6 Nisan 2015 Pazartesi

kafirun






Bismillâhirrahmânirrahîm.
1. De ki: “Ey Kâfirler!”
2. “Ben sizin kulluk ettiklerinize kulluk etmem.”
3. “Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edecek değilsiniz.”
4. “Ben sizin kulluk ettiklerinize kulluk edecek değilim.”
5.“Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edecek değilsiniz.”
6.“Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.”
[dailymotion=x9z1qd]
KAFİRUN SÜRESİ (109) İNKAR PSİKOLOJİSİ (drmavi, 2005)
1-De ki: Ey kafirler
2-Ben sizin taptıklarınıza tapmam
3-Siz de benim taptığıma tapıcılar değilsiniz
4-Ben, asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim
5-Siz de benim taptığıma tapacaklardan değilsiniz
6-Sizin dininiz size-sizin içindir, benimki de bana-benim içindir
1-Nüzûl sebebi:
Tanrı pazarlığı:
Müşrikler Peygamberimize, bir sene kendilerinin tanrılarına ibadet etmesini, kendilerinin de bir sene onun tanrısına ibadet edeceklerini teklifiyle gelmiş, “Tapınmada birlikte olalım ve sonunda hayır hangisindeyse onda birleşelim, onu kabul edelim!” demişlerdi (Yazır,10/9).
Aynı konuda başka bir ayet de şöyle cevap vermektedir: “Ey cahiller! Allah’tan başkasına kulluk etmemi mi bana emrediyorsunuz?” (39/64).
Burada, ne kadar kültürlü, bilgili ve otorite, servet ve nüfûz sahibi olursa olsun; inkarcı kişiliğin, cehaletle eşdeğer tutulduğu görülmektedir.
2-Kafirce teklife kafirlere yakışır ifade-i kelam: “Ey kafirler!”
Bu hitap tarzı bir taraftan, öncesinde nazil olan Kevser süresindeki “Ebter” ithamına bir cevap teşkil etmektedir. Diğer taraftan da, Allah’a karşı putların, geçici de olsa, transfer edilmesi, değiş tokuş yapılması, dönüşümlü tanrı iktidarı gibi cehl-i mük’ablık içindeki teklife, gereken şiddette, anlayabildikleri dilde, ruhlarının rengine uygun bir tonda tepki gösterilmiş olmaktadır.
3-Teklif amacı: Emilinasyon!
Müşrik ileri gelenleri yer yer temas ettiğimiz gibi, sürekli bu oluşumun önünü kesme tedbirleri üretiyorlar, akademik bir heyet gibi sürekli çalışıyorlardı.
Baştan çıkarmak için tekevvünün başındaki insanı takibe alıyorlar, İsmet ve İffetini bildikleri halde kadın teklif ediyorlar, rüşvetler sunuyorlar, makam sevdasına kapılır mı acaba diye koltuk teklif ediyorlardı.
Peygamberimiz bunun imkansız olduğunu, “Güneş ve ay getirilse, omuzlarıma konsa yine de vazgeçmem!” diyerek ilan ve ifade ediyordu.
Ama bu sefer konu doğrudan ma’bud idi. ve Hakiki Ma’bûd konuştu: “De ki!…” diyerek sözü kendine bağladı.
Bu teklife hiçbir isim konulamazdı; ukalalık ve küstahlık adına hangi namla anılsalar her nâm yanlarında gölge gibi kalacaktı.
Sinsi planda hem çekirdek oluşumu imha etmek hem de tek İlah kavramını silmek üstünü örtmek, gömmek vardı. Ve onlara; çekirdek-tohum gömen çiftçiye de dendiği gibi, Tevhid’in üstünü örtenler anlamında “Kafirler!”dendi.
Her yol ve yöntemi, hedefe varmada mubah gören makyevalist anlayış mümessilleri bu sefer inanç konusunda bile ne kadar “İlkesiz!” olduklarını kanıtlarcasına zaten Hz.Muhammed’in istediği gibi bütün putlarını bir çırpıda, ellerinin tersiyle itivermişlerdi.
Çünkü tanrıları onları değil, onlar tanrılarını yönetiyorlardı. İstedikleri zaman, helvadan yaptıkları yanlarındaki putları da mideye indiriyorlardı. Eski Yunan’da olduğu gibi, canı çeken insan, bir ihtiyacı için yeni bir tanrı üretiyor, isim veriyor, yeri gelince ticaretini yapıyorlardı.
Benlik kendini tanrı yöneten konumda görünce, dilediği tanrıyı dilediği yere atayabiliyor, görevler verebiliyordu.
Fakat bu aslında, İnsan benliğinin Tevhid’den kopmasının sonucu kimlik ve kişilik bölünmelerinin bir yansımasıdır. Bir’den kopunca hücre çoğalması gibi kişilik sayısınca tanrı, tanrı sayısınca kişiliklerin ortalığı sarması, ruhu da nefis hastalıklarının sarması kaçınılmazdır.
Müşrikler de benzer yaklaşımla, komuta ettikleri tanrılarını devre dışı bırakarak, cazip bir yol açtılar; Hz.Muhammed’in Tanrısını da kendisiyle beraber kendi denetimleri altına almayı, böylece yeni oluşumu bünyelerinde eritmeyi düşündüler.
Varlıkları zaten kendi imâlethânelerine bağlı olan dökme tanrılar devre dışı bırakıldı: “Getir tanrını tapalım!” dediler…Taviz koparmak için taviz verdiler. Karşılık bulamayınca da, “Hiç olmazsa elini putlarımıza sür!” diye taktik değiştirdiler. Akıllarınca görüntü alacaklar ve onu kamuoyuna deşifre edeceklerdi. (Garânik olayı ayrıca ele alınmalıdır).
Ruhu mühürlenircesine bozulmuş insanlar, insan olmanın getirdiği doğal vicdani durum olarak kendi onulmazlıklarının farkında olurlar. Kanserden ölümü bekleyen, son günlerini yaşayan bir insanın ruh haleti mutlaka farklı olur. Ya da aidsten ölüm hükmü yemiş insanın her kepazeliği işlemede artık gözünü kırpmaz hale gelmesi ve herkese kendi hastalığını bulaştırmak istemesi gibi…
Müşriklerin tanrılarından vazgeçme gibi bir kaygıları olamazdı, çünkü onlar da biliyorlardı ki bu maddi yapılarıyla onların kazandıracakları hiçbir şey yoktur. Bu ruh kaosundan kurtulamadıkları için, bunun hıncını çıkarmak istercesine, her teklifi yapmaya hazır bir durumdaydılar ve muhataplarını kendi ruh dünyalarına çekmek istiyorlardı.
Bu sebeple bize, sıra dışı teklifler yapan, tavizler vermeye hazır bulunan insanların, mutlaka ciddi bir nefis-ruh hastalığının bulunduğunu hesaba katarak son derece titiz davranmak, iyice düşünüp taşınmak gerekmektedir.
4-Teklifi reddetmenin anlamı:
“Ey Kafirler!” sözüyle konu kestirilip atılabilir arkadan da, önceki surelerde örneklerini gördüğümüz gibi cehennem ateşinden ve cezalandırılış biçimlerinden de söz edilebilirdi. Fakat hem Cenab-ı Hakkın insanlara gösterdiği Merhametin ifadesi olarak hem Firavun’a bile inanma fırsatı tanındığı gibi bir imkan vermek hem de “Kafirler!” diyerek insanların ulu orta itham edilmediğini, bu durumlarının nasıl kendi elleriyle hazırlandığını göstermek ve Tevhid dini ile tanrılar edinmenin farkını ortaya koymak için aşağıdaki gibi farklı hikmetli anlamların da bulunabileceği yaklaşım şekli sergilenmektedir.
a-”Ben sizin taptıklarınıza tapmam, siz de benim taptığıma tapmazsınız!” ayetleri bir durumu bildiriyor. Bu mantıklı bir durum belirlemesi sayılabilir. Teklife onay vermeden, karşı tarafın teklifine olağanüstü bir tepki de göstermeden; kendi mabudunu övmeden ve muhatapların tanrılarını da yermeden, iki tarafın tanrılarıyla olan ilişkileri özlü olarak belirlenerek sunuluyor.
Buna göre, ben bir Tanrı kabullenmişim ve ona bağlanarak ibadet edip duruyorum. Siz de kendinize göre tanrılar kabullenmişsiniz ve belirlediğiniz tarzda onlara tapınıyorsunuz. Bu ruhta yerleşmiş ve bilinçteki alışkanlık durumuyla vazgeçilmez hale gelmiştir. Konfeksiyon elbise dener gibi, insanın benliği haline gelmiş, kişiliğiyle bütünleşmiş tanrı anlayışı böyle bir teklifle değiştirilecek değildir.
Diğer taraftan insanda iki kalp bulunmadığı gibi, bir kalbin, iki kalp fonksiyonunu gösterecek şekilde ikiye bölünmesi, iki aşkı iki tanrı sevgisini ve bağlılığını bir anda barındırması da düşünülemez. Bu insan ruhunda dengesizlikler ciddi rahatsızlıklar meydana getirir.
Beşeri iki aşkı yaşadığını söyleyen insanlarda bile, ruh dengelerinin ve nefis sağlıklarının yerinde olması çok zordur. Sevginin adaleti, keskin kılıçta yürümekle dengelenebilir…
Kur’an’da sadece bir ayette “İki kalp” kavramı geçmektedir. Bu ayette bir insanın eş sevgisiyle ana sevgisinin, gerçek evlat ile evlatlık sevgisinin, aynı oranda kalbe mal olacak bir etki meydana getiremeyeceğini, söylenen sözden ibaret kalacağını belirtmektedir ( 33/4). Konu ilah veya ilahların kalpte yer etmesi açısından ele alınırsa, bundan daha keskin çizgilerle ifade edilebilecektir.
Yukarıdaki ayetlerle aynı zamanda inkarcılara bu anlamda örtülü bir gönderme yapılmaktadır.
Nasıl insanlarsınız ki, bir kalbe ancak bir İlah sığabilecekken siz pek çok tanrıya kalbinizde yer vermeye; üstelik tanrı değiştirmeye kalkıyorsunuz!..
Bu nasıl kalp iflas etmişliği ve çürümüşlüğüdür böyle!
Bir kalpte ilah ya olur ya olmaz.
Hem var hem yok olmaz.
Onu tasdik de ya vardır ya yoktur!
Aynı şekilde bir kalpte ya bir ilah ya da çok ilah olur; hem bir ilah hem çok ilah olmaz.
Bu ne yaman bir çelişkidir böyle!.. Kalbinizde, bolca işporta malı alır-satar gibi, tanrı enflasyonu yaşayabiliyorsunuz?..
Diğer bir anlam da şu olabilir: Bugün bu tanrı değiştirme teklifinde bulunan yarın, bu tanrıdan sıkıldığında ya da daha orijinalini bulduğunda yine tanrı değiştirme teklifinde bulunabilir.
Bu, bir eş veya iş değiştirme ya da çarşı pazarda bir alışveriş değildir ki; “Hadi gel takas yapalım, tanrılarımızı değiştirelim!” diyebiliyorsunuz? Kalbiniz ne kadar da şahsiyetsizleşmiş, nasıl bir onulmaz kişilik kaybına uğramışsınız!.. Hatta mesh olmuşsunuz!..
Ayrıca burada tek ilah ile çok ilahlar üzerine vurgu yapılmaktadır. Bununla karşı tarafı biraz da olsa insafla düşünmeye, akıl ve mantıklarını çalıştırmaya bir teşvik hissedilmektedir. Ve aslında bu çok önemli bir konudur.
Psikolojide kimlik bölünmesinden kişilik çatışmalarından söz edilir. Aslında farklı tanrılarla, değişik inanç ve ideolojilerle, farklı kişiliklere bürünerek farklı düşünmek zorunda kalan insanlarda gerçek bir kişiliksizleşme kimliği ortaya çıkar. Duygu ve düşünceler hem durmadan değişir hem de iner çıkar. Ve tanrı veya din değiştirelim teklifine kadar davranış uzantıları gözlenir.
Tek Allah’a yönelmesi gereken kalbin, dünyaya, dünyalıklara, evlatlara, servete vb. yönelmelerinde bile benzer kişilik bozukluklarına rastlanır. Sık sık eş, iş, ev, arkadaş, mahalle, şehir, hatta parti vb. şunu değiştirelim bunu değiştirelim gibi durmadan elbise değiştirir gibi kişilik değiştirme davranış bozukluklarına şahit olmak mümkündür. Ayet bize, Tek Allah’a yönelmenin, Allah’dan başka şeylere yönelmekle ortaya çıkabilecek nefis-ruh hastalıklarına karşı bir teminat olduğu dersini vermektedir.
Kısacası ayetlerin diliyle inkarcılara: “Ben ile sizin, tek ilah ile çok ilahın arasında aşılmaz dağlar var!” mesajı iletilmiş oluyor.
b-”Ben sizin taptıklarınıza tapacak değilim siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz!” ayetleri de bir kararı bildiriyor.
Evlilik bir kalp, akıl, sevgi ve uyum meselesidir. Kağıt üzerindeki çıkara dayanan anlaşmalı-sözleşmeli evliliklerde sevgi ve sadakat beklenmez ve çoğunlukla yürümez de! .
Tamamen ruha, kalbe, akla ve bütün duygu ve düşüncelere ait olan iman ve ibadet gibi bir konuda ise yapay bir tanrı edinme ise asla söz konusu olamaz demektir.
Kalbe inmeyen, zahirde bir görüntüden ibaret kalan, İnsan-Tanrı ilişkisinin de insana kazandıracağı hiçbir şey olmadığı gibi, dünyada da ahirette de ruhun azap çekmesinden başka bir işe yaramayacaktır.
Başka ayetler Peygamberimizin bu konuda belirlediği tavra tercüman olmaktadır: “Sen bu dine uy, bilmeyenlerin isteklerine uyma!” (45/18), “De ki Allah’ın dışında taptığınız şeylere tapmak bana yasak edildi. Arzularınıza uyarsam sapıtmışlardan ve hidayete erememişlerden olurum” (6/56).
5-”Sizin dininiz size, benim dinim banadır”
Ayette geçen “Leküm”, lehinize anlamındadır. Putlara tapmanın lehinize olan yönü varsa, o size ait olur anlamı çıkmaktadır. Başka ayetlerde “Leh” ve “aleyh” kavramları sıkça kullanılır.
Mesela: “Allah, insanı gücü yettiği şeyle sorumlu tutar. Herkesin kazandığı hayır kendi lehine, kazandığı şerde kendi aleyhinedir” (2/286). Dolayısıyla işte sizin putlardan kazandığınız lehinize olanlar, işte benim kazandığım lehime olanlar demektir.
Burada ince bir ihtar da seziliyor. Yani , sizin taptıklarınızın bana kazandıracağı lehime bir hayır yok ki teklifinizi kabul edeyim!.
Şayet şimdiye kadar sizin lehinize kazandırdığı bir hayır olsaydı bu ortada olurdu; bunca Cahiliye kötülüklerini yaşamış olmazdınız. Ve çok tanrınızın kazandıracağı lehinize olan hayırlar, Muhammed’in tek tanrısının kazandıracağı hayırlardan üstün olurdu ve bu teklifi yapmanıza da dille mücadeleyi bırakıp kılıçla mücadelelere girmenize de gerek kalmazdı!..
Tenakuzlar içinde bocalayıp duruyorsunuz ve teklifler yaptıkça da battıkça batıyorsunuz!..
Surenin başında “Kafirler!”diye yapılan hitapdan sonra “Sizin dininiz!” ifadesinin fark edilir şekilde kullanılması, çarpıcı bir inkar psikolojisini ve iç dünyalarındaki çelişkiyi ortaya koymaktadır. İnkarcı zaten dini yalanladığı ve reddettiği için, din kabul etmemektedir; aslında dini yoktur. Dini inkarcılıktır; inkarcılığı yol yöntem tarz olarak benimsemiştir.
Bu durumda inkarcının payına düşen; İlahsız, Peygambersiz ve kitapsız bir din anlayışı olmaktadır ki buna din denemez. Ya da İlahı, Peygamberi ve Kitabı olan ve çevresine huzur getirdiği belli olan, hazır bir dini inkar ederek anlamsızca putlara yönelmeyi seçmişlerdir ki, buna da yol denemez!
Sizin dinimiz size benim dinim bana
Bu ifade genellikle, “İslam dininde, dini inançlar konusunda özgürlük vardır, kimsenin dinine, dini yaşantısına karışılmaz, din değiştirmeye zorlanmaz!” şeklinde görüş ileri sürenler tarafından sıkça örnek verilir.
Ya da bu sözün sadece o dönemi ve o dönemin inkarcılarını kapsadığı ileri sürülür. Bir tarafta her insanı her inançla alabildiğine özgürce başıboş bırakma, diğer tarafta da belli bir inancı dayatma gibi tehlikeli iki durum ortaya çıkmaktadır.
Buna göre denebilir ki o dönemde güçlerine güvenerek, putlarını terk etmeye yanaşmayan müşriklerin, en azından Müslümanlara zarar vermelerinin önüne geçebilmek için, putları hakkındaki gelecek endişesi taşımaları ihtimali ortadan kaldırılmış, geçici olarak siz, inançlarınızla baş başa kalın denmiş olabilir.
Bir de önemli bir makuliyete çağrı hissedilmektedir. Benzer ifadeler Kur'an'da görülür. Peygamberimizin karşısına geçip elinde tuttuğu çürümüş kemiği göstererek "Bunu kim diriltilecek?" diye sorana: "Makul ol elindeki kemiğin mebdeine bak!" diye cevap vererek aklını kullanmaya çağırması gibi.
Bu ayette de ben kendi aklımı kullanarak benim tanrımı irdeleyeyim sen de aklını kullanarak kendi tanrılarını bir irdele der gibi enfes bir gönderme söz konusudur.
Nitekim benzer iki tutumun Hz.İbrahim tarafından da sergilendiğini görmekteyiz. "Aya yıldıza güneşe tanrı denir mi göçüp gidiyorlar. Putlara tapılır mı balta ile parçalanmaktan kurtulamıyorlar" mesajıyla düşünmeye yönlendirmesi bahis mevzuudur.
Ayrıca müstesna bir, inancımıza söz edilmesinin önüne greçme, nezaket uslubü ile muhatabı tahrik etmeme kendimizden uzaklaştırmama gibi metod dersi de gözlenebilir.
Peygamberimiz: 'Annenize küfretmeyin!' der. 'Bu nasıl olur ya Rasulallah?' diye sorulunca: 'Siz birine küfredersiniz o da döner size küfreder' buyurur.
Bir de şu ayet var: "Allah'tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da cahillikle ileri giderek Allah'a sövmesinler." Enam/108.
Diğer taraftan, ayetlerin hitap uslûbu, kısa ve kesin ifadeleri ve kararlı tondaki veciz beyanı nazarı dikkate alınınca bir kararlılık ve izzet içinde hedefe kilitlenmişlik mesajı da alınabilmektedir.
Dünyalıklar yollara serilse, güneşle ay omuzlara konsa yine bu davadan vazgeçilmeyecektir. Bu yaklaşım, evrensel bir oluşumun eşiğindeki bir liderin, çevresini motive etmesi ve kitlesini cesaretlendirmesi adına son derece önemli, psikolojik etki yapacak ve ders verecek bir tarz olarak da karşımıza çıkmaktadır.
Bununla aynı zamanda; çekingen kişiliklere, içine kapanık, fobilerin kurbanı olmuş, ya da ten ve ev hanesine hapis olmuş, kişisel endişelere kapılmış, haksızlıklar karşısında tepkisiz kalmış, miskin insan tiplerine de güzel bir uyarı ve ders örneği sunulmuş cesaret ve hakkı tebliğ şevki zerk edilmiş olmaktadır.
Peygamberimiz daha sonraki dönemde, Hudeybiye”de şartların gereklerine göre davranmış, “Sizin şartlarınız size bizim şartlarımız bize” anlamında bir anlaşmanın ötesinde adeta “Bütün şartlar müşriklere” durumuna imza atmıştı. Ama ardından da Mekke Fethinden sonra, müşriklerin Ka be içindeki putları temizlenmiş ve artık bu ayette olduğu gibi “Sizin dininiz size, putlarınız da size!” denmemiştir.
Fakat öte yandan hiç kimseye de kılıç zoru ile Müslümanlık teklifi götürülmemiştir. Bireysel olarak (Vahşi’ye yapıldığı gibi) samimi psikolojik ikna yöntemi uygulanmış, psikolojileri çok iyi bilinen kimilerine de bol ihsanlarla davet yapılmıştır.
Hz.Adem ve Hz.İbrahim’den kalma bir mekan ve Allah’ın seçtiği bir “Ev” (3/96) ve Müslümanlara Kıble olarak Kabe, Müslümanlardan başka insanların, onun üzerinde (Kudüs örneğindeki gibi) dini bir pay görmeleri mümkün değildir. Bırakın hak talebini, harem sınırları içine girmeleri bile yasaklanmıştır (9/28).
Bir insanın dine girmesi için baskı uygulamak başkadır ki bu zaten diğer ayetlerle yasaklanmıştır; “Dinde zorlama yoktur” (2/256), “Sen ancak anlatıcısın zorlayıcı değilsin!” (88/22) gibi ayetler bunu gösterir, kendi dini değerlerini koruma adına bazı yaptırımlar uygulamak başkadır.
Başka din mensuplarına dinlerini yaşama imkanı tarih boyunca tanınmış fakat İslam dinini bırakıp başka dine girme konusundaki tutarsızlığa sıcak bakılmamıştır.
Son ve en mükemmel dini bırakıp üstünde mükemmel din bulmak mümkün değildir. İslam’ı tanıyan onu bırakmaz, bırakıyorsa İslam’a inanamamış inanıyor görünmüş ruhunda iman kimliği oluşturamamış demektir.
Onun din ve mukaddesat ile bütün inananların vicdanlarını ilgilendiren inanç konularında oynamasına ve sui misal numune-i imtisal olmasına izin verilmez.
Bu son ayet aynı zamanda, her insanın vicdanında gizli bulunan inançlarına ve ulaşılamaz, herkesin dini ve dindeki ihlas derecesi kendine özgüdür anlamını da içermektedir. Karşımızdaki insanın diliyle söylediğine itibar etme durumundayız.
Kalbini bilemediğimiz için kalbindeki dini onun demek olur. Ya da o, kalbindeki kadar Müslümandır, ben de kendi kalbimdeki kadar!.. Allah bilir, ben hüsn-ü zan etmekle görevliyim diye de düşünülebilir.
Bir de herkes din adına kendi yaptıklarından lehte veya aleyhte sorumlu olmakta, herkesin dini sorumluluğu kendine özgü kalmaktadır. Ahiret adına kimse kimseyi bu anlamda ölçüp tartamaz, ona bir akibet ölçüp biçemez.
Bir savaş esnasında, Sahabenin kılıçla üzerine üzerine yürüdüğü müşrik kelimei şehadet getirmiş fakat Sahabi onu öldürmüştü. Peygamberimiz hiddetlenmiş, “Neden?” diye sormuş, korktuğu için Müslüman oldu” deyince “Nerden biliyorsun kalbini yardın da baktın mı, kalbini yardın da baktın mı?” diye defalarca tepki göstermiştir.
Kimin kalbindeki hangi dinle Allah’ın huzuruna gideceğini, Allah bildirmedikçe, kimse bilemez. Bu sebeple kimse bir cennet havarisi gibi her önüne geleni cennete dolduramadığı gibi, bir cehennem zebanisi gibi her gözüne kestirdiğini de cehenneme postalayamaz…
Son ayeti yanlış anlamamak yorumlamamak gerekir. Özellikle aile fertlerimizin, akrabalarımızın, yakın daireden başlayarak milletimizin, hatta bütün insanların din edindikleri inançlardan sorumluyuz.
Yani her insanın Allah’a inanması, Peygamberimizi tanıması ve İslam’ın güzellikleriyle buluşması ve imanını kurtararak cennete ulaşması adına gayret göstermek namaz kılmak gibi; bazen farzlar üstü farz keyfiyetiyle namazdan ehem hale gelebilen dini bir yükümlülüktür. “Herkesin dini kendine, her koyun kendi bacağından asılacak” gibi düşünce beslemek, bizi asla sorumluluktan kurtarmaz.
Unutmamalı ki güzelliğin boy gösteremediği yerde çirkinlikler gelir otağını kurur. İnkarcılık ateşi gelir kendi çocuklarımızı bulur…Ateş durmaz akarmış, düştüğü yeri yakarmış, aslında tüm çevresini, hem seni hem beni yakarmış!..
İnsanları din diye edindikleri yanlış inançlardan kurtarmak, İslam’ın evrensel prensipleriyle buluşturmak için, müesseseler kurarak her ülkede güzelliğin organize temsilcileri olmak gerekmektedir.
Bu durumda “Benim güzel dinim bana; ama bana olduğu gibi herkese!” anlayışını insanımıza öğretme ve yukarıdaki ayeti, dünyada toptancılığını yaparak, akıl ve kalplere en uygun biçimde, ulaştırma şeklinde anlamak daha uygun olacaktır.
İnsanlığı batıl dinlerin yanlışlıkları içinde bırakmamak lazımdır. Ateşlerde yandığını gördüğümüz bir insanı, göz göre göre nasıl ateşler içinde bırakabiliriz ki!..
Ve bu çalışmalar yapılırken: “Ben dinimle sen dininle gel dost olalım, birbirimize güzelliklerimizi sunalım!” şeklindeki yaklaşım da bu ayetin ruhuna uygun düşer diye düşünmekteyiz.
İnsanlar kelimelerden çok, yaşanan hayata, yani temsil keyfiyetine bakmaktadırlar…
Hem dinimizi yaşamamak hem de irşad faaliyetleriyle anlatma çabası içinde olmamak; sonra da senin dinin sana benim dinim bana diyerek, insanlığı yanlış inanç karanlıkları içine itmek, Kur’an gerçekleriyle örtüşmez.
O, son nefesini vermedikçe, biz nefes aldığımız sürece, nefeslerimizi hidayete davet yolunda tüketmemiz gerektiğini asla unutmamalıyız.
Kaldı ki, ayetlerde belirtildiği gibi, Rabbe inanmayı ve ibadet etmeyi kesinlikle reddetme durumunda olan insana karşı söylenen; “Senin dinin sana benim dinim bana!” ifadesinde bile örtülü bir diyalog çağrısı bulunmaktadır.
Benim dinim bana seninki sana diyemem benim dinimde olacaksın yaklaşımı muhatabın gard almasına tepki göstermesine inatlaşmasına ve muannid bir din düşmanı olmasına yol açmaz mı?
Burada “Ben senin insanî kişiliğine, inanç dünyana, duygu ve düşüncelerine, hayat görüşüne ve yaşam tarzına müdahale etmeyi, beynini yıkayıp tarafıma çekmeyi, hele vicdanına baskı uygulamayı asla düşünmüyorum; sen sen oluver ama bana da yol ver!” gibi ince bir objektiflik çağrısı mesajı hissedilebilir.
Öte yandan insanlar, farklı din mensupları olarak, sen dininde ben de dinimde olayım ama ortak evrensel insanî değerlerde buluşalım şeklinde bir müşterek görüş, hoşgörü ve diyalog ekseni de geliştirebilirler.
Psikolojik açıdan ve iletişim ve terapi uygulamaları konularıyla da bu olaya bakılabilir. İnsanlarla iletişim sağlarken benliklerine değer verme, kişiliklerini kabullenme ve egolarını okşama ilk adım olarak bir gerekliliktir.
Bu ilk adımla etkili ve kalıcı bir diyalog ve ilişki geliştirme, muhatabımızı açma ve iç dünyasına ulaşma kapıları açılabilir, aynı zeminde buluşabiliriz. Sonra da verebileceğimiz güzellikleri gösterme ve kabul ettirme şansını elde etmiş oluruz.
Empati kurma açısından düşündüğümüzde de aynı sonuç ortaya çıkar. Çünkü kendimize de aynı yaklaşımın gösterilmesini, öz kimlik ve ikinci fıtrat haline getirdiğimiz inançlarımıza, duygu ve düşüncelerimize saygı duyulmasını, kabullenmeyi ve onaylanmayı isteriz.
Dinimize dokunulmasını istemediğimiz gibi, başkaları da dinine dokunulmasını arzu etmez ve aksi durumda ciddi tepki gösterir. Bu tepki aramızdaki köprüleri bütün bütün yıkabilir, ulaşma yollarımızı tıkayabilir.
Kabul kabulü çeker…
Muhatabımızın kabul edilmesi, kendimizin kabulü adına bir ön kabul yerine geçer.
Muhabbetimiz hoşgörümüz samimiyetimiz ve temsil keyfiyetimiz, gönüller için referans olabilme durumunu daima korumalıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder