depolanmış bir ağaç çekirdeği, eşsiz hazinelerin saklan dığı sandıkların anahtarı, uzayın derinliklerini gösterip keşfedecek bir teleskop, varlık denizinde yolumuzu ve yönümüzü gösterecek bir pusula ve fener olarak görülmeli, deryasını bulmalı, o basit damlalıktan kurtulmalıdır.
Aile, okul ve toplumun güzel terbiye ve eğitimiyle insanımızda oluşturulacak bu kimlik bütünlüğü, kişilik parçalanmalarının, bozukluklarının ve ruhsal hastalıkların giderilmesinde büyük katkı sağlayacaktır şüphesiz…
Kur’an, böylece ilk beş ayetinde (İslam’ın beş temel esasının, bu kimlik bütünlüğünün oluşmasındaki temel etkilerini hatırlatırcasına), olumlu benlik portresini çizdikten sonra, uyumlu “Ben” in uyumsuz ve huysuz yönünü nazarımıza vermektedir.
Bu nokta “Nefis hastalıkları” kavramını kullanmamız gereken bir noktadır. Aynanın parlak ve temiz yüzü gibi ruh; saf, parlak, kirsiz, lekesiz ve sebepsizdir. İlk ve tek sebebi Allah dır ve O, en güzel isimlere sahiptir. Bu anlamda ruhta asla hastalık olmaz. O, bütün huzursuzluklarını, nefislenince ve bedenlenince edinmeye başlamıştır. Ruhumuzu rahatsız eden, kendindeki arızalar değil, hatta mekanizmaları olan akıl, kalp ve vicdan değil; şeytanın da etkisi ile benlikleşerek azgınlaşmış nefisten gelen, bilinçaltında yuvalanan ve bedende uygulama alanı bulan manevî hastalıklar olmaktadır.
“Hayır! Doğrusu insan azgınlık eder. Kendisinin-benliğinin muhtaç olmadığını zannettiği için!.. Muhakkak ki dönüş Rabbinedir! (Alak, 96/6-8)
Yukarda ele alınan benlik oluşumunu başaramamış, kimlik bütünlüğünü kazanamamış insan, ilk temiz fıtratını, kendi benliğini esas alarak değiştirmiş olan insandır. İlk aşamada Rabbe ait olduğunu kabullenmemiş, kendi benliğini öne sürmüştür. Bunun en canlı örneğini şeytan sergilemiştir.”Senin değil benim belirlediğim benlik olacak!” demiştir. Allah’ın verdiği benlik rolü ona göre Adem’in benliğinin altında bir roldür. Baş rolü şeytan kapmak istemiş, secde emri gelince de, kendi oluşturduğu azgın benliğinin istiklâliyetini ilan etmiş, ben bana yeterim deyip kendi benliğine farklı roller biçmiştir: Bütün insan benliklerini kendi gibi azgınlaştırmaya da and içmiştir.
Şeytan bir insan olmamakla beraber, insan benliklerinin Allah’ın belirlediği “Temiz Fıtrat” istikametine oluşmaması için insandan daha çok çalış maktadır. Basit yaratılış serüvenini unutan, Allah’ın emanet verdiği fiziki güç, mal, makam, evlatları ve nüfûzu mülkün esas sahibi Allah’a karşı kullanan ve kimseye muhtaç olmadığını düşünen insan da aslında, şeytanla aynı kulvarda buluşmak tadır. O da, geçici olarak insana verilen güçlü varlık potansiyellerine güvenerek, Allah’a karşı baş kaldırma benliğinin oluşturabilmek tedir. Çünkü bu dünyada Allah, her isteyene istediğini vereceğini defalarca belirtmektedir.
İnsan anne karnında ve kucağında ne kadar da muhtaç ve masumdur. El bebek gül bebek elden ele dolaştırılır sevilir. Fakat yaşı ilerledikçe, eli ayağı tutmaya, dili söylenmeye, arzuları kabarmaya, ihtiyaçları ve istekleri de büyümeye ve artmaya başlar. Bir de güçlenmeye ve bilgilenmeye başlayınca, çatışmalar ve problemler de kaçınılmaz olur. Oluşmaya başlayan benliğinin farkına varınca, sık sık onu konuşturmaya başlar. Zaman olur o masum bebek, anne baba ve çevre karşısında ele avuca sığmaz serkeş bir azman haline gelir.
Ancak burada bir fark vardır. Anne babanın ve çevrenin zararlı, en azından yetersiz terbiye anlayışı, ileriki yaşlarda kişilik bozukluklarına ve psikolojik rahatsızlıkların oluşmasına sebebiyet verebilir. Çocukta bir benlik oluşumu devresinin bilincinde olmadan, anne babadan tevarüs eden tutumlarla yaklaşımlar sergilenince, sözgelimi baba otoritesini kullanınca, kuşak çatışmaları kaçınılmaz olur. Anne baba mutlaka el birliği yapmalı, okuyarak sorarak, dinleyerek etkin ve sağlıklı bir eğitim bilincine ulaşmalıdır.
Allah, Fatiha süresinde ele alınacağı gibi, en güzel terbiye edendir. Rahmetiyle insanlara cömertçe her ihtiyacını vermiştir. Allah’a baş kaldırması için hiç bir insanın hiç bir geçerli mazereti olamaz. Gerçek sorumlu kendi benliğini bozan, bozulmasına fırsat tanıyan insan olmaktadır.
Ayetlere göre, insanın ilk belirleyeceğimiz olumsuz yanı “Benlik Bozguncusu” olmasıdır. Kendini okumayı ve Allah’a âidiyeti terk edip, Egosunu merkez yapması, her şeyi kendine mâl etmesi ve onlarla övünmesidir. Benlik bu şekilde parçalanıp bozulunca, ruh sal hayatın ve kişiliğin parçalanması da, pek çok psikolojik rahatsızlıkların baş göstermesi de kaçınılmaz olacaktır.
Nitekim bu, hiç kimseye ihtiyaç duymama ve nankörlük olarak tezahür edecek ve insan, Allah’ın cömertçe verdiği onca ihsanını görmezden gelecektir. Sonra temelden zarar görmüş benliğini çevresine de yansıtacak, başkalarına zarar vermeye başlayacaktır. Ayette belirtildiği gibi bu zarar, bir insanın, kimseye zarar vermeden kendi başına ibadet etmesini engelleme girişimine kadar varacaktır.
İstiğna, hiç bir kimseye ihtiyaç duymama, alâka göstermeme, kendisiyle yetinme anlamına gelir ki, çoğu insan az çok bu duyguyu tatmıştır. İn sanın kendisini gerçekleştirmesi, iradesinin hakkını vererek, tek başına ayakta durması başkasına el açar ve bağımlı durumda kalmaması manasında bu olumlu bir tutum sayılabilir. Ne var ki, ilk ayetlerde de anlatıldığı gibi, kendisine can ve kan veren, basit kan maddesiyken okumasını, yazmasını, beyan gücünü (Rahman, 55/4) kazandıran varlık kazanına sevgi damlatan ve hayatını beş başı mamur nimetlerle donatan Rabbisine karşı yapılınca, şeytan olayındaki gibi azgınlık, isyankarlık, inkarcılık olarak tanımlanacaktır. Olumsuz duygu ve düşüncelerin söz ve davranışların temelinde daima özgürlük adına hiç bir kayıt kabul etmek istemeyen benlik karşımıza çıkmaktadır.
“Azma!, “Benlik Kayıtsızlığı” “Ego başkaldırısı”, “Nefis ve arzular savaşı” gibi kavramlarla tanımlanabilir. Cinsellikte sınır tanımayan yaşını başını almış insanlar için bu kavramı kullanırız. “İyice azmış, teneşir onu paklar!” denir… Azma, Ego”nun kendisini tamamen kayıtsız, bağımsız, kendi başına sınırsız özgürlük içinde var olmayı istemesidir. Bu, nefis ve arka plandaki şeytan hesabına bir arzular savaşı anlamına gelir. Biz göbeğimizden anamıza göbek kordonuyla alkâlandığımız gibi, Allah ile kopmaz yaratılış bağıyla irtibatlı durumdayız. Bu bağ iman ve ibadetle güçlenir, kopmaz hale gelir. Demek ki gerçek anlamda azma, Allah otoritesini kabullenmeme, dini kayıtları başından atma, sahip olduğu aklını, kalbini, bedenini ve mal varlığını, nefsi için kullanmak adına, kendine sınırsız-özgür bir alan yaratma anlamına gelmektedir. Bu “alâka” nın tamamen zıddına bir tutumdur ve kendisiyle alâkalanan Rabbi gibi, Rabbiyle alakalanmak istememenin, O’na ait değerlere baş kaldırmanın yani “Nankörlüğün” ifadesidir.
Ayette anlatılan, azan kişinin Ebu Cehil olduğu belirtilir (Yazır, age., 9/327). Aslında Mekke ileri gelenlerinden son derece bilgili varlıklı ve nüfuzu geniş olan bu şahıs, sahip olduğu şeylere bakarak şımarmış, azgınlığını, namaz kılan peygambere zarar verme girişimine kadar sürdürmüştü.
Çünkü kıskançlık duygularıyla kıvranıyordu, peygamberlik kendi kabilesine gelmemişti, zenginliğine, entelektüel konumuna ve otoritesine rağmen onu değil, ye tim büyümüş Muhammed’i dinliyorlardı ve çevrede elinde bulundurduğu ekonomik güç de sarsılmaya başlamıştı. Ticaretini yaptıkları putlara rağbet gün den güne azalıyordu. Akıl, mantık ve hikmetli sözlerle muhatabıyla tartışmak ve fikir mücadelesi yapmak yerine, inkarcı benlik psikolojisi içinde muhatabını ortadan kaldırmak istiyordu.
Ayetlerde böyle bir insanın; Hakka yönelen olumlu insanla, Hak’tan kopan olumsuz insanın kısa karşılaştırılması yapılıyor. Biri namaz kılar, diğeri onu engeller, biri doğruyu diğeri yalanı söyler, biri kötülüklerden uzak durur diğeri içine dalar, biri Allah’ı görüyor gibi davranışlarında hassas davranır diğerinin böyle bir kaygısı olmadığı için, her azgınlığı yapabilir. Ve önemli bir son: Biri secdeli diğeri secdesizdir. Biri secdelilerin gideceği cennet yolundayken, diğeri (cehennem bekçileri olan) zebaniler tarafından cehenneme doğru sürüklenmektedir (96/9-19)
Bu ayetlerde belirtilmesi gereken çok önemli bir konu göze çarpmaktadır. On bir ve on ikinci ayetlerde, müfessirlerin belirttiği farklı anlam uygulanırsa (Yazır, age.,9/332) şu anlam ortaya çıkmaktadır:
“Senin namaz kılmanı engelleyen o azgın kişi kötülüklerden uzak, doğru yolda biri de olabilir!” (96/11-12)
Bu değerlendirme, Ebu Cehil için yapılmaktadır. Konuya yorum kazandırmadan önce başka bir olaydaki benzerliğe dikkat çekmek isteriz. Allah, Hz,Musa ve Hz.Harun’u Firavunu hakka davet için gönderirken, yumuşak sözle konuşmalarını öğütlemiştir. Aklını kullanarak derin düşünebileceği veya kalbinde bir uyanmanın meydana gelebileceği hususu da buna gerekçe gösterilmiştir. Oysa Firavun çocuk katliamcısı ve kendisini tanrı ilan edecek kadar azmış biriydi. İki peygamber de, ondan çekindiklerini belirtmişlerdi (20/44-45, 79/24).
Her iki yerde insan psikolojisine dikkat çekiliyor, kim olursa olsun mutlaka her insanın duygu ve düşünce dünyasına, objektif, yalın, esnek ve olumlu yaklaşılması isteniyor. Çünkü İslam evrenseldir ve her inanç, kültür ve karakterdeki insana; duygu ve fikir açılarından hem de hoşgörüyle yaklaşarak, dinin güzelliğini yansıtmalıdır.
Ebu Cehil ve Firavun gibiler içinde mi? Sorusu sorulmaz, çünkü onların çevresinde pek çok izleyici olayları takip etmektedir. Nitekim Ebu Cehil’in oğlu İkrime, Firavunun da sihirbazları iman etmişlerdir. Peygamberimiz, Mekke döneminde müşriklere, Medine’de münafıkların başı Abdullah ibn-i Selül’e, Hüdeybiye’de anlaşma maddelerini dayatanlara, Mekke fethinde halka, özellikle amcası Hamza’yı mızraklayıp, hem onun hem de kendisinin yüreğini parçalayan Vahşi’ye karşı hep aynı objektif hoşgörülü yaklaşımını sergilemiş ve hem duygulara hem de düşüncelere hitap ederek, hatta cömertlik yaparak bireysel ve kitlesel psikolojik olumlu ortamları hazırlamış, benliklerin azgınlık pençesinde ziyan olmalarının önüne geçmiştir.
ALAKA PRENSİPLERİ
Ayetler, bize şu üç önemli psikolojik ve pedagojik yaklaşım prensibini ders vermektedir denebilir: (Biz başlığımıza ve yazımızın muhtevasına denk düşmesi sebebiyle bunlara “alaka prensipleri” diyoruz. Siz isterseniz, iletişim bir sanattır gibi popüler takma isimler bulabilirsiniz…)
1) Her insanı duygu düşünce ve davranışlarıyla, ilk planda, bulunduğu konumuyla olduğu gibi kabul etmeli. objektif yaklaşmalı, inanç, fikir ve yaşam tarzından dolayı kimseye önyargıyla bakmamalı, dışlamamalı, hele asla bir baskı uygulamamalıdır. Duygusal, tatlı ve yumuşak nasihatlerle, anlamlı hikmetli ve mantıklı söylemlerle ve güzel ahlakın temsilcisi olarak olumlu davranışlarla o kimseye ulaşmaya çalışılmalıdır. Bu, Ebu Cehil de olsa!…
2) Her insan, olumlu ve güzel yönleriyle ön plana çıkarılmalı, bir olumsuz ve kötü yanı yüzünden, diğer bütün olumlu ve güzel yanlarını yok saymamalıdır.
Yaratılıştan gelen güzel haslet ve yeteneklerin sağlam birer karakter haline dönüşmesine ve kalıcı olmasına çalışılmalıdır. Bu Abdullah ibn-i Selül de olsa!..(Bunun da oğlu Müslüman olmuştu)
3) Her insanla ortak noktalarda (asgari müşterekler) buluşmasını bilmelidir. Paylaşabileceğimiz pek çok konuyu bir tarafa itip,anlaşamadığımız mevzular üzerinde yoğunlaşarak mesafemizi iyice açmamalıyız. Her insanla mutlaka bir diyalog kapımız açık bulunmalıdır. Bu Firavun da olsa!..Bir ayette Yahudi ve Hıristiyanlara, aramızdaki ortak kelimede buluşalım denir (3/64). Dinimiz, “alâka” çemberini daima evrensel tutmaktadır.
Son ayet dikkat çekici bir uyarı ve tavsiye ile sona eriyor. Böyle olumsuzluklar sergileyen, iç dünyasıyla ve Rabbiyle hiç alâkalanmamış, sırf benlik kesilmiş insanlara karşı uyanık ve tedbirli olunması öğütleniyor. Öte yandan olumsuz duygu ve düşünce taşıyan, bozuk davranışlar sergileyen insanlara karşı, tıpkı şeytandan olduğu gibi; en et kili korunma yöntemi olarak; secde edilmesi isteniyor.
Secde, insanı Allah’a yaklaştıran en önemli bir vasıta kabul edilir (Müslim, salat,215). Secde, bütün psikolojik hastalıklarda az-çok etkisinin olduğunu düşündüğümüz Egonun gerçek terbiyecisidir. İnsan, secdede başını adeta bir çekiç, seccadesini de örs gibi düşünebilir. Şeytanın hoyratça kullanmaya çalıştığı nefsini döverek; kibir, azgınlık, düşmanlık, ümitsizlik, üzüntü, korku, stres gibi kir ve paslardan, arındırarak, duygu ve düşüncelerine bir temizlik, biçim ve zarafet kazandırabilir.
Secde, şeytanı Hak’tan ve Adem’’den ayıran en keskin bir çizgidir. Secdede âdemîlik vardır (Adem gibi hakka yönelme), şeytanda ise ademîlik (Her şeyi yokluğa, olumsuzluğa hapsetme) vardır. Hz.Adem’in ismi, Kur’an harfleriyle yazıldığında; elif: Namazdaki kıyama, dal: Rukûya, mim de: Secdeye benzemektedir. Meleklerin, Allah’a saygı adına secde ettikleri, babamız Adem, ismine varıncaya kadar tam bir secde insanıydı.
Alak süresi böylece, insanın varlığına, okumasına ve yazmasına, öğrenmesine ve düşünmesine,her konudaki bilgisine, yeteneğine ve bütün çalışmalarına; kısaca bütün hayatına, secde ile özel bir alâka kuran, ışık tutan ve bambaşka bir anlam kazandıran müstesna bir süredir. Psikoloji ilmi de insanın bütün yönleriyle ve ihtiyaçlarıyla alâkalanan bir ilim dalı haline gelmeli, insanın ruhsal hayatının temel ihtiyacı olan manevi boyutu asla ihmal et memelidir.
 (Fiil sayfasından bir bölüm)
..........
Allah’ın eseri insan; ilk sûrede ona, “Alak” ismi verilir,
İlahî nazarlarla, o kan pıhtısına özel “Alâka” gösterilir.
Allah’tan nâm alır mühürlenir, Rahîm ismini taşır,
Bir tuval olur ana rahmi, resmedilen bir insan taşır.
Ruhla Yaratıcı, yavruyla taşıyıcı sırdaş olur anlaşır,
Bir çiğnemlik et o meşimende, alâkayla insanlaşır.
Yavrunun ruhu sevgiyle, aklı ve zihni bilgiyle berraklaşır,
Gerçek benliği, kimlik ve kişiliği ancak alakayla oturaklaşır.
..........