6 Nisan 2015 Pazartesi

fecir


Bismillâhirrahmânirrahîm
1. Tan yerinin ağarmasına andolsun,
2. On geceye andolsun,
3. Çifte ve teke andolsun,
4. Geçip giden geceye andolsun (ki, müşrikler azaba uğrayacaklardır).
5. Şüphesiz bunlarda, akıl sahibi bir kimse için üzerine yemin edilmeye değer bir özellik vardır.
6,7,8,9,10.(Ey Muhammed!) Rabbinin, (Hûd’un kavmi) Âd’e, şehirler içinde benzeri kurulmamış olan, sütunlarla dolu İrem’e, vadide kayaları oyan (Salih’in kavmi) Semûd’a, kazıklar sahibi Firavun’a ne yaptığını görmedin mi?
11,12. Bunlar şehirlerde azgınlık eden ve oralarda pek çok bozgunculuk çıkaran kimselerdi.
13.Bu yüzden Rabbin onların üzerine azap kamçısı yağdırdı.
14.Şüphesiz Rabbin, gözetlemededir.

15.İnsan ise; Rabbi onu deneyip de kendisine ikramda bulunduğunda, ona bol bol nimetler verdiğinde, “Rabbim bana ikram etti” der.
16.Ama onu deneyip rızkını daraltınca da, “Rabbim beni aşağıladı” der.
17.Hayır, hayır! Yetime ikram etmiyorsunuz.
18.Yoksulu yedirmek konusunda birbirinizi teşvik etmiyorsunuz.
19.Haram helâl demeden mirası alabildiğine yiyorsunuz.
20.Malı da pek çok seviyorsunuz.
21.Hayır, yeryüzü (kıyamet sarsıntısıyla) parça parça olup dağıldığı zaman,
22,23. Rabbinin buyruğu ve saf saf dizilmiş olarak melekler geldiği ve o gün cehennem getirildiği zaman, işte o gün insan (yaptıklarını birer birer) hatırlar. Fakat bu hatırlamanın ona nasıl faydası olacak!?
24.“Keşke bu hayatım için önceden bir şey yapsaydım” der.
25.Artık o gün, Allah’ın edeceği azabı kimse edemez.
26.Onun vuracağı bağı kimse vuramaz.
27.(Allah, şöyle der:) “Ey huzur içinde olan nefis!”
28.“Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön!”
29.“(İyi) kullarımın arasına gir.”
30.“Cennetime gir.”
FECİR SÜRESİ (89) AZGIN NEFİS VE AŞK HASTALIĞI drmavi, 2005
Fecr süresi çoğu kısa sürede olduğu gibi kainattaki kudret icraatına yeminle başlar ve eski kavimler hatırlatılarak ibret alınması istenir. Ad, Semud, İrem toplumlarının ve tek başına bir toplum sayılarak ismiyle anılan Firavun’un azmışlığından ve bozgunculuk yaptıklarından söz edilir.
a-İnsanın azmışlığı ve bozgunculuğu:
“Tağâ-Azmışlık” kavramı sıkça kullanılan bir kavramdır ve insanın Allah’tan kopmuş, bağımsızlığını ilan etmiş, sınır tanımayan, kendi kurallarını kendisi koyan ve özgürce dilediğini yapmak isteyen “Benlik” demektir. Dizginlerini koparan varlıklara da bu tanım kullanılabilir.
Sıkça vurguladığımız gibi Rabbin terbiyesini kabullenmeyen insan, her türlü ruh hastalığına, kişilik ve davranış bozukluğuna davetiye çıkarıyor demektir. Bu benlik bozulmasının küçük planda yansımaları daha çok kişisel inkarcılık, günahlara dalma ve dar dairede zulüm olarak yansırken, toplum planında kapsamı genişleyen etkisi, karşımıza “Fesad-Bozgunculuk” olarak çıkmaktadır ki bu münafıklığın en bariz vasfı olmaktadır.
Bakara süresinin başlarında, müminler, inkarcılar sonra da münafıklar anlatılır. Münafıklar için kullanılan dört vasıftan birisi tuğyanları-azmışlıkları, diğeri de ifsat etmeleri yeryüzünde bozgunculuk çıkarmalarıdır (2/12,15). Ayrıca onların iç korkularından ve bunu bastırma adına dışa alaycılık olarak yansımasından, fesat ve bozgunculuk çıkararak kendilerini kabul ettirmeye çalışmalarından söz etmektedir (2/14,19).
“Fesad”, kavramı Kur’an’da bir şehrin altının üstüne getirilmesi, ileri gelenlerin derdest edilmesi, halka hükmedilmesi anlamın da (27/34), ölçü ve tartıda hile yapılması sonucu ekonomik ve sosyal düzenin tahrip edilmesi (7/85), nesillerin fıtratlarının ve karakterlerinin bozulması (2/205), toplumda anarşi çıkarılması, teröristlik ve eşkıyalık yapılması (5/33) gibi toplum asayişini ilgilendiren konularda kullanılmaktadır.
Simgesel olarak anılan Ye’cüc ve Me’cüc kavramlarıyla, küresel çapta ideoloji ve fikir akımlarıyla, ihtilallerle, farklı programlarla insanları bozan, bozguncu toplumlardan da söz edilir (18/ 94).
Evrensel boyutta varlığı ilgilendiren yerde ise, başka ilahların olması durumunda yer ve göklerin fesada uğramasından, düzenin bozulmasından bahsedilir. Ve meleklerin, insanın yaratılışını öğrendiklerinde ilk tepkileri de kan dökecek fesat çıkaracak insana olmuştur (2/30).
Azmışlığı, benliğin iç dünyasında oluşan duyguların bozulmuşluğu, bozgunculuğu da benliğin dış dünyasına yansıyan düşün celerinin bozulmuşluğu olarak da görebiliriz. Diğer ifadeyle ilk kelime iç bozulmuşluğu, ikinci kelime de dış bozulmuşluğu anlatmaktadır.
Toplum içinde ve dünya çapında farklı faaliyet alanlarında huzursuzluk çıkarma, kamu düzenini bozma hususu, temel birey olan insanın, davranışlarının, duygu ve düşünce dengesinin, akıl, kalp ve nefis alanlarını kapsayan, ilk temiz fıtratlarının bozulması sonucu gerçekleşmektedir.
Diğer bir ifadeyle, insanın tabi halinden azmışlık haline geçmesi sonucudur. Egolaşmış nefsin, akıl ve kalbi kendi kontrolüne alması, Kur’an’da “Heva” denilen(23/71), kayıt tanımaz arzuların söz sahibi olması neticesi azmışlık bozgunculuğa basamak olmaktadır.
O kadar ki Heva yolunun adeta sınırı yoktur, gidip tanrı olma isteğini harekete geçirmekte ve insanı tanrı gibi davranma psikolojisi içine sokmaktadır ki bunun bir numaralı temsilcisi Firavundur. Sözünü yerlere göklere geçiremese de, geçiriyor gibi yaptığını görüyoruz. Kule yapıp adeta semaya meydan okumuş, aldırmadan Musa Asa’sının yardığı deniz dalgalarının arasına dalıvermiştir. Öte yandan da, toplumu sınıflara bölüp dilediği gibi köle haline getirmiş, bebekleri keserek acımasızlığını kamu oyuna göstererek onları sindirmiş, tek üstün güç olduğunu kabul ettirmek istemiştir.
Allah’ın dünyada iken helak göndermesi bu noktada gerçekleşir. Azmışların bozgunculuklarının, bireysel olmaktan çıkıp, toplum platformuna taşınması, insanlık bünyesini sarmaya ve evrenselleşmeye başlaması durumunda dünya azabı ile cezalandırılmışlardır. Bunu, sürekli inkar ve günah enerjisi yüklenen yer ve göğün, Nuh Tufanında, Ad Semud ve Lut kavimlerinde olduğu gibi, bunu taşıyamaz hale gelmesi, gerilmesi ve patlaması olarak da değerlendirebiliz. Aslında benliğin bozulup Allah’tan kopması, Ruh için başlı başına bir azab demektir. Allah helak etmese de insan kendini helak etmektedir.
Kur’an, ruhun iki boyutlu azab çekişini, hem dünyada hem de ahirette karşılaşacağı sıkıntıları önceden hatırlatarak benlikleri uyarmakta, inanan bir insanın, fesat çıkaramayacağını çünkü cennetin, fesad çıkarmayanlara verileceğini vurgulamaktadır (28/83). İnsanın ahiret sorgulamasında pişmanlık duyacağını, “Keşke buradaki hayatım için dünyada bir şeyler yapıp gönderseydim!” (89/24) diyeceğini bilen Allah, insanı bu akıbete götürebilecek olumsuz duygu, düşünce ve davranışlara karşı önceden ikaz etmektedir.
Bu ikazın yanında Allah, aynı zamanda inanan insanlara, yeryüzünde fesad olmaması yolunda çalışma görevini vermektedir:
“Savaştan (hak yolda mücadeleden) dönerseniz, yerde fesat çıkarmaya dönmüş olursunuz!”(47/22)
“Kafirler birbirlerinin yardımcılarıdır (Size karşı güç birliği yaparlar). Allah’ın emirlerine uymazsanız, yeryüzünde fitne ve büyük fesad olur”(8/73)
Bu sebeple dünya hayatımızda bizim için davranış ölçüsü şu olmalıdır: “Kendime de başkasına da zarar verecek bir bozulma yaşamamalıyım, Çünkü bendeki her azgınlık adına bozulmuşluk, toplumun fesadı adına bozulmuşluğa yol açacaktır. Allah ve Rasûlü’ nün değer ve önem verdiği şeyleri uygulamalı, yapmayın dediklerinden kaçınmalı, böylece iki dünyada da mutlu olmanın yolunu aramalıyım!” (4/80, 33/71, 59/7).
Gelen ayetlerde, insanın ruh yapısının bu iki yönü tanımlanıyor ve onun için uygun olmayan, azgınlaşmaya ve sonucunda bozgunculuk yapmaya yol açabilecek bazı davranış biçimleri belirtiliyor.
15-”İnsan her ne zaman Rabbi onu sınayıp da ikramda bulunur nimet verirse, Rabbim bana ikram etti der!
16-”Ama her ne zaman da sınayıp rızkını daraltırsa, o vakit de, Rabbim bana ihanet etti, horladı der”
17-”Hayır hayır, doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz”
18-”Birbirinizi yoksulu yedirmeye teşvik etmiyorsunuz”
19-”Oysa miras yer gibi öyle oburcasına yiyorsunuz ki, haram-helal gözetmeden
20-”Malı öyle bir seviyorsunuz ki, yığmacasına…”
b-İnsanın sahiplenme tutkusu:
Bu duygu “Ene-Ego-Ben” varlığının adeta kalbi, kalbin can damarı gibidir. Bu öncelikle var olma adına gerçekleşir. İnsan,” Ben varım!” der, kendi benliğini hisseder. Bu hissediş başlı başına bir mutluluk ve lezzet kaynağıdır.
İkinci aşamada ise Ego, “Benim olsun!” demeye başlar. Bu da benliğe şiddetli yönelişin, ve kendi varlığını doyasıya hissetme ve gerçekleştirme arzusunun bir sonucudur. Var olan, var olan her şeyi ister.
Hatırlarsanız, şeytan “Ben!” demiş var olma zevkini yaşama adına kurban gitmiş, Adem’le Havva’ya ilk kez bu cepheden yaklaşmış, sahip olacağınız bir saltanatı ve sonsuzluğu kazanabilirsiniz diyerek o boşluktan vurmaya çalışmış, Kabil de aynı ikiz kardeşi için “Benim olacak!” diyerek sahiplenme duygusuna yenik düşmüştü. Var olma ile arzulama birbirinden ayrılmayan etle tırnak gibidir, nefisle beden gibi…
Aslında insanın bu “Var” oluşu ile “Sahiplenişi” gerçek var edeni ve mülkün gerçek sahibini bulması ve kendini ölçü yaparak onu tanıması için ayette belirtildiği gibi bir sınama olarak verilmiştir. Küçücük “ben”i aşıp, kendisini, “Ben Allah”ım!” (20/14,21/92,23/52, 27/9,28/30) diye tanıtan yaratıcısıyla buluşup onunla sonsuzlaşması için verilmiştir.Yoksa insan, evrenleri aşan nurdan bir şimşek olma yerine, kendi benlikciği ile, bir kümes ampulüne enerji taşıyan kısacık bir kablodan farksız olacaktır.
İnsanın sahiplenme duygusundan yararlanarak; ilgisini çekmek, onu yönlendirmek, hatta köle gibi çalıştırmak, sahip olduğu değerleri terk etmesini sağlamak, bedenini hatta ruhunu satın almak bile mümkündür.
Bu duygusunu frenleyemeyen kimi insanlar, hırsızlığı hastalık haline getirmekte (Kleptomani), hediye ambalajıyla kamufle edilen rüşveti almakta, servet adına ülkesi aleyhine casusluk yapan insanlar bile çıkabilmektedir. Süper kimi güçlerin de, Egolarını süperleştirerek, ülkeler çapında yeraltı ve yerüstü zenginliklerini, kendilerince haklı gerekçelerle sahiplendiği de bilinen bir gerçektir.
Bu olumlu durumlar için de geçerlidir elbette! Birinin gönlünü hoş edip moral vermek, ilişkileri iyileştirmek ve güçlendirmek, inkarcı kimliğinden uzaklaştırıp inanç sahibi yapmak da mümkündür. Ödül, teşvik primi, sıfat verme gibi şeylerin anlamı da burada ortaya çıkmaktadır.
Nitekim Müslüman olmayana zekat verilmediği halde, kalplerini inanca ısındırmak için (9/60) belli bir dönem inanmayan insa lara da zekat verilmiştir (İslam yayıldıktan sonra bu hükmün kalktığı bilinmektedir. Ne var ki inkarcılığın yaygın olduğu dönemlerde bu prensibin uygulanması uygun olabilir, özellikle başarılı ve zeki öğrenciler yüksek burslarla başka eller tarafından sahiplenilmekteyken!
Ayrıca Peygamberimizin, savaş sonrası ganimetleri kendi elleriyle bir bir hak edenlere dağıtması, gelen gidene istediklerini muhakkak vermesi kalmayınca va’d etmesi, verilen hediyeleri anında dağıtması Mekke fethindeki azınsanamayacak orandaki ihsanları ve “Birbirinizle hediyeleşin!” demesi hep bu duygunun beslenmesinin önemi konusunda bize ipuçları vermektedir.
Özellikle yetişme çağındaki çocuklarımızın bu duyguyu, gözle görülür şekilde dillendirdiklerini ve bilfiil yaşadıklarını hepimiz gözlemleriz. Adeta bir hastalık haline gelen cep telefonuna sahip olma tutkusunu buna örnek verebiliriz.
Ayetten önemli bir çıkarım yapmalıyız: Sahiplenmek üzere vermedeki amaç ne olmalıdır? Ayette “Deneme-Sınama” olarak belirtilen kavram, “En güzel olan davranış biçimine yönlendirme” olarak yorumlanmalıdır. Bu yorumu başka bir ayet bize kazandırmaktadır: “Hanginiz daha güzel iş yapacak diye sizi imtihan ediyor…” (11/7). Çocuklarımızın sahiplenme duygularını hayırlı, güzel, olumlu, verimli, yararlı konulara kanalize etmeliyiz…
Çocuklarda bulunan sahiplenme refleksi aslında bizde de vardır. “Bu çocuk kimin?” diye sorulduğunda, hemen “Benim!” diye cevaplamaz mıyız? Oysa o yavrunun dünyaya gelip yaşaması için bin şart ve sebep varsa, özellikle babaya düşen pay çok küçük olmaktadır. Anne de taşıdığını bilir. Ancak Yaratıcı, anne karnında ve dış dünyada onun yaşaması için gerekli bütün şartları hazırlamıştır.
Yediğimiz bir lokmanın hikayesi de bundan farklı değildir. Soframıza gelinceye kadar onlarca yoldan geçer, toprak çıkarır, yağmur sular, güneş büyütür vs…Bize düşen sadece alıp ağzımıza atmaktır, sonrasına da hiç karışmayız. Bedenimizin sahibi organizmamızı bize yararlı olacak şekilde işletir Hoş! kullandığımız elimiz, ağzımız kimin diye de sorulabilir!..Aslında sahiplendiğimiz her şeyin üzerinde O’nun damgası bulunmaktadır. Zaten varlığımızın esas amacı O’nun mühürlerini okumaktır. Varlığımızı O'nun varlığında sıfırlamaktır.
Bu imtihandan alnımızın akıyla geçmenin yolu, sahiplendiğimiz her şeyin Sahibini bilmek, emaneti olduğunun bilincine varmak ve O’nun rızası istikametinde kullanmaktır. Sahip olduğumuz her şey Allah’a aittir. Verilen her nimetin karşılığında şükür borcumuz vardır. Her nimetin şükrü de kendi cinsindendir.
Gözü hayırlı ve yararlı şeylere bakmada, okumada, kuran evren ve insan kitaplarını araştırmada kullanma gibi…Servetimizi zekat ve kapsamlı bağışlarla yoksulların doyurulmasında, eğitime muhtaç çocukların okutulmasında, bu yolda müesseseler açılmasın da kullanma gibi…Öbür alemde bu dünyada sahiplendiğimiz her şeyin hesabının verileceği, bu dünyanın gerçekliği kadar bir gerçektir. Ve cenneti de sahiplenebiliriz!..
Sahiplenme duygusunun olumlu yöntemlerle harekete geçirilmesi, bir kısım ruhsal hastalıkların tedavisinde, bazı kişilik bozukluklarının hortlamasını önlemede, olumsuz davranışlara yön vermede; en azından bunların oluşmaması için tedbir alma anlamında, etkili bir yöntem olarak kullanılabilir. Mekke fethinde Peygamberimizin, servet konusunda duyarlılığı olan kimselere bolca vermesinin altında bu psikolojik yatırımı görmek mümkündür.
Anlaşılıyor ki, iyi değerlendirilen sahiplenme duygusu; “Azma-kişilik bozukluğu” ve “Bozgun çıkarma-davranış bozukluğu” gibi ruhsal problemlerin önlenmesinde, önemli bir yere sahip bulunmaktadır.
Ayetlerde bu sahiplenme duygusunu kötüye kullanan insanın portresi çizilmekte ve böyleleri akıbet konusunda uyarılmaktadır.
c-İnsanın nankör yapısı:
Sahiplenme duygusu fazlasıyla tatmin edilen insan, doymuşluk içinde keyiflenir, mutluluktan uçar. Bu haliyle insan, kendisine ikramda bulunan insana en azından teşekkür eder ve ona karşı son derece olumlu duygular besler. Kendini borçlu ve minnet altında hisseder. Karşılık vermeye çalışır.Onu unutmaz, sık sık arar, gerektiğinde yardımına koşar..Çünkü ona değerli bir hediye vermiştir, büyük bir sorununu halletmiştir, iş güç sahibi yapmış,hayatta önünü açmıştır…Buna vefa duygusu diyoruz. Aksi şekilde davranmaya da nankörlük!..
Bu nankörlüğün ana sebebi, çoğu ayette konuya açıklık getirildiği gibi, sahiplenme duygusunun kötüye kullanılmasıdır ki bunun en çarpıcı örneği Karun’dur. O, sahip olduğu her şeyi kendi benliğiyle, ilmiyle elde ettiğini ifade etmiştir (28/78).
Ayette Allah’tan nimetler yağdırıldığı zaman, insanın O’nu hatırladığına ve yöneldiğine, nimetler kesilince de eski verdiklerini unutup, suçladığına dikkat çekiliyor. Aslında burada nankörlüğün ötesinde bir suçlama ve hakaret, hatta düşmanlık hissi hissedilmektedir.
İnsan sahiplenme duygusuyla, sahip olduğu bir şeyle bir varlıkla bütünleşince, o adeta benliğinin ayrılmaz bir parçası halini almakta ve ondan kopma ona bir ölüm gibi gelmektedir. Bu bir servet, bir ev ya da araba, bir kadın, bir koltuk, hatta basit bir eşya bile olabilir. Sadece benliğine yoğunlaşan bir insan, sahip olduğu şeyleri de benliği gibi kabul eder onunla bütünleşirse, o şeylerin yokluğu durumunda, adeta bir uyuşturucu bağımlısı gibi bunalımlar yaşayabilir, öz varlığı elinden çekilip alınıyor gibi hissedebilir ve onca iyiliğini gördüğü bir insanı bir çırpıda silip atabilir; düşman kesilir ve intikam almaya da kalkabilir.
Bunun en çarpıcı örneğini Kabil sergilemiştir. Cennet görmüş bir babanın evladı olarak, kendine benlik yaptığı kızı alamayınca, babasına nankörlük, kardeşine de düşmanlık olarak bunu yansıtmış sonuçta katil olmuştur (5/30) Benzer davranış bozukluğu biçimi, Yusuf için adeta kalbini paramparça eden Zeliha’da da görülür. Çok arzuladığı bir şey elinde olmayınca, ona düşman kesilir ve masum yere hapse attırır (12/23-35).
Her gün harçlık verdiğiniz çocuğunuza, bırakın harçlığı, hayatınızı verdiğiniz yavrunuza çok istediği bir şeyi almadığınızda kapıyı çarpıp gitmesi nasıl açıklanabilir? Bir gencin, başkasıyla evleniyor veya kendisine yüz vermiyor diye, canı gibi sevdiğini söylediği bir kızın canını almaya kalkması nasıl yorumlanmalıdır? Ya da annesi için eşini veya eşi için annesini yok yere gözden çıkaran bir insanın tutkulu tutumunu nasıl izah edebiliriz?..Küçük kardeşe ya da kız olana mirastan daha fazla pay ayırdınız diye, anne babasıyla veya kardeşleriyle, yıllardır küs duran kardeşler biliriz. Bu gibi davranış biçimleri, bu sahiplenme duygusunun olumlu-olumsuz farklı şekillerdeki ve derecelerdeki tezahürleri olamaz mı?. Psikolojik rahatsızlıklar, inançlı inançsız ayırmadan her insanın hayatını bir şekilde etkileyebilmektedir.
İnkarcıda ise bu tamamen Allah’a karşı düşmanlık olarak yansır. Çünkü kendi inkarcı kimliğini benimsediği, sonuna kadar ona sahip çıktığı, onunla bütünleşip tek inkarcı kimliğini oluşturduğu için; kendi benliği ile çatışmaya girmek, çelişkiye düşmek, kendini yalancı ve haksız duruma düşürmek istemez.Yoksa şeytanın, Allah’ın karşısında rahatlıkla konuşa konuşa, Rabbim diye diye ona isyan etmesinin bir açıklaması olamazdı.
İnsan, sahip olamadığı ve tanıyamadığı şeye düşman olur derler. Kedinin ciğere murdar demesi gibi…İnkarcının azmasının, bozgunculuğunun ve nankörlük yaparak Allah’a ve O’na ait değerlere düşmanlık yapmasının temelinde, O’nu bulamamanın, anlayamamanın verdiği psikoz hali yatmaktadır. O, kendisinin önüne kendisinin şişirdiği benliğini koymuş, bununla bütün ruh dünyasını kaplamıştır. Dışardan getirilecek yabancı bir tanrı varlığına yer bırakmamıştır. Egosundan başka bir varlık tanımadığından, gelecek her varlığı düşman olarak ilan etmektedir.
İnançlı insanda ise daha hafif derecede bunalım olur ve bu, Allah’tan başka şeyleri de sahiplenen benliğinde, Allah’a ait manaları, daha etkili, yoğun ve yaygın biçimde yaşayamadığı içindir.
Bu yüzden Allah, kalplerinizde o sahiplendiğiniz, mal mülk işleri gibi geçici şeylere takılıp da beni anmaktan uzak kalmayın (24/37) ve beni unutmayın, yoksa kendinizi dengede tutmayı da unutur, benliklerinizdeki hasta duygularla boğuşur durursunuz ve hak yolundan çıkarsınız şeklinde bizi uyarmıştır (59/19).
d-İnsanın cimri yanı:
İnsanın negatif sahiplenme özelliği bir çekirdek bir kök gibi, olumsuz meyvelerini vermeye devam etmektedir. Nankörlük ve onun düşmanlığa dönüşmesinin yanında, cimrilik de kaçınılmaz bir ruh hali, duygu ve düşüncesi olarak insanın davranışlarında kendisini gösterir. Bunlar adeta birbirin lâzımı, zorunlu neticesi gibidir.
“Ben!” diyen O’nu dışlamış olur!..Onu dışlayan, O’ndan geleni görmez olur. O’nun yerine kendini gördüğünden, nankörce varlığını kendine mâl eder. Kendine mâl etmenin sonucu da cimrilik olarak tezahür eder.
Ayrıca cimrilik sadece paranın, malın mülkün, maddi varlığın kasalara kitlenmesi anlamına gelmez. Aynı zamanda olumlu duyguların da benlikte zincirlere vurulması, hapis olması anlamına gelir. Ayet bu hususa, merhamete en muhtaç durumda olan çocuklara ve yetim kalan çocuklara bile cimrice davranmak şeklinde özlüce işaret etmektedir. Sorun üç beş kuruşluk sadaka vermemekten ibaret değildir. Benliğin heykelleşmesi, kalbin taş kesilmesi sorunudur. Bu kalp, ne yetim karşısında merhamet duygusunu hissedebilmektedir ne de yoksul karşısında…Bunun diğer tanımlaması duyarsızlıktır, umursamazlıktır, duygusuzluktur…
Bu her insanda az çok görülebilecek az pintilik gibi bir durum değildir. İnsan menfaate düşkün yapısı itibariyle, önce can diyebilir ve bunun savunulur masum bir yanı da olabilir ve insan hayatta kalabilmek ve kimseye muhtaç olmamak için kendini de koruyup kollaması gerekir. Ne var ki başkalarının da, bir kampanyaya katılır gibi cimriliği yaşatma oluşumu içinde yer alması, milletin önemli dina miklerinin yaralanması anlamına gelmektedir.
Ayet cimriliğin kolektif hale getirilmesine, toplumsallaştırılması yönüne de parmak basıyor diyebiliriz. Bu, ilk satırlarda vurguladığımız cimrilikte azmayı, aşma bozgunculuğa ulaşma anlamına gelmektedir.
Karşımızda bir iki cimri değil, toplum halinde bu hastalığa yakalanmış bir kitle bulunmaktadır. Kendi renkli dünyalarına gömülmüş, servetlerini kendi egolarını ve zevklerini tatmin etme yolunda su gibi harcarlar da, birbirlerine dönüp, şu yetime, yoksula ya da öğrenciye de bir pay ayıralım, millete hizmet yolunda himmetlerimizi coşturalım demezler!
Diğer ayette parmak basıldığı gibi, yüklü bir mirasın mirasyedileri gibi, zevklerini tatmin yolunda oburca öylesine saldırırlar, haram helal demeden yutarlar, ve nefisleri yolunda harcama ve lüks yarışı yaparlar ki bu durumda zaten başkalarını düşünecek ve hayır yapacak halleri kalmaz, dolayısıyla cimrilikleri bir kez daha tescillenmiş olur.
Demek ki cimrilik, adeta kopyalanmakta, bulaşıcı mikrop gibi benlikten benliğe sıçrayarak, bir kanser gibi yayılmakta, bir toplum bünyesini çürütebilmektedir. Cimri toplumların ise dünyada varlık gösterebilmeleri imkan ve ihtimali çok azdır.
Dünyamızda batıl inançlara sahip de olsalar, menfaat gereği de olsa, cömertlik gibi bir hasleti uygulayan, hem maddi yardımlarıyla hem de ilgi gösteren kurumlarıyla çalışan milletler, inançlı da olsa cömertlik hasletine sahip olmayan milletlere ihsanlarıyla hükümran durumdadır.
e-İnsanın mala düşkün yanı:
Bu konu tekasür süresinde de ayrıca ele alınacaktır
Ve aynı sahiplenmenin son parçasıyla bütün tamamlanıyor. Başkasına karşı son derece cimri olan insan, kendi ve menfaati adına alabildiğine açıktır. Servet yığmada adeta sınır tanımamaktadır.
Yine Karun’u örnek verme durumundayız. Çünkü o kadar mal yığmıştı ki, o servetinin anahtarlarını bile güçlü ekipler zor taşıyordu ( 28/76). Peygamberimiz: “İnsanın bir vadi dolusu altını olsa, bir ikincisini ister” buyurmakla insandaki doymak bilmeyen servet açlığına dikkat çekmektedir.
Mala olan bu düşkünlük insanın fıtratında olmakla beraber, bunun doğrudan insanın nefsi adına kullanılması kötü görülmüş olmak tadır. İnsanın gerçekten vadi dolusu altını olabilir fakat bunu Hz. Süleyman gibi yeryüzünün ıslahı ve insanların hidayete ermesi için kullanmakla hakkını vermiş olur. Süleyman Peygamber yeryüzünün en kudretli ve zengin insanıydı ve mala olan ilgisini açıkça dile getiriyor fakat gerekçesini şöyle belirtiyordu: “Ben mal sevgisini Rabbimi anmak için istedim”(38/31).
Karun ise eşsiz servetinde muhtaçların hakkı olduğu konusunda uyarıldığında şöyle cevap vermişti: “Bu bana ilmim sebebiyle verildi”(28/78).
İlk madde ile bu son madde kendiliğinden aynı anlam çizgisinde buluştular. Servet yığmak, benliğin sahiplenme arzusunu tatmin etmenin en önemli yollarından biri olmaktadır. İnsan, “Para ve mal güç demektir” felsefesi ve anlayışıyla kendini güçlü ve üstün görmekte ve bununla övünmektedir (9/69; 34/35; 57/20). Hatta çocukça düşünerek, varyemez amca gibi paracıklarını yığmakla, seyretmekle, saymakla ve hayalinden geçirmekle bile insanın mutlu olduğunu söyleyebiliriz.
Paranın varlığı insanı psikolojik bir doyuma ulaştırmakta, kendini her konuda yeterli görebilmektedir; çünkü en azından para sayesinde hayal ettiği her şeye kolayca sahip olabileceğini çevresindeki kitlelerin teveccüh ve alkışlarını kazanabileceğini düşünmektedir.
Kalbin, duygu ve düşüncelerin parayla, servetle mal ve mülkle mutmain olması düşünülebilir mi? Parayla saadet elde edilir mi? Mutluluk ne demektir? Sonsuz mutluluk yeri olan cennet ve oranın servetlerine sahiplenme esas amacımız olmalı değil midir?
Bu soruların cevabını şu ayetlerden alalım: “Bütün mallar servetler ve evlatlar dünya hayatının süsünden ibarettir, baki kalacak olan iyi ameller ise Rabbimizin katında daha hayırlı sonuçlar verecektir (18/46). “Ey Rabbiyle itminana-huzura eren nefis-insan! Sen Rabbinden razı, Rabbin senden razı olarak Rabbine dön! Ve (Dünyada O’nun hoşnutluğunu sahiplen!..O’nun hoşnut olduğu Allah kullarının arasına sokul ve onları sahiplen!.. ölümünle de) Cennetlik kullarımın arasına gir, cennetime sahiplen!…” (89/27-30)
Bu sürede özetle, insanın sadece nefsine yönelmesi sonucu geçici dünyalıklara kapılması konusu işleniyor. Geçmişten örneklerle gelecekteki “Keşke!” deyip pişman olacağı akıbetle uyarılıyor ve nefsin, cennete girmek için Allah’a yönelmesi gereği vurgulanıyor.
Sonuç olarak da diyebiliriz ki, cömertlik, verme, paylaşma; nefsin azgınlığından, bozgunculuğundan ve bunların meydana getireceği her türlü psikolojik hastalıktan ve sonuçta da toplumdaki fesat ve bozukluklardan koruyucu rol üstlenmektedir.
Anlaşılıyor ki, nefis-ruh hastalıkların temelinde, sadece nefse yönelme gibi egoistçe bir tutum bulunmaktadır.
İnsanın nefis arzularına yönelmesi aslında bir toplumun huzurunu bozacak oluşumlara yol açmaktadır.
Nefsi kurtarmanın yolu, onu hakiki sahibiyle buluşturmak, sahip olduğu şeyleri paylaşmasını sağlamaktır…Bu, ahiretteki cennet ve Cemâlullâh buluşmasını da sağlayacaktır.
Toplumu kurtarmanın yolu da, teker teker bireylerin akıl ve kalplerini inanç ve bilgi ışığıyla aydınlatmak, güzelliklerin paylaşılmasını toplum çapında yaygınlaştırmaktır.
Peygamberimizden başlayarak, Ecdadımızla evrensel olarak kurumsallaşan Vakıflar, bu konuda ciddi örnek teşkil etmektedir. Günümüzde de benzer vakıflar, dünya çapında insanların eğitilmesi ve toplumlara huzur sağlanması yolundaki hasbî çalışmalarıyla insanlığın yüz akı olmuş, yeryüzüne yeni bir soluk getirmişlerdir.
f-İnsanda aşk derecesinde mal tutkusu!
Ayette, insanın malı yığmacasına aşırı bir şekilde aşkla sevdiğinden söz ediliyor, “Tühıbbûne” kelimesiyle ifade ediliyor.
Adiyat süresinde de insanın şiddetli bir “Hayır aşkına-sevgisine” sahip olduğu anlatılır. Tefsirciler hayır kavramını mal olarak yorumlarlar. “Hayır aşkı-sevgisi” kavramı Hz.Süleyman”ın dilinden şöyle dökülür: “Mal aşkını-sevgisini Rabbimi anmak için istedim!” (38/32).
Aşk kavramı, genellikle erkek ve kadın arasındaki gönül ilişkisinde kullanılır. İslam kültüründe, özellikle Tasavvuf disiplininde ilahî aşk, Peygamber aşkı gibi mefhumlara rastlanır.
Tefsirlerimizde hakikî aşk, Allah’a duyulan muhabbet, mecazî aşk da mahlukata karşı duyulan muhabbet olarak tanımlanır ve kadına, evlada, gençliğe, bahara, hayata; topyekün dünyaya ve dünyalıklara duyulan muhabbetin yüzünün ve yönünün, Allah’a çevrilmesi, ve sevilecek her şeyin O’nun muhabbeti namına sevilmesi gereğinden söz edilir. Bu yaklaşım, aşk duygusunun suiistimal edilmesinin önüne geçme adına çok önemli bir tespittir.
“Hubb” (sevme) kelimesi Kur’an’da 9 yerde geçmektedir. Bu ayetlerden yola çıkarak sevgi-aşk konusunu şu şekilde tasnif edebiliriz:
Allah Sevgisi-Aşkı:
“İnsanlardan bazısı Allah’tan başka şeyleri O’na denk tutar da onları Allah sever gibi sever!İman edenlerin Allah’a olan sevgi-aşkları ise onlarınkinden çok daha şiddetlidir-fazladır” (2/165).
Sevgi-aşk çeşitleri:
Kadın sevgisi, evlat sevgisi, mal-mülk-para sevgisi:
“İnsanlara şu şehevânî duygular tezyin edildi: kadın sevgisi, evlat sevgisi, yığınla altın gümüş sevgisi, at sevgisi, hayvan sevgisi, ekin sevgisi. Aslında bunlar dünya hayatının geçici menfaatleridir. Güzel sonuç ise Allah katında olandır!” (3/14).
Beşerî sevgi-aşk:
“Şehirdeki bazı kadınlar dedi ki: Azizin karısı (Züleyha) delikanlının nefsini arzulamış, onun sevgisi kalbini yakıp kavurmuş Görüyoruz ki kadın sapıtmış-çıldırmış!” (12/30).
Hayır sevgisi-aşkı:
“Düşküne, yetime ve esire sevgi dolu yürekleriyle, severek (veya nefisleri adına malı sevdikleri halde) yedirirler” (76/8)
“Gerçek iyilik, mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere, kölelere vermektir” (2/177).
Mal sevgisi-aşkı:
“Malı, yığmacasına aşırı seviyorsunuz!” (89/20)
“Hayır sevgisine (mala) aşırı derecede-şiddetle düşkündür! (100/8).
Dünyalık sevgisinin hedefi:
“Ben hayır (mal-dünyalık) sevgisini Rabbimi anmak için istiyorum!” (38/32).
“Ehabbe” (Sever) fiilinde ve türevlerinde de şu anlamları buluyoruz
Allah’ın sevdikleri:
Tevbe edenler, temizlenenler: (9/108; 2/222), Muhsinler: (2/195; 3/134,148; 5/13), Müttakiler: (3/76; 9/4,7), Sabredenler: (3/146), Tevekkül edenler: (3/159), Adaletle hükmedenler: (5/42; 49/9; 60/8), Allah yolunda savaşanlar: (61/4), İmanlı, salih amel yapan, Mütteki, Muhsin (61/4).
Allah’ın sevmedikleri:
Kafirler: (3/32; 30/45), Küfürde ve günahta israr edenler: (2/276), Zalimler: (3/57,140; 42/40), Fesad: (2/205), Fesatçı: (5/64; 28/77), Kibirlenen (16/23), Haddi aşanlar: (5/87; 7/55), Aşırı gidenler: (2/190), Şımaranlar (28/76), Kendini beğenen, böbürlenen, övünen: (4/36; 28/76; 31/18; 57/23), Hain ve nankör: (4/107; 8/58; 22/38), Çok günahkar: (4/107), İsraf eden: (6/141, 7/31).
Allah’ın ve Rasulü’nün sevgisi ile onların yolunda mücadele etmek, bütün aileden, mal ve ticaretten, evlerden daha üstün görülmeli ve önde olmalı (9/24)
Allah’ı sevmenin ölçüsü, Peygamberimize uymak; Peygambere uymanın sonucu Allah’ın sevmesi ve bağışlaması: (3/31).
Allah’ın affı sevilir, buna ulaşmanın yolu: cömertlikten asla vazgeçmemek: (24/22).
Allah’ın imanı sevdirmesi ve yardımı: onunla kalbi süslemesi, küfrü, fıskı ve isyanı çirkin göstermesi: (49/7), Allah’tan başka gelip geçici olan hiç bir şey sevilmez: (6/76), Hapis, günahtan daha sevgili: (12/33), Allah, müminlerin sevdiği yardımı, zafer ve başarıyı gösterir (3/152, 61/13), İmana erenler temizlenmeyi severler: (9/108).
Allah ile insanın birbirini sevmesi: (5/54).
İnsanın insanları sevmesi: Ensar muhacirini sever (59/9); mümin, sevmeyenleri de sever: (3/119), Evlat sevgisi (12/8), insan, sevdiklerinden infak ederek insana olan sevgisini gösterir: (3/92), insanın insanı kurtarmasında sevgi yetmez, Allah’ın hidayeti gerekir: (28/56).
İnsanın imana karşı küfrü (9/23), hidayete karşı körlüğü sevmesi ve tercih etmesi: (41/17).
İnsanların dünyayı sevmesi, dünya hayatını ahiret hayatına tercih etmeleri: (14/3,16/107,75/20,76/27).
İnsanların günah işleri sevmesi: Fuhşiyatın yayılmasını sevenler: (24/19), Gıybet sevmek, ölü eti sevmek gibi: (49/12), yapmadıklarıyla övülmeyi sevmek: (3/188).
İnsanların hayır işlerini sevmemesi: Nasihat verenlerin sevilmemesi: (7/79).
Yahudi ve Hristiyanların: Biz Allah’ın oğullarıyız ve sevgilileriyiz demesi: (5/18).
Mahabbet” kavramı, Hz.Musa ile ilgili olarak sadece bir ayette geçer: “Benim nezaretimde yetiştirilmen için sana kendimden bir sevgi verdim” (20/39).
Mal ile ilgili ayetlere baktığımızda da, konumuzla ilgili olarak şu ifadeler dikkatimizi çekmektedir:
“Mal ve evlat dünya hayatının süsüdür!” (18/46).
“Biliniz ki mal ve evlatlarınız bir fitnedir” (8/28; 64/15).
Şeytana denir: “Mallarına ve evlatlarına ortak ol!” (17/64).
“Bilin ki dünya hayatı sadece bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlat sahibi olma isteğin den ibarettir. Dünya hayatı yağmur gibidir ki bitirdiği çiftçinin hoşuna gider. Sonra kurur onu sapsarı olduğunu görürsün ve çer çöp olur. Ahirette azap vardır. Ahirette Allah’ın mağfireti ve rızası da vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir tadımlık geçimden başka bir şey değildir” (57/20).
“Onların malları ve evlatları seni imrendirmesin-özendirmesin!” (9/55).
“Ey iman edenler, mallarınız ve evlatlarınız sizi Allah’ı anmaktan alıkoymasın!” (63/9).
“Allah’ın size verdiği mallardan onlara veriniz” (24/33).
“Onların mallarında isteyenin ve yoksulun hakkı vardır!” (51/19; 70/24).
“Onların mallarından, onunla onları temizleyecek ve nefislerini arındıracak olan bir sadaka al!” (9/103).
“Sizin mallarınız ve evlatlarınız sizi bize yaklaştırmaz ancak iman edip ameli salih yapanların yaptıkları yaklaştırır” (34/37)
“Malları ve canlarıyla mücadele edenleri Allah daha faziletli kıldı! (4/85).
Ayetlerden anlaşılacağı gibi, insan sevgisini dört ana konuya yoğunlaştırabilmektedir: Allah’a, kendine, insanlara ve dünyalık diğer varlıklara.
Bu yönelişler, aynı zamanda hem olumlu hem de olumsuz olarak gerçekleşebilmekte ve ifrat tefrit yönleri olabilmektedir
Söz gelimi Allah sevgisinin, İsrail oğullarında görüldüğü gibi, sadece kendi milletlerine tahsis edilmesi yanlış olduğu gibi, malın, kadının, dünyanın bir ilah gibi sevilmesi de bir o derece yanlış olmaktadır.
Mal sevgisinin yaratılışta bulunması kabul edilebilir bir durumdur. Ne var ki bunun, cimrilik yapılarak insanların hayrına kullanılmaması kadar, israf edilmesi de doğru görülmemektedir. Allah’ı seviyorum diyen insanın, Peygamberini örnek alarak bir Müslümanlık yaşamaması uygun düşmemektedir.
Burada dikkat çeken ön önemli husus: İnsanın, eş, evlat ve mal sevgisi başta olmak üzere, bütün sevgilerinin çıkış noktası ola rak Allah sevgisini görmesi, sevdiklerini O’nun muhabbeti namına sevmesi konusudur. Bu temel atıldıktan ve hedefe Allah rızası konulduktan sonra, bütün sevgiler ve aşklar kötüye kullanılmaktan ve insana zarar verecek şekle dönüşmekten uzak kalmış olacaktır.
Kur’an’da beşerî aşk konusu, sadece Züleyha’nın aşırı ilgisi ve yönelişi şeklinde ele alındığı gözleniyor. Fakat bu konunun başlı başına, kıssaların en güzeli diye tanımlanan (12/3) bir sûrede ele alınması ve uzunca sayılabilecek bir bölümde, Züleyha’nın ve kadınların duygularının dile getirilmesi, konunun insan hayatındaki yerine parmak basması açısından ilgi çekicidir.
Kadının aşk duygusuna kapılması, sevgisini kontrol altına alamaması onu başka duyguları yaşama arzusu içine atmış, ölçüsüzce davranışlar sergilemesine sebep olmuştur. Bunun sonucu olarak hem kendi onuru kırılmış, arzuladığı şeye ulaşamadığı gibi, in sanların gözündeki yüksek mertebeden düşmüş, hem de iftira atarak, insanlık dışı bir davranışla masum bir insanın yıllarca hapiste kalmasına sebep olmuştur.
Adı konmamış aşkların, patlamaya hazır bir bomba olduğu gerçeği dikkatimizi çekmektedir. Allah’a bağlantısı olmayan bu tür kalp fırtınaları, insanı bir tarafa savurabilir, nefis arzularına kaynaklık yapabilir ve insanı her türlü kötülüğün içine atabilir.
Masumiyet içindeki aşk ise, geçmişinde bir kökle Yaratıcıya bağlanır, gelecekte kurulması düşünülen aile gövdesiyle irtibatlandırılır ve bu aşk, mutluluk meyvesi evlatlarla taçlandırılır. Mal mülk ve para, emanet olarak bilinir ve hakiki sahibi adına hayırlı işlerde ve hizmetlerde kullanılır…
Bütün mecazi aşkları, hakiki aşk gibi algılayan, geçici ve sönük bu mum ışıklarıyla gözü kamaşıp hakiki ışık kaynağı olan güneşi göremeyen nefse dair bir kaç cümle!…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder