6 Nisan 2015 Pazartesi

tekvir

[dailymotion=x20kt14]
[dailymotion=x5euiq]
[dailymotion=x21u55j]
Bismillâhirrahmânirrahîm
1.Güneş, dürüldüğü zaman,
2.Yıldızlar, bulanıp söndüğü zaman,
3.Dağlar, yürütüldüğü zaman,
4.Gebe develer salıverildiği zaman.
5.Yaban hayatı yaşayan (irili ufaklı) tüm canlılar toplandığı zaman,
6.Denizler kaynatıldığı zaman,
7.Ruhlar (bedenlerle) eşleştirildiği zaman.
8,9.Diri diri gömülen kız çocuğunun, hangi günahtan ötürü öldürüldüğü sorulduğu zaman,
10.Amel defterleri açıldığı zaman,
11.Gökyüzü (yerinden) sıyrılıp koparıldığı zaman,
12.Cehennem alevlendirildiği zaman,
13.Cennet yaklaştırıldığı zaman,
14.Herkes önceden hazırlayıp getirdiği şeyleri bilecektir.
15,16.Andolsun, bir görünüp bir sinenlere, akıp gidip kaybolanlara,
17.Andolsun, yöneldiği zaman geceye,
18.Andolsun, aydınlandığı zaman sabaha ki,
19,20,21.O (Kur’an), şüphesiz değerli, güçlü ve Arş’ın sahibi katında itibarlı, orada (meleklerce) itaat edilen, güvenilir bir elçinin (Cebrail’in) getirdiği sözdür.

22.(Ey Kureyşliler!) Sizin arkadaşınız (Muhammed) bir deli değildir.
23.Andolsun o, Cebrâil’i apaçık ufukta gördü.
24.O, gayb hakkında cimri değildir.
25.Kur’an, kovulmuş şeytanın sözü değildir.
26.(Hâl böyle iken) nereye gidiyorsunuz?
27,28.O, âlemler için, içinizden dürüst olmak isteyenler için, ancak bir öğüttür.
29.Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.
TEKVİR SÜRESİ (81) BENLİK KIYAMETİ-ÖLÜMÜ (drmavi, 2005)
Bu sûre, varlığın kıyametini anlatmakta, bir insanın ruhî ölümüne de tercüman olmaktadır. İnsan Ruhunda ve benliğinde gerçekleşen olaylar kıyamet alametlerine ve olaylarına benzetilebilir. İnsan ruhu, ayetlere bakıldığında, adım adım manevî ölüme doğru yaklaşmaktadır. Bir insan evren kadar kıymetli olduğuna ve bir insanı katletmek bütün insanlığı katletmek kadar ağır kabul edildiğine göre(5/32), ayetlerdeki ifadeleri, aynı zamanda bir insanın ruh kıyameti olarak da yorumlamamız yerinde olur diye düşünmekteyiz.
Ayrıca sürenin adı olan ve ilk ayette geçen “Tekvir” kelimesi aynı zaman da, insan ruhunun bedenden ayrılması anlamına da gelmektedir (yazır,9/16). Tefsircilere göre bu sürede ilk altı ayet daha çok kıyamet kopması anında, sonraki altı ayet de kıyamet sonrası gerçekleşecek olayları anlatmaktadır.
Kıyameti üç anlamda ele alabiliriz. Biri evren çapında gerçekleşecek en büyük kıyamettir. İkincisi her insanın şahsî hayatının sonar ermesi küçük kıyamettir. Üçüncüsü de yaşayan insanın yaşar-ölü hale gelmesi yani bedenen yaşarken, imandan yoksun olarak manevi ölümünün gerçekleşmiş olmasıdır. Şüphesiz kıyametlerin en büyüğü ve korkunç olanı, insanın ruhen ölmesi ve sonsuz cennet hayatını kaybetmesidir.
Kur’an bu konuya dikkat çeker; cehennem yolunda olanların görmeyen göze, işitmeyen kulağa, kavramayan kalbe (7/179) sahip olduklarını belirtir ve gözlerin kör olmadığına, göğüslerin içindeki kalplerin kör olduğuna işaret eder (22/46). Bir ayette, cesetleri fizikleri insanı imrendiren, sözleri can kulağıyla dinlenen fakat aslında duvara dayanmış kuru kütükten farkı olmayan mühürlü, kalıplaşmış bir kâlp taşıyan insanlardan söz eder(63/4).
Nasıl ki Allah, Allah yolunda öldürülenlere, ölü gibi görseniz bile ölüler demeyin demektedir (2/154; 3/169) aynen öyle de canlı olduğu halde canlı denemeyecek kadar ruh ölümleri kuşağında yaşayanlar da bulunmaktadır. Ve ayet bu türleri “Kabirdekiler!” olarak nitelendirir:
“Körle gören, karanlıkla aydınlık, gölge ile sıcaklık bir olmaz. Dirilerle ölüler de bir olmaz. Şüphesiz Allah dilediğine işittirir. Sen kabirdekilere işittiremezsin!” (35/22-24). Bunlar, ruh güneşleri sönmüş, ışıktan yoksun karanlıkta yaşadıklarını zanneden insanlardır.
Kur’an’da kıyametin kopmasının, cennet ve cehennemin sıkça anlatılması da, kuşkusuz insanın intibaha gelmesi ve ahiret adına kaybedenlerden olmamasına yöneliktir. Kur’an insan için geldiğine göre her olayın ve anlatımın merkezinde insan ve insanın hidayetine yönelik doğrudan ya da dolaylı anlatımlar bulunmaktadır. Bu dolaylı anlatımlar içinde, “Mesel” denilen düşünüp yorumlanabilecek misaller ve benzetmeler sıkça görülür.
Bu açıdan bakınca, insanlar büyük kıyameti çoğunluk itibariyle yaşarken göremeyecekler. Kişinin kendi kıyametini, ölümünü yaşaması da artık onun için bir yarar sağlamayacaktır. Burada, Kur’an’ın uyarılarına kulak vererek, ölmeden ölü hale gelme yolunda olan ruhlarımızı uyarma uyarısı vardır.
Bu noktada Yazır tefsirinde konuyla ilgili benzer yaklaşımın ele alındığını fark ettik, hamd ettik: ”Bu sürede büyük kıyamet anlatılmaktadır. Ancak küçük kıyamet olan ve herkesin kesin olarak göreceği ölümün halleri hakkında ibret olacak manalar anlamak da mümkündür. Bunun imana zararı değil faydası vardır. Aynı zamanda orta kıyamet olan bir milletin ölümü hakkında da mana ve olayları düşünmek çok ibret verici olabilir” diyen Yazır, ayetlerde asıl olan mananın açıklandıktan sonra, bunlarla çelişki oluşturmadan yan manalar üzerinde durmanın yanlış olmayacağını, aksine kalplere doğan fikirlerden yararlanmamanın, nasibi terk etmek anlamına geleceğini vurgular. Çünkü Kur’an’da anlam ihtilafı yoktur(4/82) ve insan sürekli düşünmeye ibretler çıkarmaya teşvik edilir (3/195;6/98;7/31;10/6;13/3;16/12,13,79;45/20).
Bu arada Kabbanalizm, Batınîlik ve Hurûfîlikte olduğu gibi metinlerin açık manalarını yok sayıp gizli anlamlar çıkarmanın, tevillerle fitneye yol açmanın, Kur’an’ı tamamen sembolik bir ifade haline getirmenin kabul edilemez olduğuna da dikkat çeken Yazır, “Adaleti ve orta yolu ayakta tutan ilim sahipleri” (3/18) ayetinden yola çıkarak, yorumlarda dengeyi bozmamak ve zahir-batın sınırını aşmamak şartıyla, Allah’ın tükenmeyen kelimelerinden (18/109) kalbe doğacak anlamlarda sınır olmadığını belirtmektedir (Yazır,9/26-29).
Açıklamalarımıza da, hem büyük kıyameti anlama hem de insanın kendi kıyametinin serüvenini izleyerek ders alma açısından bakılmalıdır.
1-Güneş ışığını kaybedince-Ruh inançsız kalınca,
Güneş, gezegenler ailesinin reisi gibidir. Hz.Yusuf rüyasında, güneş, ay ve yıldızların kendine secde ettiğini görmüştü (12/4). Başka ayetlerde, ay’ın bir nur, güneşin de ışık üreticisi ve kaynağı olduğundan (10/59;71/16), yerde gökte bulunan her şeyin, güneşin ve ay’ın Allah’a secde ettiğinden söz edilir (22/18). Gerçekten de güneş olarak simgelenen Hz.Yakup ve oğulları Yusuf’la buluşunca secdeye kapanmışlardı (12/100).
Bu aile benzetmesini psikolojik açıdan değerlendirebilir, güneşi Ruh ünitelerine maddi manevi canlılık ve işlev kazandıran hayat ve iman gücü ve ışığı olarak yorumlayabiliriz.
Güneş, semanın gözü gibidir. O kör olunca ışık yok sayılır, çevresinde ondan beslenen gezegenler de karanlıkta kalır ve hayatiyetlerini kaybetmeye başlar. İnsanın hayat ışığı sönünce kütlesi de onu takip eder ve bedeni zamanla çürüyerek yok olur.
Aynı şekilde İnsan ruhunun enerji kaynağı olan iman ışığı sönmeye başlayınca, ruh hayatı kararmaya başlar. Ruhun etrafında yörüngeleşen akıl kalp nefis gibi mekanizmalarında da körlük başlar. Vicdan duyarsızlaşır.
Akıl madde perdesini aşamaz, hidayet ışığına ulaşamaz, zahire takılır hakikatları kavrayamaz. Kalp Allah’tan uzaklaşır, dünyaya ve dünyalıklara yaklaşır. Nefis, enaniyetle azgınlaşır daima peşin zevkler peşinde dolaşır.
İman, insanın içindeki ve dışındaki bütün alemleri aydınlatır. Varlığa bir anlam, insana tükenmez bir güç ve bereket kazandırır.
2-Yıldızlar kararınca-Ruhda dökülme başlayınca,
Bir ayette belirtildiği gibi yıldızlar semanın ziynetleridir (67/5). Duygu ve düşünceler de, ruh semamızın parlak yol gösteren yıldızları gibidir. Onlar insanın insan oluşunun, hayvanlardan ayrılışının en önemli değerleri ve göstergeleridir. Önemlisi cennetin en önemli yatırım araçlarıdır.
Duygu ve düşünceler, insanı, akıl kalp ve nefis kaynaklarıyla buluşturan ve böylece ruh semasına irtibatlandıran en önemli davranış motorları dır. Ruhun, akıl, kalp ve nefis potansiyellerini harekete geçiren, en etkili iç aksiyon durumları, insanı eyleme yönlendiren çekim alanlarıdır..
Duygu ve düşünceler bir yandan akıl kalp ve nefsimize tercüman olurlar, diğer taraftan da eylem, tutum ve davranışlarımıza isim babalığı yaparlar. Onlar bir yönüyle ruhumuz için bir oluş diğer yönüyle sunuş olurlar. Bunları ruhumuzun tezahürlerinin esması diye de isimlendirebiliriz.
Mesela, Kur’an’da geçen “Hastalık” kavramı, hem kalp, akıl ve nefis için hem de sergilenen davranışlara yönelik bir tanımlama olarak sıkça kullanılmaktadır. İnsan maddi olarak da hasta olunca, dirençsiz kaldığı, bazen bilinçli davranmadığı ve verimli işler çıkaramadığı bir gerçektir.
İnsanın aklında hangi inanca ait onay ve kalbinde o inanca ait kabul hakimse, o konuda duygu ve düşünceler üretilir, nefis de kendine en uygun olanlara yönelir ve onları yaşamak için insanı zorlar. Organlar da buna uyarak davranışlar ortaya çıkar. Allah’a iman ışığı olmayan akıl ve kalpte direnç oluşmaz, nefsin enaniyet haline gelmiş içsel yapısına ve her emrine boyun eğmek zorunda kalabilir.
Şeytanın parmağının da bulunduğu bu kişisel durumda, bir kıyamet gerçekleşir ve ruhun yıldızları olan akıl, kalp ve nefis planında bir yaprak dökümü yaşanır. Işık ve nur kaynağı bozulunca, insanın ruhunda pek çok psikolojik bozukluk da baş gösterir. Ruh ışık gıdasından yoksun oluşuna duyduğu tepkiyi davranış bozuklukları olarak vermeye başlar.
Kıyametin kopuş anında, güneşin sönmesiyle çekim ve itme güçleri alt üst olacağından, ipi kopmuş tespih taneleri gibi yıldızlar saçılır. Bu tasvir, ruhun güç kaynakları ve çekim merkezleri olan kalp ve akıl ışığının sönmesiyle, nefsin başı bozuk şekilde azgın hale gelmesini ve duygu ve düşüncelerin, önü alınmaz bir şekilde sağa sola bilinçsizce savrulmasını düşündürmektedir.
Psikiyatristler ve psikologlar da, insanın çevreye dağılmış duygu ve düşüncelerini toparlamak ve bir araya getirmek için çabalar dururlar!..
3-Dağlar yürüyünce-Ego dağlaşıp, dağlarla ululuk yarışına girince,
Ego”nun azmışlığını anlatmada bundan daha çarpıcı bir simge gösterilemez. İnsanın Allah’a karşı Ego zaferini ilan ettiği gün onun ölüm günü olarak takvime düşülebilir.
Ene çok sinsi fırsatçı bir varlıktır. Kalbin ve aklın zayıf kaldığı her noktada bağımsızlığını ilan etmek için asla beklemez.
Dağ Ego bütünleşmesini şu ayette görüyoruz: “Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma! Çünkü sen ne yeri yarabilir ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin!” (17/37).
Başka bir ayette: “Sarsmasın diye yerin içine -çiviler gibi- dağlar yerleştirdik” (21/31). Dağlar tıpkı aysbergler gibi, dışta görünen bir baş verirler fakat altlarında kendilerinin onlarca kat fazlası yerin merkezine doğru uzanır.
İnsan benliği de dağlar gibi insanın iç dünyasını kapladığında, dışa baş verir ve kendini ilan eder. Bu yüzden burnu havada olan insanların iç dünyaları kolay okunabilir ve ona göre tedbir alınabilir.
Diğer taraftan, dağlar, tepe noktadan, aşağılara küçümseyerek bakar gibi bir eda içinde, semaya karşı da kafa tutar ve meydan okur bir hava içinde görünürler. Bu da benliği okuma adına bazı ipuçlarını vermektedir.
Ne var ki Ego ile Dağ arasındaki bu benzerlikler yok oluşta da kendini gösterecektir. Bu cüsselerine ve görkemlerine rağmen dağlar, kıyamette un ufak toz haline gelecek pamuklar gibi saçılacaklardır. İnsanın benliği için de benzer akıbet söz konusudur.
Fiziği, malı, mülkü, serveti, makamı, şöhreti ve nüfûzuyla dağlaşan; kibir, inat, zulüm ve despotluklarıyla zirvelerde dev görünen niceleri aslında cüceleşmeye, saltanatlarıyla beraber kaymaya başlarlar. Dağlara rakip çıkarcasına, onlarla ululuk yarışına girercesine, dünyalar benim, dağları ben yarattım diye, çalım satarak önceleri niceleri yürür; dağ gibi adam, gün gelir dört omuz üzerinde yürütülür.
Firavun ve Nemrut gibi niceleri, kalelere, burçlara saraylara gömülür, zamanı gelince defterleri dürülür, hesapları küçük bir dalgayla, minicik bir karıncayla görülür!..
Şeytan kibirlenmiş, Allah ile ululuk , Ademle üstünlük yarışına girmişti. İlk cehennemlik belgesini alan varlık oldu. Ebu Lehep ve karısı da inatlaştılar, ululuk kulvarında cehennemle yarıştılar, urganla boyunlaşıp ateşle oynaştılar. Sonunda onlar da cehennemle tescillenip içlerindeki ateşlerle buluştular.
Peygamberimiz, kalbinde (iman ışığına karşı) zerre kadar kibir (ve inat bulunan) cennete giremez der. Kendini beğenme, ruh dengesini bozabilecek psikolojik rahatsızlıklara götüren bir başlangıç sayılabilir ve tarihte benzeri olmayan zalimliğe ulaştıran bir yolun başlangıcı olabilir.
4-Dünyalıklar terk edilince-Dünyalıklar nefsi baştan çıkarıp ahiret terk edilince,
Ayet kıyamet anında insanın o an için en önemli gördüğü maddi varlığını görmez hale geldiğini anlatıyor. Çöldeki bir insanın, hayatla tek bağlantısı ve yaşama garantisi olan yüklü devesi gibi…
Burada ilginç olan, insanın maldan vazgeçebilmesi için ancak kıyamet kopması gibi olağanüstü bir olayla karşılaşmasının gerektiği vurgulanmış olmasıdır.
Bu demektir ki, insanın kendi kıyamet kopmadığı sürece, candan vazgeçmediği sürece maldan da asla vazgeçmeyecektir. Nefsini ne kadar seviyorsa malını mülkünü de en az onun kadar sevmeye devam edecektir. Bu şiddetli aşk derecesindeki mal sevgisi aslında, onun ahireti terk etmesine yol açabilecek ciddi bir risk anlamına gelmektedir.
Deprem, acı tecrübeler yaşattığı ve ölüme çok yakın olduğundan bir çeşit kıyamet gibi insanın gözü mal görmez canını ve yakınlarını kurtarmaya çalışır. Benliğin her adım atışı ve günahlar da ruh dünyamız için birer sarsıntı uyarısı olarak görülmeli, ruh sağlığı adına adımlar atılmalıdır.
Mal mülk ve servetin tehlikeli oluşu, insan nefsine en çok hizmet eden bir araç olmasındandır. Servet, insan ruhunun kıyametini gerçekleştirecek bir bombanın fitili durumundadır.
Çünkü nefis, servet sayesinde dilediği günah lezzetlerine kolayca ulaşabildiği gibi benliğin güçlenmesiyle kibir hastalığına da kolayca yakalanabilir, egoistçe davranıp cimrileşebilir ve zulüm de yapabilir.
Bunun örnekleri Kur’an’da sıkça verilir. Ayrıca dünyalığın, insanı bir oyun ve eğlenceden ibaret olan dünya hayatına bağlayıp servet ve evlatlarla meşgul ettiğinden ve ahireti unutturduğundan söz edilir ve tehlikeye dikkat çekilir.
Cimrilik, kibirgillerden sayılabilir! Kibir gibi, Ene-benlik-ego merkezli bir tutumun ürünüdür. Kibir daha çok duyguların bencilli ğini, cimrilik de maddi varlığın bencilliğini anlatır. İkisi de ruhun, başka insanlarla paylaşımdan doğan yüce duygularla beslenmesine engel olur.
İnsan tevazu içinde tebessümle güzel bir söz söyleyerek hem başkasını hem kendisini mutlu edip sevap da kazanırken; cömertce servetini ihtiyaç sahipleriyle paylaşmasıyla da hem duygu dünyasını şenlendirir hem de yüzler binler sevap kazanır. İki durumda da cennetini burada hazırlamış olur.
Diğer ikisi ise hem ruhta bir kısım hastalıklar tevlit eder hem de refakatleri sadece kabir kapısına kadar geçerlidir.
İnsan mezarda şöyle hayıflanabilir:
Yıllarca başımda taşıdığım, baş gözdelerim gözlerim! Gözbebeğim gibi sevdiğim servetim! Şimdi nerde kasa kilitlerine ve kitlelere hükmeden o kudretim!..
Maddi değerlere düşkünlük manevi değerleri öldürebilir. Servet tutkusunu ancak ölüm hali söndürebilir. Ölüm geldiğinde irademiz olmadan serveti terk ettiğimiz için bir anlamı olmaz.
Ruhtaki inanç ışığının sönmesi, egonun devleşmesi kadar korkunç bir ruh ölümü de olamaz. Beden ölümü gerçekleşmeden önce, dünyadaki bu sonsuz hayatı tehdit eden ruh kıyametinin dehşeti fark edilir, hissedilip görülürse zararlı servet düşkünlüğü terk edile bilir ve ölümden önce sonsuz hayat adına bir yatırıma dönüştürülebilir.
Bizce en büyük servet yatırımı, ruhlarını manevi ölüm mikropları sarma tehlikesi olan neslimizin ruh aydınlığına kavuşmaları yolunda müesseseler açmak olacaktır.
Ölüm bize geldiğinde bizde tedirginlik ve panik yapacak servet bulamamalıdır. Çünkü mal zaten asıl sahibinindir ve zaten istemesek de elimizden çıkacaktır. Madem zaten elimizden çıkacaktır; kârı sınırsız olan hayır yoluna yatırım en akıllıca olan davranış biçimi olacaktır.
5-Hayvanlar dirilince-Benlikte azgın hayvanî karakterler canlanınca,
Bu aşama, içe yönelik olarak inancın sönmesi ve akıl ile kalbin güçsüz kalmasıyla dışa yönelik olarak benliğin kendini ilan etmesi ve nefsin arzularını yaşamasıyla oluşan duygu ve düşüncelerle ortaya çıkan, kaçınılmaz iki davranış durumudur. Bunlardan birisi insana yakışmayacak hayvanî karakterlerin yaşanması ki buna azgınlık diyoruz. Diğeri de bir sonraki ayetle ele alacağımız bozgunculuk özelliğidir.
Hayvanî karakterlerin oluşması, insanın kalp mühürlenmesini kolaylaştıracak bozgunculuk durumuna geçişini kolaylaştıran bir safha sayılabilir.
Boynuzsuz koyunun boynuzlu koyundan hakkını alması için hayvanların haşir edilmesi söz konusu olursa, herhalde azmış insanın yaptığı bozgunlukların ve zulümlerin karşılığının verilmesi için dirilmesi, hem de dünyada iken, içinde besleyip büyüttüğü ve canavar haline getirdiği bütün havyanî duyguların da haşir olması kaçınılmaz olacaktır.
İnsan kendi gerçek hayvanî ve insanî kimliğini, gerçek dirilişi yaşadığı zaman daha iyi okuyabilecektir.
Ne var ki biz, bu dünyada iken Cenab-ı Hakkın, ahireti anlatarak bize öğüt vermesi gibi, daha dünyada iken insanın ruh dünyasını saran canavar mikroplarına karşı uyarıldığını da hesaba katarak, Kur’an’da ele alınan bazı hayvan karakterlerini irdelemenin yararlı olduğunu düşünmekteyiz.
Öncelikle ayet hayvanlar konusunda şu yaklaşıma davet eder: “Sizin için hayvanlarda da büyük ibret vardır. Size onların karınlarındaki işkembe ile kan arasından gelen, içenlerin boğazından kolayca geçen halis süt içiriyoruz, etlerinden de yediriyoruz” (16/66; 23/21).
Siz isterseniz, hayvanların süt gibi olumlu yanlarından güzelce istifade edilmesi ve haram olan yollarla olmadan, kan ve işkembe gibi pislik -ve olumsuz karakterler- bulaştırmadan yararlanılması gerektiği dersini çıkarabilirsiniz.
Ya da nasıl sevilesi hayvanlar, hayvanların sevilesi karakterleri vardır, öyle de nefret edilesi hayvanlar ve nefret edilesi karakterleri vardır. Süt, bal, ipek sunan güzellikler kuşağındaki hayvan ve karakterlerden, mikrop, salya ve canavarlık yayan hayvan ve karakterlere kadar bir yelpaze ile karşı karşıyayız.
Köpeklerin de ekolojik varlık dengesinde yerleri vardır, hatta onlara da ümmete denmiş, öldürülmeleri yasaklanmıştır. İnsanın karakterleri nasıl eğitilmeli kontrol altına alınmalı iyiye yönlendirilmelidir deniyorsa, aşağıda gelen hayvanlar içinde aynı yaklaşım geçerlidir kuşkusuz!..
a-Hayvandan aşağı benlik karakteri:
“İns ve cinden cehennemliklerin kalpleri vardır onlarla kavramazlar, düşünmezler, gözleri vardır onlarla görmezler, kulakları vardır onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da sapmış-aşağı durumdadırlar. İşte onlar gafillerdir”(7/179; 25/44).
“Allah inananları cennet koyar. İnkar edenler ise, dünyadan alabildiğine yararlanırlar ve tıpkı hayvanlar gibi yerler, onların yerleri ateştir” (47/12).
Hayvanların insanlar gibi gören gözleri de, işiten kulakları da, düşünen akıl ve kalpleri de yoktur. Sorumlu olmazlar. Üstelik pek çok yararları da vardır. Akılları yokken akıllıca işler yaparlar.
Bazı insanlar ise, üstün organ ve yeteneklerine rağmen Hakk’ı göremiyorlar, iman etmiyorlarsa, sadece üreme ve yeme içmeyi düşünüyorlarsa, bir de canavarlıkta sırtlanları geçiyorlarsa onlar kadar olamıyorlar demektir.
İki ayette insanın Allah tarafından kendisine deyim yerindeyse takdir edilen üstün rolü beğenmeyip, en düşük aşağı bir rolü tercih etmesine bir vurgu yapılıyor. Özellikle akıl ve kalp başta olmak üzere yüksek değerdeki duyu organlarını yolunda kullanmamasına ve nefsin arzuları peşinde koşmasına dikkat çekiliyor.
Bu durumda insanla hayvan arasındaki ayrım çizgisi aklın, kalbin ve nefsin kullanılması olmaktadır. Nefsin bozulması azgınlığı, akıl ve kalbin bozulması da bozgunculuğu sonuç vermiş olmalıdır. Bu iki kavram Kur’an’da sıkça karşımıza çıkmaktadır. Gelen ayetler bu konuya misallerle açıklık kazandırmaktadır.
b-Benliğin cahil eşek karakteri:
“Yavrucuğum! (Lokman’ın oğluna tavsiyeleri) Namaz kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçir, sabırlı ol, insanları küçümseyerek yüz çevirme, böbürlenerek yürüme, Allah böyleleri sevmez, Yürüyüşünde mutedil ol, sesini alçalt! Kuşkusuz seslerin en çirkini merkeplerin sesidir” (31/17-19).
“Onlara ne oluyor ki, adeta arslandan ürküp kaçan eşekler gibi Kur’an öğüdünden yüz çeviriyorlar?Her biri gökten inmiş sayfalar istiyorlar!” (74/49-51). “Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerle kitap yüklenmiş taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah’ın ayetlerini yalanlamış toplumun durumu da ne kötüdür! Allah zalimler topluluğunu hidayete iletmez” (62/4).
Kur’an’da bir yerde atla birlikte anılan eşek, binek ve ziynet olarak da tanımlanır(16/8), bir ayette de, “Dirilme nasıl olacak acaba?” deyip uykuya dalan ve yüz yıl sonra uyanınca, yanında kemik haline gelmiş eşeğinin tekrar canlandırıldığını gören insanın hikayesi anlatılırken zikredilirzikredilir (2/259).
Cahilliği üçe ayırırlar:
Bir şey bilmeyenler,
bilmediğini bilmeyenler,
bilmediği halde biliyor gibi davrananlar.
Sonuncusuna cehl-i mük’ab derler.
Kur’an, ilim sahiplerinin Allah’a karşı saygılı olacağını belirtirken (35/28), ilim sahibi olduğu halde yanlış yorumlar yapanları da kalbinde hastalık ve eğrilik var diye tanımlar (3/7). Hiçbir bilgi seviyesi, dünyada amellerin boşa çıkmaması için yeterli olmayabilir. İnkarcılık ise bütün bilgilere rağmen, bütün güzel dünya amellerini yok etmektediretmektedir (11/16).
c-Benliğin azgın domuz ve maymun karakteri:
“Allah katında yeri daha kötü ve sapmış olanlar, Allah’ın lanetlediği ve gazap ettiği, aralarından maymunlar, domuzlar ve tağuta (şeytana ve ya nefse) tapanlar çıkardığı kimselerdir” (5/60). “Aşağılık maymunlar olun!” (2/65;7/166)
Allah’a verdikleri sözde durmayan, cumartesi yeme yasağını delen, gökten indirilen yiyecekleri beğenmeyip yenilerini isteyen, Musa’nın vahiy almaya gitmesinin ardından altından buzağı yapıp ona tapınan, Musa’ya sen git Rabbinle beraber savaş yap diyen İsrail oğulları için, insanlara ibret olma sı ve muttakilerin öğüt alması için söylenmiş bir sözdür.
Tefsircilerin bir kısmı gerçek değişim (mesh) olduğunu bir kısmı da temsilî olduğunu, sûreten değil sîreten yani huy ve karakter açısından bir değişime uğradıklarını ileri sürerlersürerler (Yazır,1/317).
Nefsin azgın yönü bir bakıma bu hayvanlarla uygunluk gösterebilir. Çünkü nefis esas itibariyle yasak tanımaz, haram helal, pis temiz bilmez, sınır kabul etmez, alabildiğine özgürlük taraftarıdır ve günahlar da aslında nefsin yasak delmesinin, sınırları aşmasının bir ifadesidir.
Öte yandan nefis ilk kez karşılaştığı her lezzeti de taklit etmek, ondan yararlanmak ister. Aç gözlülük, maymun iştahlılık, oburluk, kıskanmama ve her pisliğe bulaşma, azmış bir nefis için hiç de yabancı kavramlar olmasa gerektir.
d-Benliğin bozguncu köpek karakteri:
“…O dünyaya saplandı ve nefsinin arzularının peşine düştü. Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer. Üstüne varsan da dilini çıkarıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur. Ayetlerimizi yalanlayan kavmin durumu böyledir. Kıssayı anlat belki düşünürler” (7/176).
İsrail oğullarından Bel’am isimli şahıs önce Musa’ya inanmış fakat savaşta kaybetme korkusuyla hem Musa’ya beddua etmiş, hem de aleyhinde bozgunculuk yaparak, çevresine Musa’yı bozguna uğratacak tuzaklar ve komplolar öğretmeye çalışmıştı.
Dünyayı tercih eden, nefsine kapılan ve ayetleri yalanlayarak dalalet ve sapıklığa düşen ve Musa’ya saldırmayı bir kimlik olarak kabullenen bu kişi, saldırganlığının benzerliği ile ayette köpeğe benzetilmektedir.
Bir ayette, köpeğin eğitilmiş avcı hayvanı olarak kullanılmasından bahsedilir (5/1). İlginçtir köpeğe verilen bu masum rütbe bile yine av hayvanlarına saldırma ve onları ölüme taşıma üzerine verilmiş bir görev ve unvan olarak karışımıza çıkmaktadır. Eshab-ı Kehf’ in köpeği de bilinmektedir (18/22).
Bu hayvanın ilginç bir durumu vardır. İnsanlarla en çok içli dışlı olabilen bir hayvan olduğu ve insanların verdiklerini yediği halde, asla saldırganlıktan vazgeçmez.
Yukarda zikredilen hayvanlarda bu özellik görülmez.
Yaban domuzu ise insanlarla yaşamaz.
Av ve bekçi köpeği olarak kullanılmasına rağmen, yaladığı kabın defalarca yıkanmasının öğütlenmesi, eniğinin bile meleği kaçırması, (Şafîlerde) abdesti bozması, özellikle de saldırganlığı ile adeta diğer vahşi hayvanların, insanlar arasındaki da baş temsilciliğini yapıyor gibidir.
Bu durumu, bütün bozgunculuğun, fitne ve fesadın baş temsilcisi olan şeytanla bir yakınlığının, frekans birliğinin olup olmadığı düşüncesini akla getirmektedir. Üstelik kuduz olma durumuyla insan hayatıyla da oynayabilmektedir. Ve insanlar fitne fesat çıkaran bozguncu insanları daha çok, bu hayvan tipiyle adlandırırlar.
Bozgunculuğun en önemli göstergelerinden birisi, zalim kimselerin, maddi-manevi haklara saldırması onları rahatlıkla çiğner hale gelmesidir. Buna kısaca kul hakkı diyoruz ki, bazen, Kur’an’ın yasak ettiği, gıybet, alay, lakap takma, kusuru ifşa etme (49/11-12) adına söylenen bir kaç söz bile karşımızdakinin ruh dünyasını allak bullak etmeye yetebilir hatta bunalımlara, depresyona bile sokabilir.
Birinin parasını çalmak, onu zor durum da bırakmak da aynı sonucu verebilir. Bu özellikle yıllarını vererek diyelim ev alacak kadar para biriktirmiş bir insanın parasını çalmak, 25-30 yılını çalmak, adeta onun hayallerini yıkmak anlamına gelir. Çalma, kuruluşlar ve toplum planında yaygınlaşırsa bu, toplum çapında bozgunculuk yapma, fitne ve fesat çıkarma anlamına gelmektedir ki saldırgan karakterler ortalıkta dolaşıyor demektir.
İster maddi olarak isterse manevi olarak kul hakkına tecavüz ederek, bir insanın özellikle toplumun psikolojisini bozmak haramdır denebilir.
Çünkü hırsızlığın her çeşidi haramdır, çünkü gıybet, iftira, laf taşıma, fitne çıkarma gibi sözler haramdır. O kadar ki Kur’ an kaş göz işaretiyle bir insanı çekiştirmeyi bile yasaklamıştır (104/1).
Ve topluma ve devlete ait, izinsiz alınan bir ipin bile, mahşerde çalan kişinin boynunda ateşten bir zincir olarak getirileceği belirtilmiştir.
Anlaşılıyor ki maddi ve manevi her türlü saldırı, haksızlık ve zulüm insanın duygu ve düşüncelerini doğrudan etkilemektedir.
Dinimizin kul hakkı konusundaki hassasiyeti, bozgunculuğu önlemede, toplum huzurunu sağlamada son derece gerekli bir tutum olarak ortaya çıkmaktadır.
Bozgunculuğun birinci kadar önemli olan ikincisi, fitne ve fesat kavramlarıyla Kur’an’da israrla ele alınan, toplum hayatının, idarî, ahlakî, sosyal ve ekonomik olarak dengesinin bozulmasıdır.
Bu kavramlarla anlatılan bu hayat alanlarının bozulmasının baş kahramanları yine şeytan ve firavundur, Lut kavmidir, Ad ve Semuddur (89/12). Lut Peygamberin kavmidir (26/173), Şuayb Peygamber defalarca ölçü ve tartıda dengeyi bozarak fitne-fesat çıkar-mayın demiştirdemiştir (7/85;11/85,183;29/36).
Öyle anlaşılıyor ki, toplum düzenini bozan belli alandaki azgınlık ve bozgunluklar, belli yoğunluğa ulaşınca, yer ve gök unsurlarının da bu fitne sebebiyle dengesi bozulmuş felaketler ve gazap gelmiştir.
Kur’an fitne ve fesadı cinayetten şiddetli görür (2/191,217), bozguncularla ciddi mücadeleyi ve ortadan kaldırmayı ister (2/193;4/91). Ve şu ayetle genel bir ders verir: “Mümin olanlar birbirlerinin yardımcıları olduğu gibi, inkarcı olanlar da birbirlerinin yardımcılarıdır.
Eğer siz Allah’ın emirlerini yerine getirmez -yeryüzünde sâlihâtı yaymazsanız- yeryüzünde büyük fitne ve fesat olacaktır!” (8/73).
Bozgunculuğu, fitne ve fesadı önleme adına, Müslümanlığın güzel ahlakını yayma konusunda çalışmak; Müslümanlığı en güzel şekilde yaşayıp, evrensel planda temsil etmek ve dünya insanına göstermek için hizmetlerde bulunmak kitlesel bir farz sayılabilir.
6-Denizler ateşlenince-Benlikte bozgunculuk yangını başlayınca,
Allah atmosferde denge ve düzen sağladığı gibi, denizlerde de sağlamış, gökten asit yerine hayat sunan, yiyeceklerimizi bitiren yağmur suyu -ki o da aslında buharlaşan deniz ananın ürünü sayılabilir- indirmiş, suyun hem aside dönüşmesine hem de Hidrojen elemanından dolayı yanıcı kimliğe bürünmesine fırsat vermemiştir.
Oysa insan benliği, kendini Tanrı yerine koyunca, Firavun gibi Tanrı misyonuna soyununca, mevcut dengeyi bozup kendi dengesini koymak istedi. Tıpkı şeytanın, kendince Ademle bozulan kimlik dengesini kabul etmeyip kendi ateşten benlik sınırlarını kendisinin çizmeyi istemesi gibi. Tarih boyu nice bozgunculuk yapanlar, hep dengeleri alt üst etti, kitlesel yangınlara yol açacak bombaların fitillerini tutuşturdular…
Atomlarla oynayan insanlar, atomun dengesini bozunca, insanlığı kırıp geçiren bombalar imal ettiler. Bir gün yanlış nükleer bir deneme sonucu denizleri de ateşe döndürürlerse, kendi kıyametlerini kendi elleriyle hazırlamış olacaklardır.
Bozguncu dimağlar ürettikleri ateist ve sonunda “izm” tanımlaması bulunan ideoloji ve sistemlerle toplumların dengelerini alt üst ettiler ve dünyayı ateşe verdiler.
Ve dünya, gerçek kıyametini görmeden önce, tıpkı kış ve baharın haşr-dirilme örneği olarak anlatılması gibi, dünya nice kışlar nice, felaketler, gazaplar, ihtilaller, savaşlar, katliamlar ve kıyametler yaşadı…
İnsanoğlu bozgunculuk yolunda etrafını yakıp yıkarken daima ateşi kullandı. Ortalığı hep ateşe verdi. Aslî kimliği ateş olan şeytana mı özendi? Ateş babalığına soyunan Ebu Leheb’e mi?(111/1) Yoksa ateş hendekleri oluşturup masumları içine yuvarlayan Eshab-ı Uhdud’a(85/4) ya da İbrahimleri ateşe fırlatan Nemrutlara mı?(21/69). Son asırda milletler çapında savaş ateşleri yakanlara mı? Bunlar, tarihin bozguncu ve yangıncı kimlikleri!..
Meleklerin ön görüsü doğru çıktı. Yeryüzünde fitne çıkarıp bozgunculuk yapacak, kan dökecek, ortalığı yangın yerine çevirecek insanlar mı yaratacaksın demişlerdi(2/30). Ama onlar “Halife”nin gerçek misyonunu tam bilemiyorlardı.
Şeytan da haklı çıkmıştı. (Bu sözü Allah söylemektedir;34/20). And olsun beni azdırmana karşı insanları azdıracağım, cehenneme dolduracağım diye and içmişti. Evet çoğu insanı zaman zaman kendine benzetmiş, kendi gibi ateşleştirmiş, ortalığı ateşe verdirmişti. Ne var ki mahşerde de ateşte buluşma randevusu vermişti… Allah, en doğruyu söyleyendir. Meleklere, bilmediklerinizi bilirim, şeytana da İhlaslı kullarıma dokunamayacaksın demişti. Yüce Nebimizden sonra nice Hak ve Adalet temsilcisi inanmış insan, dünyadaki yangınları söndürmek için, kıtalar ötesi yolculuklar yapmış seferler düzenlemişlerdi. Ve günümüzde , birer itfaiye memuru gibi, nice ateş söndürücüler, millet ve insanlık evlatlarının kalplerindeki, kafalarındaki ve nefislerindeki yangınları söndürmek için kova kova su taşımaktadır, nâr yağdıranlara karşı nûr ile imdada koşmaktadır.
Bozguncu, denge bozan demektir. Allah’ın koyduğu varlık ve insan dengesini bozan demektir ki bu yüzden Allah’a karşı işlenen şirk suçu ile daima at başı giden bir suç olarak görülmüş, şirk koşanların temsil ettikleri bir vasıf olmuştur.
Nefislerle oynayan insanlar, nefsi azgınlaştıran zevk ürünleri ve bombaları üreterek benzer şeytanî-denge bozuculuk misyonunu icra ettiler. Yangınların en tehlikelisi, kalplere düşen inkarcılık ateşi, akıllara ilişen şüphe kıvılcımı ve nefislere bulaşan günah alevleridir. Bozgunculuğun en büyüğü de şirk ve inkarcılık adına bu Ruh dengesini bozmaya yönelik bozgunculuk olmaktadır.
Denizlerin karışmasıyla yangının büyümesi söz konusudur. İnsanın ruh dünyasına giren bir günah mikrobu da çoğalarak, aklı kalbi, iradeyi, bilinci, biniçaltını, duygu, düşünce ve duyuları etkisi altına alabilir.
Bir öfke bazen zincirleme reaksiyon gibi çevreye büyük zararlar verdirebilir, çok hayatı karartabilir, öfke ateşi büyük yangınlara yol açabilir.Yangının ve hastalığın büyümemesi için zamanında müdahale gerektiği gibi, şüphe ve tereddütler mutlaka erbabına sorarak, kitaplar okuyarak, sohbetler dinleyerek giderilmeli, günah leke ve kıvılcımları tövbe, istiğfar, ibadet ve hizmetlerle silinmeli ve söndürülmelidir. Psikolojik rahatsızlıklar için bir Psikiyatriste gidilmesi, psikoterapi uygulanması gerektiği gibi…
Aksi takdirde evrensel bir Nuh Tufanı ve kıyametle denizlerin bütünüyle yanması gibi, bütün Ruh cephelerimizde yangınlar başlayabilir ve Ruhumuzun gerçek kıyameti kaçınılmaz olur.
Ego patlamaları ve yangınları bu açıdan Ruh için son derece zararlı oluşumlardır. Önü alınamaz ve önlenemez sonuçlar doğurur. Ve çoğu zaman da dönüşü olmaz. Tıpkı büyük kıyamet koptuktan sonra artık dönüşün olmaması gibi…
Ayetlerde görüldüğü gibi, kıyamet koptuktan ve gerçek yangın kaynağı cehennemi gördükten sonra, ruhlar geri dönüş için israr ederler, ateşe girenler de çıkarılmak için yalvarırlar, insan ruhunda ve toplumlarda yangın çıkarmayacaklarına söz verir, inanan ve ibadet yapan iyi insan olacaklarına and içerler. Allah onlara fırsat ve ömür verdiğini, uyarıcı gönderdiğini, artık dünya peresinin kapandığını, geri dönüşün olmadığını belirtir(23/107;35/37). Artık onlar şimdi dünyada meslek edindikleri bozgunculuğun ve yangıncılığın karşılığı olarak ateşleriyle buluşmuşlardır.
Evet dünyada iman ışığını söndüren, akıl kalp ve nefsini nur ve ışıktan yoksun bırakan, duygu ve düşüncelerini karartan, devleştirdiği egosuyla dünyaya bağlanan ve nefsini günahlarla azgınlaştırıp benliğini bozguncu yapan her insan, yaşarken kıyametini yaşamış, ruhen ölmüş ve ateş haline gelen benliği için ateşten geleceğini hazırlamış olmaktadır.
Kuşkusuz ateşten korunmanın ve cennete ulaşmanın yolu, bu yolların tersi yollara girmekten geçmektedir. Yol iki Hak bir, birinden nur akar birinden kir!..Birine derler ateşe, diğerine cennete gir!..
Buraya kadar altı ayetle, ayetlerin asıl anlamlarının yanında yan anlamlarını tespit etmeye çalıştık. Bununla, büyük kıyametten önce küçük kıyamet yaşayacak olan çağımız insanının, Ruh hayatına yönelik açıklamalarda bulunarak, duygu ve düşünce boyutunda yararlı olmayı amaçladık. Gelen ayetler,öbür aleme ait olaylar olarak yorumlandığı için, asıl anlamları ön plana çıkarılacak, gerektiği yerde yukarıdaki açıklamalara bağlantı sağlanacaktır.
7-Nefisler eşleştirilince,
Bu ayet cennetlik ve cehennemliklerin ayrı ayrı bir araya getirilmesi, insanların amelde benzerleriyle bir arada toplanması ya da Ruhla bedenin buluşması ya da cennette eş şeklinde açıklanmıştır(Yazır,9/17-18).
Bu ayetin öncesindeki ve sonrasındaki ayetleri incelediğimizde bu eşleştirmenin, cennet veya eş için olmaktan çok, sorgulama aşamasındaki eşleştirme olduğu izlenimini almaktayız. Sorgulamada ise tecelli edecek Adaletin tezahürü olarak taraflar karşılaştırılacak şahitler dinlenecektir.
Bu sebeple bu eşleştirme yüzleştirme olarak da alınabilir. Çünkü hayvanların haklarının alınması yüzleşme şeklinde gerçekleşeceğine göre bu, insanlar için daha da gerekli olmaktadır. Nitekim kul hakkının affedilmediğini, sevap-günah alıp verilerek borçların ödeneceği bilinmektedir. Bir sonraki ayet de zaten tek taraflı yüzleştirmenin işaretini vermektedir. Karşılıklı yüzleştirmenin sonunda, yazılı kayıtlara bakılması da daha makul görünüyor.
Bu yüzleştirme amaçlı eşleştirme Ruh-beden arasında da gerçekleşecektir. Ruhun ifade gücü elinden alınır, dili susturulur, eli, ayağı hatta cildi konuşturulur(36/65;41/21) ve Ruha dünyada yaptıkları bir bir değişik şahit dilleriyle anlatılmış olur.
Nefis, insanın zatı, bütün olarak kendisi anlamıyla, insanın varlık kimliği olarak isimlendirilebilir. Daha doğrusu öldüğü andaki son kabul gören zatî kimliği…Ya da “Dönüş kimliği!”. İnsan Allah’tan gelirken bir kimlikle gönderilir, emanet bu kimlik korunmuş veya bozulmuş, güdükleştirilmiş veya geliştirilmiş olarak Rabbe geri döner. Geliş ve dönüş (2/156)kimlikleri farklı olur. Bu farkın belirlenmesi o insanın mahşerdeki durumunun belirlenmesi adına gerekli olmaktadır. Bu anlamıyla eşleştirmenin, iki fıtratın yüzleştirilmesi amacıyla gerçekleşeceği de düşünülebilir.
Kaybedilen kimlikler için “Zayî”, “Hükmü geçersizdir” gibi duyuru ve ilanlar verilir ve yeni bir kimlik oluşturulur. Bu durumda son kimliğimiz geçerli olur ve muameleler onun üzerinden yürütülür. Mahşerde de kuşkusuz Allah’a dönüş anında, dünyada oluşturduğumuz kimliğimize bakılacaktır ki yukarda ele aldığımız altı ayet “Kimlik oluşturma” adına bize yeterli bilgi ve uyarıyı vermiş olmalıdır.
Her insana bir orijinal yaratılış kimliği verilir. Bu ilk nefis, ilk orijinal varlık yapısıdır. Saf, temiz bir hamur gibidir. İnsan, aile, çevre ve iradesinin yönlendirmesiyle bu hamura bir biçim ve şekil kazandırır. Mizacını karaktere dönüştürür. Ve daha önce yer yer temas ettiğimiz, ikinci fıtrat kazanır. İnsanın dünyada yaşadığı iç çatışmalarının, psikolojik hastalığa dönüşmüş ruh infiallerinin temelinde, bu iki fıtratın birbiriyle tam örtüşememesinden ve sürekli çatışmasından kaynaklanmaktadır.
Çünkü ikinci nefis, rüşte ermiş, duyu ve duyguları gelişmiş, beden ve duygu zevklerini tatmış nefistir. Ego dağlara özenerek ağırlığını koymak ve sabilik döneminde vicdanın saf kucağında büyümüş nefsi dışlayıp, kendini ona kabul ettirmek ister. Akıl ve kalp desteği ile insan temiz kimlik çizgisini yürütemezse, şeytanî yönü ağır basan farklı kimlikle kendini kabullenmek zorunda kalabilir.
Mahşerde işte bu iki fıtrat ve kimlik yüzleştirilebilir, amel defterleri açılır, hangi kimliğine göre muameleye tabi tutulacağı belirlenebilir. Orada, ellerimizle var ettiğimiz yapay kimliğimizin kurbanı olmamak için, burada, fıtrî, aslî ve öz kimliğimizi korumaya, olumlu yönde geliştirmeye, temiz yapısı üzerine ikinci temiz bir yapı oluşturmaya çalışmalıyız. Bu da doğal olarak, ancak Kur’an’ın sunduğu reçetelerle mümkün olabilecektir.
Dünyada ve ahirette günahlardan arınmayla ilgili maddede belirtilenler birer Fıtrat temizleyicisi sayılabilir. Gül güller arasında bir başka yetişir. Fıtratların temiz kalması için temiz kimlikli dost ve arkadaş desteğine ihtiyaç vardır.Temiz kalmış fıtratları yüzlerinden okunan aydınlık ruhları simalarına vurmuş insanları bulmak, onlarla “Fıtrat Eşleştirmesi” yapmak, o fıtratları aynalamak ve kopyalamak gerekir. Çünkü ahirette gerçekleşeceği gibi, temizler grubuyla kirliler grubu eşleştirilecek bir araya getirilecektir. Ayette uyarıldığımız gibi, temizler temizlere, habisler habislere yakışır!(24/26).
Burada şu hoş ibret dersi ortaya çıkmaktadır. Ahirette eşleşerek, borçlu olarak mahkeme önüne çıkabileceğimiz birinin olmaması için, burada kimsenin hakkını yememeli, maddi ve manevi kul hakkından uzak kalmalıyız.
Öte yandan, günahlarımıza şahitlik yapabilecek insanların olabileceğini düşünerek, bu dünyada kimseyi günahımıza şahit yapmamalıyız. Bu, kimseyle bir günah işlememeliyiz anlamına gelir. Tek başına işleyebileceğimiz günahlar için de yazıcı melekleri düşünmeliyiz. Bu konunun farklı bir yönü de, geçmiş günahlarımızı gündeme getirip; yapmayanları özendirebilir, bilmeyenleri bilir, ahirette şahit olabilir hale getirmemeliyiz. Ayet bu konuda ölçü verir: “Allah kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez, ancak haksızlığa uğrayan başka…İyiliği açıklar veya gizlerseniz veya kötülüğü açıklamadan affederseniz, Allah işitici, bilici, affedici ve kadirdir”(4/148-9)
Ve en önemli ders şu olmalıdır: “Kendimi kendimle eşleşerek yüzleşecek, mahkemeye çıkacak ve kendimin aleyhte şahidi olacak hale getirmemeliyim”. Bu şahitlerin başında kuşkusuz hafızamız, bilinçaltımız sonra da duyu organlarımız gelmektedir. (Bilgisayarın, her çalışmayı otomatik dosyalaması gibi çok kopyalı bir kayıtla karşı karşıyayız. Bir de çevremizdeki eşyanın, atomların bizi kaydetmesi var).
Dünyada, hafızamızın bilinçaltımızın bir film şeridi gibi ortaya çıkmasını ve en yakınlarımızın bile izlenmesini istemeyiz? Böyle bir şey gerçekleşse, kimileri ne utanç girdaplarında kıvranır Allah bilir! Evet gerçekten Allah bilir; öbür alemde dilerse Settâr ismiyle örtebilir, “Gel aramızda kalsın kulum!” diyebilir!..Allah, böyle bir örtme-setretme işleminin gerçekleşebileceğini belirtmekte ve bunu iman, tövbe ve salih amellere bağlamaktadır(47/2).
8,9-Toprağa gömülen yavruya hangi günahı sebebiyle öldürüldüğü sorulunca,
Bu sorgulamada yüzleşme eşleşmesi görülmüyor, muhtemelen insan vicdanına tercüman olunuyor. Masum bir bebeğin kumda kazılan bir çukura itilmesi ve üstüne toprak saçılarak, feryatlarına aldırmadan, canlı canlı gömülmesi sahnesi karşısında, izleyen değil, dinleyen bir insanın, bir insana karşı değil bir kedi bir kuş yavrusuna bile hassas olan bir insanın, içinin acımaması mümkün değildir. Bu olay, birinci olarak, başlı başına Cahiliyedeki kalp katılığının ve aşağılık duygusu içinde un ufak olmuş, kumlara gömülmüş, aşağılık hale gelmiş duyguların en çarpıcı göstergesi olmaktadır. Kız çocuğunu kumlara gömen insan aslında kendi duygularını gömü yordu. Bu ne akla ne vicdana sığan insanlık dışı tavrına kutsal bir de mazeret kılıfı uyduran Cahiliye insanına göre, kız Allah’a aitti ona gitmeliydi, erkek çocuklar da kendisine aitti.
Ayet bebek katilinin psikolojisini şöyle sahnelendiriyor: “Onlardan birine kız çocuğu müjdelendiği zaman, öfkeden yüzü kapka ra kesilirdi. Bu haber karşısında kavminden gizlenir; aşağılık duygusu içinde çocuğu yanında mı tutsun yoksa toprağa mı gömsün boca lar durur. Ne de kötü karar veriyorlar!”(16/59).
“Kızın oldu!” denince mosmor kesilen ve öfkeden kuduran bir baba düşünebiliyor musunuz? Çevre tarafından küçümsene ceğini düşünen, gururla etrafına çalım satarak göstereceği erkek çocuğundan mahrum kalan, o kızı başından atmak için kötülerin en kötüsü bir yöntemi seçen, masum yavruyu imha eden bir baba!..Kaba saba ruhuyla, akbabalara yem edilesi celsesiz ceset bir baba!..
İkincisi, bu suç sebebiyle sanığa baştan mahkumiyet hükmü verilmiştir. Doğan bir çocuğu öldürmenin yer yüzünde gösterilebilecek hiçbir geçerli gerekçesi olmadığı için mahkuma sebebi sorulmamaktadır. Bu, Firavun’a “Doğan çocukları neden kesiyordun?” diye sormaktan farklı olmayacaktır.
Üçüncüsü, öldürmenin hangi gerekçelerle gerçekleştirildiği bilindiği için de sorulmamış olabilir ki bunlar; Kız çocuğundan utanç duyma(16/59), yoksulluk korkusu(6/151;17/31) ve o kızı, Allah’ın kızları(16/57) sayılan melekler arasına katma düşüncesi olarak belirtilmektedir (Yazır,9/21). Ayrıca erkek çocuklar büyüyerek savaşçı olabiliyor kızlar ise savaş ganimeti olarak alınıp satılabiliyordu, bu yüzden tercih dışı kalıyorlardı.
Dördüncü ve önemli bir sebep ise, katili susturma, haksızlığını vurgulama, pişmanlık duyguları içinde vicdanını sızlatma ve cezayı ne kadar hak ettiğini gösterme amaçlı olarak yüzleşme tek taraflı gerçekleşmektedir. (Müslüman olanlardan, zamanında bu uygulamayı yapmış olanlar affedilmiş, her can için bir deve boğazlaması öğütlenmiştir).
Günümüzde doğan çocuğu ölüme terk edenler ya da kürtaj yaptırarak doğmadan yok edenler (ki azl denen konuda bile uyarı yapılmıştır),birer cinayet faili olarak, mahşerde aynı soruya muhatap olacaklarını düşünmelidir.
Öte yandan, mahşerde yavruların güzel eğitimle yetiştirilip yetiştirilmedikleri de sorgulanacak, Ruh, kalp, akıl ve nefis dünyalarının ihmal sonucu manevi ölüme terk edip etmedikleri de sorulacaktır. Bu konuda yanlış yapanlar, evlatları kendilerinden davacı olmasın diye kaçacaklardır(80/34).
Evlatlarına kötü davranan anne babalar, çocuklarına şiddet uygulamış ve günah yollarını öğretmişlerse, çocuğun ruh hayatını sabote etmiş olduklarını, hayat boyu etkisinde kalabilecekleri psikolojik rahatsızlıkları miras bıraktıklarını, diğer tabirle hayatlarına kıydıklarını adeta karanlık bir dünyaya onları ittiklerini da asla unutmamalıdır. Her anne babanın, kendileriyle beraber evlatlarını da ateşten korumaları gerekir(66/6).
10-Amel defterleri açılınca,
Hiç bir insanın asla istemediği bir şey; özellerine inilmesi!.. Ya da Allah’tan başka kimsenin bilmediği gizli suçlarının veya günahlarının deşifre edilmesi. Böylece hem kanun nazarında suçlu duruma düşüp ceza yemesi, hem de insanların bakışları altında psikolojik baskıyla ezilmesi!.
Bir de alacaklıların kapısına dizilmesi…
Kur’an, gelecekte insanın başına gelecek hadiseleri, işlediğimiz ayetlerde olduğu gibi, önceden bildirerek uyarmakta ve bütün sayfaların açıla-cağını belirterek, duygu ve düşüncesini hareket geçirmektedir.
“Eski defterleri şimdi kurcalamayalım lütfen!”..Burada sözümüz dinlenebilir ama orda asla! Bütün geçmiş hesaplar görülecektir.
Özel ve gizli kayıtlı durumlarıyla kendilerine şantaj yapılan insanlar ya buna boyun eğip yüklü bir bedel öderler ya da soluğu poliste alırlar ve suçluluk duygusuyla pişman olur ilgili taraflardan özür dilerler. Muhtemelen bu, onlar için caydırıcı bir ders de olabilir.
“Amel defterlerimiz açılacaktır, küçük büyük gizli açık bütün ses ve görüntü kayıtlarımıza bakılacaktır, günahlarımız bir bir ortalığa saçılacaktır, kimini kime hangi zulmü ve haksızlığı yaptığına detayıyla vâkıf olunacaktır!”…Dünyada birkaç karelik görüntü ve üç beş cümlelik ses kaydı karşısında alt üst olan, dengesi bozulan insan, acaba bu tehditler karşısında ne hissedecektir?
Çoğunlukla bir şey hissetmeyecektir çünkü insan gözünün önündeki, nefsinin muhatap olduğu peşin olaylara, ücret ve cezaya bağımlıdır. Hissetmez çünkü, yakın ve uzak dünya geleceğine ait pek çok düşünme egzersizleri yaşar da, ölüme gelince anında bir “U” dönüşü yapar ve endişe giderici ilaçlar gibi dünya zevklerine dalıverir.
Oysa ölüm duvarından bir atlayıverse, ayetlerde belirtilen sahneleri hayalinde bir canlandırıverse, şantaj sonucu çıktığı mahkemeyi hayal dün-yasında bir kuruverse; hatta tiyatro sahnesine çıkıp kıyamet sonrası başına gelecek olayları, perde perde psikodrama yöntemiyle canlandırıverse! Ve bu hayalî yüzleşmeleri günde beş kez tekrar ediverse!..
İnsan sık sık psikolojik yanılgılar yaşayan, bu sebeple de ölüm ötesi gerçeklerden uzak kalan bir varlıktır. Tıpkı bir cam şişe içine sıkışıp kalan cin varlık gibidir o!..Ten kafesi içinde birkaç psikolojik mutluluk nağmesiyle veya sıkıntı efkarıyla ömür tüketir. Dört duvar arasında dünyaları sığdırır mutlu olduğunu zanneder, avunur. Aynı dört duvara döşediği hayalî aynalara aldanarak kısacık hayatını boyutlaştırır ve dünyada ebediyen kalacakmış gibi yanılgıya düşer.
Mahşerde amel defterlerimizi açtığımızda bulduklarımız, bu dünyada iyi kötü yaptıklarımız olacaktır.
Bu sebeple insan, bedenini ve çevresindeki bütün maddi duvarları aşıp, sık sık mahşere ulaşmalı, amel defterleriyle kucaklaşmalı, içine bakıp kendiyle hesaplaşmalıdır. Mahşer çok uzak diye mi düşünüyorsunuz? Hayır! hafızanızın ya da ışık soluyan kitapların sayfalarında dolaşmanız bağlantı kurmak için yeterli olacaktır!..
O bağlantıyla web sayfalarında gezinmek gibi, olumlu alemlerde dolaşmak istiyorsanız, Kur’an sayfalarına başvurmanız gerekecektir. Sörf yapan insanlar bir avuç sûrî mutlulukla avunuyorlar; madde ötesine gidebiliyorlar mı? Sitelere sıkışıyorlar, mahşer safhalarında dolaşabiliyorlar mı? Başkalarının yazıp çizdiklerini okuyor, seyrediyorlar; hiç kendilerini okuyabiliyor, akıbetlerini seyredebiliyorlar mı?..
11-Sema örtüsü kaldırılınca,
Kıyamet ve ölüm gözümüzün önündeki madde ve beden perdesini kaldırır. Bizi görünmeyenle yüz yüze bırakır. Kur’an’da tavan olarak adlandırılan ve atmosfer olarak yorumlanan gökyüzü, maddi yapısıyla varlığını yitirir, gaybla aramızda oluşturduğu zahirî perdelik görevini de bitirir. Amel defterlerimize ulaşıp açabilmek için bize mahşere uzanan bir yol açılır. Şekiller biçimler, isimler, renkler, etle kemik, suyla hava, ışıkla toprak; hiçbir şey kalmaz hakikat bütün yalınlığıyla karşımıza çıkar. Gözdeki perde kaldırılır (50/22). İnsan gördüklerini göremez, göremediklerini görür hale gelir. Her şey bir başka şeye dönüşür, tek Mülk ve Emir Sahibi Allah konuşur (14/18;40/16;82/19).
Dünyada ruhumuz zaman zaman yakın hissedişle, ahiret hallerini yaşadığı olur. Yukarda işaret ettiğimiz gibi hayalî yolculuklar yapmak herkes için mümkündür. Rüyalarda geleceğe ait bazı olayların önceden görülmesi her insanın yaşadığı veya yaşayanı yakından tanıdığı bir gerçektir. İnancı olmayana insanlarda bile ruhun garipliklerine ait sırlı olaylar yaşana gelmiştir. Özellikle 2004 yılı sonlarında televizyonlar, insanların yaşadıkları sırlı olayları sır kapılarını aralayarak halka izletme yarışına girmişlerdir. Bir Hint fakirinin aylarca aç kalması, iğnelerle yılanlarla yaşaması sıradan olaylar sayılıyor.
Peygamberler, madde ötesiyle iletişim kuran ilk ve tek insanlar olarak karşımıza çıkar. Vahiy alır mucize gösterirler. Hz.Musa melek aracılığı olmadan doğrudan Allah’ın Kelamını almış, Kelîmullah olmuştur. Ayet “Allah Musa ile konuştu” der (4/164). Peygamberimiz, Necm süresinde geleceği gibi, Mirac’da Allah’a ulaşan tek insandır ve aklı ve gözü şaşmadan Cemalini görmüştür. Peygamberimizin uyku halinde olmadan cennet ve cehennemi müşahede ettiğine dair rivayetler de mevcuttur.
Biz insanlar için ise Ruhun farklı yolculukları söz konusudur. Namaz Miraca benzetilir ve her kılanın iç dünyasının buutluluğuna göre bir ruh yolculuğu ve hissedişi vardır. Tasavvuf yoluyla, çok ibadet ve zikirle, halvetlerle ruhun yolculuklarında karşılaştığı olaylar, renkler, tadlar ve hissedişler , mertebeler ve lutfedilen kerametler konusunda yazılı eserler bulunmaktadır. Bu konular anlatmakla değil tatmakla bilinecek konulardır.
Öte yandan çağımızın gerçekliği içinde, bu tür ruhani halleri olmadan, ruhun üzerindeki madde örtüsünü kaldıramamış görünen fakat sadakat ve vefa ile inanç ve ibadetiyle, salih amellerde ve insanlık hizmetlerinde koşturan nice insanlar, kapalı çeyiz sandığı gibi, kerametsiz veli sayılabilirler.
Ruhumuzun gözünü körelten en acımasız kara perdeler, kuşkusuz nefsimizin sonu gelmez arzu ve istekleridir. Psikolojik pek çok rahatsızlığın da müsebbibi olan nefis hastalıkları, insanın ruh güzelliğini, sağlığını bozar ve farklı isimlerdeki hastalık örtüleriyle ruhu daraltır ve sıkar.
Bedenimiz ve madde dünyası aradan çekilince, aynı zamanda cennet ve cehennemle yüz yüze kalınacaktır.
12,13-Cehennem kızdırılıp, cennet yaklaştırılınca,
“Cennet takva sahiplerine yaklaştırılır, cehennem de azgınlara apaçık gösterilir”(26/91-92).
Turizm şirket ve firmaları acaba, ücretsiz “Cennet ve Cehennem Turları” düzenleseler, hangisine ne kadar katılım sağlanırdı!
İşte zihin için hayalî seyahat imkanı daha; hem rahat, hem süratli hem de ücretsiz…İnsanın gelecekte kesin olarak yaşayacağı yolculuğunda bir tanıtım filmi gibi, önüne açılan iki seçenek. İstediği yer için bilet ayırtabilir. İlerde yaşamak istediklerini daha şimdiden planlayabilir, hazırlıklarını ona göre yapabilir. Hatta yolluk ve yolculuk bileti için peşin sermaye de karşılıksız verilmiş; hem de 24 altın hibe edilmiş!…Bir ikisini ibadete. bir ikisini iyiliklere harcamak süretiyle, mutlu cennet yolculuğunda yer ayırtmamız kolay olacaktır.
Hiç bir akıl, hele nefis, asla sıcak ve işkence dolu bir mekana seyahat etmek istemez. Kim hayalinde bile olsa, elinin ateşte yanmasından zevk alabilir ki!..Ve hayalen kim beden zevklerini yaşamak istemez!..
Hep cenneti hayal etmeli ve dualarımızda istemeliyiz, ama cehennemi de arada bir hayal aynamıza yansıtmalıyız ki sadece zevklere konsantre olan nefsimiz, şımarmasın, gevşeklik göstermesin, haddini bilsin, dengeli bir hayat yaşasın, görevlerini yerine getirsin, şevklenip olumlu davranışlar sergilesin. Bir de cehenneme bakıp cennetin değerini bilsin!.Ve cehennem etkisiyle olumsuz davranışlardan da uzak kalsın.
Sonbahar, ömrün hazan mevsimi, yaşlılık ve yolculuk hazırlıkları adına güzel dersler verir. Kış kefeni
Baharın güzellikleri cenneti hatırlama adına bulunmaz bir mevsimdir. Yaz da cehennem ateşini hatırlamada etkili olur. Şu ayeti hafızanıza yerleştirmenizi ve her sıcak hissedişte hatırlamanızı öneririz: “Cehennem ateşi daha şiddetli hararete sahiptir, bir anlasalar!”(9/81). Bu ayet, “Bu sıcakta da savaşa gidilir mi?”diyenlere cevap olarak nazil olmuştur. Ve nefisle yapılan mücadele daha çetin olur. Yaz orucu gibi…O, güneşe karşı sabrı öğretir, cehenneme de kalkan olur!..
Ana sütü damlası, göz yaşı damlası, abdest su damlası, alimin mürekkep damlası, şehidin kan damlası, hizmetin ter damlası…Bunlar birkaç damla da olsa büyük acılarla, zorluklarla, ihlas, fedakarlık, çile ve sabırla, sadef içinde bir inci gibi zamanla oluşur; ama mahşerde cehennemin alevlerini söndürüverirler!..
Buraya kadar geçen bütün ayetlerin başında “izâ” bağlacı vardır. Bu her bir maddenin önemini gösterir ve bunların topluca cevabı ve sonucu da gelen ayetle şöyle belirtilir.
14-Orda herkes ne hazırladığını bilecektir.
Burada hem geleceğe yatırım yapılması teşvik edilmekte hem de yatırımlara karşı kesin güven ve güvence verilmektedir.
Burası hizmet yeridir, orası ücret yeri. Burası tatma, orası doyma yeri. Burada gölgeler vardır, orda ise sonsuz gerçekler! Ve burada ekmeler orada biçmeler!..
Ayetler, insanın duygularına hitap ederek, hem tergîb ve terhîb yönleriyle hem tebşîr de tenzîr yapmaktadır. Hem sakındırmakta hem de özendirmektedir. Bu psikolojik denge adına eşsiz bir ruh eğitimidir.
Öte yandan, vicdanın yanında akıl ve mantık çerçevesinde değerlendirme imkanı da tanınmaktadır. Herkese çalıştığının karşılığı verilecek, kimseye haksızlık yapılmayacaktır. Bu durumda herkes neyi ekmişse onu biçecektir.
Böyle bir gelecek teklifine kimse karşı çıkmaz. İş anlaşmalarına harfiyen uymaya çalışırız, çünkü geleceğimiz söz konusudur. Ayetler insanın, geleceğe yatırım yapma konusundaki duygu ve düşüncelerini hareket geçirmekte, onu cennete hazırlık seferberliğine çağırmaktadır.
Bu ayette bazı noktalar dikkat çekiyor. Birisi “İnsanın hazırladığı” deniyor ki, kimseye zulüm yapılmadığı her insanın kendi iradesini kullanarak bu sonucu hazırladığı anlatılmış oluyor.
Diğeri kendine ne sürprizler hazırlamış olduğunu tam anlayacak şeklinde bir anlam hissediliyor ki, bir ayette nefislerin her istediği gözün her hoşlandığı ve sonsuzluk var denmektedir (43/71). Hadiste gözlerin görmediği, akla gelmeyecek şeyler şeklinde tanımlama vardır.
15,16-Yemin olsun gizlenip sinenlere, güneşle akıp görünenlere,
Güneşe karşı dünya döndükçe, gündüz görünmeyen yıldız ve gezgenler gece görünür, sonra da ışığın gelmesiyle gizlenirler. Bu, müthiş bir sistem ve denge dahilinde gerçekleşir. Bu, öncelikle evrende cereyan eden düzenli kanunların koyucusunu hatırlatmaktadır.
Evren gibi insan için de, ruh, kalp, vicdan, akıl ve nefis kanunları konmuştur. Bir farkla ki, uygulaması öncekilerin aksine insana bırakılmıştır. İnsan, Yaratıcısının koyduğu kanunlara, kendini uydurup uydurmamakla sınanmaktadır. Yapacağı iş, dünya dönüş yasasına uymak, ruhu ve bütün varlık mekanizmalarıyla, bazen kendi insan kimliğine dönüp beşeriyetini yaşamak, bazen de hakikat güneşine dönüp Rabbisiyle yüz yüze kalıp kulluk görevlerini yerine getirmektir. Bazen bedeniyle bazen ruhuyla en uygun şekilde görünmektir. Bazen içiyle bazen dışıyla varlığını ortaya koymaktır.
Dünya bedenli insan, hep güneşe dönük yaşayamaz. Dünya da hep güneşe dönük kalsaydı, kendi adına da dönmeseydi hayat sönerdi.
İnsan da bedenine dönmek, kalbiyle ve aklıyla yaşamak durumundadır. Tamamen kalbine ya da aklına kitlenmesi yaratılışına uymaz; 24 saat secdede kalamaz, ama 24 saat günahta da yaşayamaz. İki halde de ne bedeni ne de ruhu buna dayanamaz!..
Bu yüzden Peygamberimiz, “ânen fe-ânen” demiş yani bazen o yana, dünyaya döneceksiniz bazen bu yana ahirete diyerek bu fıtrat yasasına işaret etmiştir.
Ne var ki Mevlana’nın pergeli gibi, halk içinde Hak ile yaşama, bedende ruh hayatını hakim kılma her zaman söz konusu olmalıdır. Zaten görünme, gizlenme evren ve ruh yasasının anlamı da bu olmalıdır. İnsana bu evren yasasına uyum sağlaması ve denge kurması tavsiye edilmiş olmaktadır.
Özel anlamda bu kavramlar, insan psikolojisine tam uygun düşmektedir. Bazen yüzümüzü hüzne bazen sevince döndürürüz. Kimi zaman içe çekilir yıldızlar gibi yalnızlık karanlığına gizleniriz, kimi zaman coşku ile halkın içine karışırız. Yıldızlara özenir, Râbiatül-Adeviyye gibi gece karanlığında teheccüd aydınlığına uzanırız O gizlenme içinde aydınlığa akış, manevi alemlere bakış yaparız. Kimi zaman insanlar arasına katılır, orman içinde ağaç oluruz.
Yüzümüz öfkeye dönük olur bazen, korkular anaforuna da yakalanırız; bazen de sakin, neşeli sevecen oluruz. An olur, hüzün tünellerinde, kolu kanadı kırık dermansız kalır pasifleşir, silikleşir görünmez oluruz. Bazen de üveyik gibi kanatlanıp, şevkle şaha kalkmak, meleklerden kanat alıp Kehkeşanlara dalmak isteriz.
Gece olur ruhbanlaşır, gündüz olur fürsanlaşırız..Bazen geceye göz olur ruh deryamızdan inci damlacıkları damlatırız, bazen bilimlere akıl olur bilim olimpiyatlarıyla madalyalanırız. Kimi günler minik Allah evlerinde betülleşiriz, kimi günler de deniz aşırı yeni ufuklarda tülleşiriz!..
Burda, cehennemden muaf tutulan gözler olarak, din, vatan, millet uğruna cepheden cepheye koşan, bir görünen taarruz eden bir gizlenen savunma yapan; Sahabi başta olmak üzere, tarih semasının bütün yıldız kahramanlarını ve Mehmetçikleri de yorumumuza dahil etmeliyiz.
Hangi halde olursak olalım, o hali Allah rızasına uygun bir hale getirebiliyorsak, ruh halimizdeki her dönüşümü, ayçiçekleri gibi Hakkın aydınlığına yüzümüzü döndürerek gerçekleştirebiliyorsak, bu halimiz Rabbimizin yeminle anmasına konu olduğunu da unutmamalı, hamd etmeliyiz.
Gündüz güzel görünmek, güzellikleri yansıtmak, güzel işler yapmak için, Müzzemmil süresinde el aldığımız gece programlarındaki hazırlıkları da burada hatırlatmak yerinde olacaktır.
Öylesine mükemmel duygu ve düşünceler oluşturmalı, geliştirmeliyiz ve uygulamalıyız ki, Rabbimizin yeminine müstehak olsunlar!..
17,18-Yöneldiği an geceye, nefeslendiği an sabaha (da yemin olsun ki)
Yukarıdaki ayettekiler mazrûf, bu ayettekiler zarf olarak düşünülebilir. Gece, içinde yıldızları, yıldız gibi insanları barındırdığı için çok mutludur.Gündüz de, güneşi ve ışık taşıyan insanları yaşattığı için şanslı olmalıdır. Gündüz beyaz sadef, gece siyah sadef gibi; her ikisi de inciler taşıdığı için değer kazanmakta çoğu yerde yeminle anılmaktadırlar.
Çünkü zaman bir zarftır, içinde taşıdıklarıyla anlam ve değer kazanır. Önemli belgeleri taşıyan zarflar, hazineler taşıyan sandıklar gibi. Yılın içi ne Ramazan, Ramazanın içine Kadir gecesi, onun içine de Kur’an’ın girmesi gibi…Toprağın, içinde altını, üzerinde Kabe’yi, Peygamber Mescidini ve türbesini taşıması gibi…
İnsanın et kemik varlığına ruh girer hayat anlamı verir. Kalbine iman verilir nurlanır. Aklına vahiy destekli bilgi yerleşir aydınlanır. Nefsine meşrû dairedeki zevkler sunulur susturulur. Bütün duyu organları, duygu ve düşünceler için de benzeri yaklaşımlar sergilenebilir…Varlığımızdaki bütün zarflara, en uygun mazrûfu yerleştirmek gerekmektedir.
İnsanın ruhu, bazen aydınlığa bazen karanlığa yönelir. İnsan ruh hallerinde karanlıklar içinde kalır, psikolojik rahatsızlıklardan bunalır. Sonra da değişik vesilelerle ruhunda aydınlık hisseder. Üzüntü, korku, öfke ona yönelir, o da kendine yönelen bu karanlık duygular yerine, Rabbine yönelirse, o olumsuz halin devam etmesi düşünülemez, mutlaka feraha kavuşur. İman ışığını bulana insan, gecesini de gündüzü gibi aydınlık hale getirebilir.
Her gece, toprak gibi, bağrında bir sabah aydınlığı saklar. Olumsuz gibi görünen her duygu ve düşüncenin arka planında olumlu yönler buluna bilir. Gece görüşü yapan dürbünler gibi, karanlık içinde aydınlığı görebilen gözlere sahip olursak, psikolojik her rahatsızlığı atlatmak mümkündür.
Buraya kadar, evren ve insan dünyasındaki maddî-manevî boyutlarıyla olmuş, mevcut ve olacak olaylar konusunda Kur’anî yaklaşımların sergilendiğini gördük. Yani insan için hem iç hem de dış (enfüsî-âfâkî-41/53) tefekkür yolları açıklanmış olmaktadır.
Duygular uyarılmış zihnî hazırlık tamamlanmıştır. Şimdi insanı, karşısında duran üç ana varlık ve güce yönlendirmek gerekmektedir:
Allah’ın iradesi,
Peygamberimizin doğruluğu Kur’an’ın doğruluğu…
Bu, aynı zamanda, insanın ilk altı ayette belirtilen karanlıklardan ve benlik hastalıklarından kurtulması ve psikolojik her rahatsızlığın giderilmesi için temel huzur ve şifa kaynaklarının işaret edilmesi anlamını da taşımaktadır.
19-21-Kur’an, değerli, güçlü, Arş’ın sahibi Allah katında itibarı olup itaat edilen ve güvenilir bir elçinin (Cebrail’in) getirdiği bir sözdür.
Bu ayetlerin tamamında Kur’an konusunda güven verilmektedir. Hem getiren melek hem de ileten Nebi güvenilir iki aracıdır. Peygamberde psikolojik bir rahatsızlık ve güvensizlik yoktur. İlahî Kelamda şeytanın müdahalesi de söz konusu değildir. Bu durumda insanların neye dayanarak şüphe ürettikleri ve Kur’an’dan uzaklaştıkları anlaşılır şey değildir.
Akıl şüphecidir sürekli doğruluk ve güven arar. Kur’an, hem kendisi ve tebliğcisi hakkında ileri geri söz söyleyenlere bir cevap veriyor, hem de tarafsız ve objektif yaklaşan akıllara deliller, belgeler ve güven duygusu sunuyor. Ayrıca inanan insanların inancını arttırdığı gibi, sahip oldukları değerlerin anlamını daha iyi kavramalarını sağlıyor.
Müşrikler Peygamberimiz hakkında, psikolojik hastalıklar listesi sunmuşlardı. Kur’an’da bunlar, mecnûn sihirbaz ve kâhin olarak özetlenmektedir(51/39;52/29). Bir de şeytan faktörünü ilave edersek; dört olumsuz kaynak belirtilmiş olmaktadır. Ayetlerde bunlara karşı dört olumlu kaynakla cevap verildiğini görüyoruz: Allah’ın iradesi, Cebrail’in güvenilirliği, Peygamberimizin beden ve karakter sağlamlığı ve Kur’an’ın öğüt yönü…
Ayetlerden anlaşıldığına göre, Vahiy ileten Cebrail(A.S) kendi varlığı olarak dış ve iç güce sahiptir. Yani güçlü bir yapıya sahip olduğu gibi aynı zamanda güvenilir bir durumu vardır.
Her güce güvenilmez, güçsüz olan ise güven vermez. Vahiy taşıma gibi eşi bulunmaz bir görev için, bu iki vasıf temel ve genel ön şart gibi dur-maktadır. Bu itibarla ikinci derecede Vahiy taşıyıcılar olan Peygamberlerde de güç ve güven üstünlüğü görülür. Hatırlarsanız, Şuayb ‘A.S) kızları Musa için “Le-kaviyyü’l-Emîn”-”Güçlü ve güvenilir” tespitini yapmışlardı (28/26). Ve günümüze kadar, hem zahirî, (ilim,ekonomi gibi) hem de batınî (takva gibi) güç ve güveni ellerinde bulunduranlar daima yeryüzü varisleri olmuşlardır. Güç ve güven Hak’tan alınıp, Hak adına temsîl edilirse hedefe ulaşılır…
Bunun yanında Cebrail, Arş Sahibi Allah katında, bütün meleklerden üstün itibarlı bir yere sahip olması itibariyle,bu güç ve güvenini en sağlam ve en doğru ana kaynaktan almış olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu durumda, bu kaynakları itham edercesine, Hz.Muhammed’e (S.A.V.) mecnun denemez..
Çünkü bu iki güçlü ve güvenli kaynakla, O’na eşsiz bilgiler aktarıldığına göre, demek ki O da onlar gibi güçlü, sağlıklı ve tamamen güvenilirdir.
Müşrikler bu durumda ne diyeceklerdir? Bu açıklamaya nasıl bir alternatif açıklama getirebileceklerdir? Çünkü devrede suçladıkları Muhammed (S.A.V.) yoktur. O’nun üstünde Vahiy meleği ile Vahiy gönderen Allah ile muhatap olma durumuyla karşı karşıya bırakılmışlardır. Kendilerinin Kur’an gibi getirdikleri sözleri bulunmadığı gibi, sözlerine kaynak olarak gösterecekleri, çamurdan yapılmış duvara dayalı birkaç puttan başka ellerinde mesnetleri de bulunmamaktadır. Bu noktada akıl ve mantık için, kabul edip güç ve güvene teslim olmaktan başka hiçbir kaçış ve çıkış yolu yoktur.
Hz.İbrahim Nemrut’a :”Rabbim hayat veren ve öldürendir” deyince Nemrut, bir adamı öldürmüş diğerini öldürmemiş hayat verdiğini iddia etmiş ti. Bu sefer Hz.İbrahim : “Allah güneşi doğudan getirmektedir, sen batıdan getir bakalım!” deyince inkarcı apışıp kalmıştı(2/258).
Müşrikler de aklı mahkum eden azgın ve bozguncu benlik kimlikleriyle hareket etmiş, inkar ve ateş yolunu tercih etmişlerdir.
22-24-Arkadaşınız (Muhammed) da mecnûn-cin çarpmış değildir. Cebrail’i apaçık ufukta görmüştür. O gayb konusun da cimri de değildir-sizden esirgemez.
Muhammed’i cin çarpmadığı, cin ve şeytanlarla ilişki kuran kâhin ve sihirbaz da olmadığı, bu anlamda psikolojik rahatsızlığının bulunmadığı da kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Çünkü kendi dışındaki Vahiy kaynağı ve bu kaynağın güç ve güven durumu belli olmuştur.
Böyle olunca, Necm süresinde de belirtildiği gibi, Ruh gücünde bir bozulma, gözlerinde bir sapma olmadan Vahiy getiren meleği de görmüştür. Mecnun olması şöyle dursun, daha ötesinde meleği bile görmüştür anlamı ortaya çıkmaktadır.
Getirdiği vahiy bilgisini, kaynağını görmüş olmanın ek avantajıyla da sunmuş olmaktadır.
Ve Peygamber Cebrail’i gördüğü ve ona güvendiği gibi, müşrikler de Muhammed’i çocukluğundan beri görmüş, gençliğinde onunla dost ve arkadaş olmuşlardı ve ona “El-Emîn” demişler güvenilir onayını vermişlerdi. Sonra 40 yaşında birden nasıl oluyor da bu insan birden deliriyor ve bu güvenini yitiriyor?
Nitekim başka bir ayette: “Ben bundan önce bir ömür içinizde bulundum. Hala akıl erdiremiyor musunuz?”(10/16) denmektedir.
Bu durumda müşrikler şu itirafı yapmak zorunda kalacaklardır: “Biz, cin çarpmış, sihirbaz ve kâhin bir arkadaşla 40 yıl beraber yaşadık! Fakat buna rağmen, yine de ona “güvenilir” sıfatını uygun bulduk!”. Bu durumda onlara ancak “Sizin aklınızdan zorunuz var galiba! Akıllı insanlar olarak bir mecnuna nasıl güvenilir ve sağlam raporu verirsiniz!” Ayrıca dün güvenilir diye kabullendiğiniz arkadaşınıza, bugün nasıl oluyor da deli diyebiliyorsunuz, böyle döneklik yapıyorsunuz?” denir. Ya da müşrikler şöyle demeyi kabullenmek zorundadırlar: “Meğerse sihirbaz ve aklını kaybetmiş biriyle 40 yıl arkadaşlık yapmışız da bunun farkına varamamışız!..”. Bu durumda demezler mi: “Arkadaş! Demek ki siz de deliymişsiniz de bunun farkında değilmişsiniz, ya da kandırılmışsınız!”
Ya da üçüncü bir şık kalıyor: “Siz ciddi bir paronaya yaşıyorsunuz! Atalarınızdan kalan Cahiliye mirasının elinizden gideceğin den, otoritenizin sarsılıp düzeninizin bozulacağından, elinizdeki ekonomik nimetlerin kaybolacağından ve azgınlaşmış nefislerinizin tatmin yollarının tıkanacağından ciddi kaygı ve endişe duyuyorsunuz!..Bu cinnet halinizle korkularınızın kaynağı olarak gördüğünüz, dün emin deyip bugün döndüğünüz o şahsa karşı mecnun etiketini yapıştırıyorsunuz!..”.
Böyle yaparken de aslında müthiş gülünç duruma düşüyorsunuz. Çünkü evlatlarınızla mallarınızla, kültürünüz, servetiniz ve otoritenizle güç gösterisi yaptığınız kulüplerinizle, çevre kabileler arasındaki nüfûzunuzla nasıl oluyor da bir “Mecnun!” dan korkuyorsu nuz, etrafındaki üç beş insandan çekiniyorsunuz!..Size korku cinneti yaşatan bu zahiren nahîf güç, bilinmez tanınmaz değil, yıllarca içinizde bulunan, iyi bildiğiniz bir avuç insandan ibarettir.
Meseleyi bir başka açıdan şöyle de ele alabiliriz. Müşrik ileri gelenleri, aslında, Emin dedikleri Muhammed’in mecnun olama yacağının farkındaydılar. Duvara dayanmış cansız putlar karşısında esas bu durumda gülünç duruma düştüklerini düşünüyor ve belki de “Mecnun olan biz miyiz?” diyorlardı. Ebu Cehil’in de itiraf ettiği gibi, yaşadıkları şeref kimliklerini aşamıyorlar, bir yetime uymak istemiyorlardı. Mecnun yakıştırmasıyla aslında kendi tutarsızlıklarını kapamak, haklı olanı haksız düşürmek istiyorlardı. Haksız olanın, suçluluk psikolojisiyle feryat etmesi ve diyalektik yapmasıyla haklı konuma geçmesi gibi… Bunun müşahhas örneğini masum Yusuf’a saldıran sonra da hapse attıran Züleyha olayında görürüz, bir de ağlayarak babalarına gelip “Yusuf”u kurt kaptı!” diyen kardeşlerinin durumunda…
Müddessir süresinde görüldüğü gibi, Velid b. Mugirenin, Peygambere konduracak sıfat bulmada zorlanması, bir dizi psikolojik rahatsızlıklar listesi sunulması, iç dünyalarında yaşadıkları bu çelişkiyi göstermektedir. O tek adam doğrudan Mecnun diyememişti, kâhin ve sihirbaz da tutmaz demiş-ti.Çünkü aklı buna izin vermemişti. Bir sıfat bulma zorunda olduğundan, sonunda öyle haince bir kavram bulmuştu ki, her nereye çekilse gidiyor, her öneri sahibini memnunu ediyordu. “Bu insanı büyüleyen bir sihir sözüdür” demişti. Muhammed’i atlamıştı, yukarda ele aldığımız kaynaklara dokunmuştu. Allah’a ve Cebrail’e iftira atılmıştı…
Velid b.Mugire, aklı müthiş çalışan, sinir sistemi mükemmel işleyen fakat Nefis ve benlik hastalığına yakalanmış tipik bir örnektir. Burada hem müşriklere hem de akıl ve bilgi sahibi insanlara şöyle bir gözlem önersinin yapıldığını sezebiliriz: Bir tarafa kendinizi koyun, bir psikiyatrist ve psikolog gözüyle bütün hayatınızı ve sizin gibi davrananların davranışlarını gözden geçirin, iç dünyanızı anlamaya çalışın, kişilikleri analiz edin; diğer tarafa da Muhammed’i koyun onu da iyice gözden geçirin. Kişiliğini ve davranışlarını okuyun söylediklerini inceleyin, çevresinde toplanan insanları ve onların duygu düşünce ve davranışlarını da etüt edin ve sonunda en çok kimin cinlere tutulmuş gibi tutarsız davranışlar sergilediklerini belirleyip bu konuda ciddi ve samimi bir rapor hazırlayın!..
Ayette cinlerin etkisinde kalma anlamına gelen “Mecnûn” olayının arkasından, Meleği açık bir şekilde görme ve gayb bilgisine sahip olma gibi önemli iki madde ötesi olay dikkate sunulmaktadır. Bu, müşriklerin iddiasını gölgede bırakacak bir yaklaşımdır. Tıpkı, Miraç olayını duyduktan sonra Ebû Bekir’e gelip: “Arkadaşın gökte yolculuk yaptığını söylüyor!” dediklerinde, “Ben O’nun her gün Vahiy aldığına inanıyorum zaten!” demesi gibi…
Ayet şu mesajı vermiş oluyor: “Cin görme bir tarafa Muhammed, Meleği, hem de Allah katında özel bir konumu olan en büyük Meleği ve kendi hüviyetiyle görebilecek ve Allah’tan gayb bilgisini alacak kadar, ruh ve beden gücüne ve sağlığına sahip bir insandır ve gayba ait pek çok bilgiyi her gün sizinle paylaştığını ve bunların, sözden ve şiirden anlayan insanlar olarak siz, sıradan insanlardan gelebilecek bilgi olmadığının da farkındasınız, nasıl hala mecnûn diyebiliyorsunuz!”…
Son olarak şunu ilave edebiliriz: Cinlerin ya da Nefsin etkisiyle ruh sağlığı bozulmuş, bir insanın en birinci özelliği söz ve davranışlarındaki tutarsızlıktır. Bu, yüz hatlarından, mimiklerinden bile rahatlıkla okunabilir. Nitekim şizotipal, şizofreni gibi hastalıklarda belirtiler gözle görülür şekilde kendini göstermektedir. Ve bu hastalarda “Ben Peygamberim!” diyenler olabilmektedir. Ama arkalarında bir tek ümmetleri de yoktur!..
Burada durup sormak gerekir. Bir ömür beraber yaşadığınız arkadaşlarınızdan biri olan, küçük bir beldede her durumu gözler önünde cereyan eden Muhammed’de ne gibi tutarsız davranışlar gördünüz; söyleyin!..Söyleyemezler!..Olsaydı hiç dururlara mıydı, du rur da kılıca sarılıp birbirlerini vururlar mıydı?..
Hem bir tek şizofreni hastasını, kendine davranış modeli olarak seçmiş, yeryüzünde akıllı bir insan göstermek mümkün mü dür? Kaldı ki, her gün minarelerde Allah ismiyle ismi, binlerce, milyonlarca kez anılmış olsun!..
Ve biz Müslümanlar aslında nefis-ruh hastalıklarından kurtulmak, tutarsız duygu düşünce ve davranışlarımıza tutarlılık kazandırmak için, yer yüzünde sadece Peygamberimizi yanılmaz kaynak olarak kabul ediyor, sadece onu esas model seçiyoruz. Bunu da gerçek akıllılık sayıyoruz.
Burada ortaya çıkan önemli bir mesaj da bütün inananlara yöneliktir. Allah’ın isminin yanına ismi yazılan en değerli insana bile mecnun deniyorsa, Hakka Hizmet yolunda yürüyen insanların da benzer ithamlarla karşılaşması mukadder demektir.
25-Kur’an lanetlenmiş şeytanın sözü değildir.
Kur’an’ın, Allah’tan, Cebrail ile Hz.Muhammed’e (S.A.V.) geldiği belirlendikten sonra da adeta ikna turlarına devam eden uzlaştırıcı insanların yaptığı gibi, akla verilen değerin bir belirtisi olarak, Kur’an’ın şeytandan gelmiş olma ihtimali de ortadan kaldırılmış oluyor. Başka ayetlerde geçtiği gibi azgın-uzman cinler, şeytanın emriyle göklerden bilgi sızdırmak, muhtemelen meleklerin gaybla ilgili konuşmalarını dinleyerek, elde edecekleri bilgilerle dün yada bozgunculuk yapmak amacıyla kulak hırsızlığı yapıyorlardı. Ayetlerin böyle bir yolla gelmiş olamayacağı da vurgulanmış olmaktadır.
Peygamberimize mecnûn denmekle, cinlerden haber alıp yansıtıyor iftirası yapılmış oluyordu. Ayet şeytan demekle bütün cinlerin başını, bağlı bulundukları tek kötü makamı göstererek, şeytanın bütün cinleri adına konuyu bağlamış olmaktadır. Cinlerin böyle önemli bir konuyu şeytandan habersiz ve onaysız gerçekleştirmeleri imkansızdır. Ayrıca “lanetlenmiş” denmekle bu imkansızlık katlanmış olmaktadır. Çünkü melun bir varlık, insanlığa yüce değerlerin, güzellik ve iyiliklerin taşınmasında, sonuncu el bir aracı bile olamaz değil kaynaklık yapması!…
26-28-Hal böyleyken nereye gidiyorsunuz? Kur’an ancak bütün alemlere, sizden doğru yolda gitmek isteyenler için bir öğüttür.
Bu ayetle konunun akıl planından duygusal bir platforma taşındığı seziliyor. Sonra da bir baskı gösterilmeden tehdit edilmeden, insanın tercihi ne yol açılıyor.
Akıl, doğru yola (Sırat-ı Müstakîm) girme istek ve iradesini gösteren, insanı Allah’a götüren bir alet bir vasıtadır. Burada iki seçenek sunulmuş, son söz insan iradesine bırakılmıştır: Ya her yönüyle güvenilir olduğu belgelenmiş Kur’an’a, dolayısıyla fıtrat kimliklerine yönelmek ya da şeytan ve nefis işbirliği ile oluşan ve heva denilen benlik kimliklerine yönelmek!..
Carşı pazarda alışverişte önümüze çeşitli seçenekler sunulur ve biz aldanmamak, hem kaliteli hem de hesaplı ürün almak için, bazen kılı kırk yararız.Okul, elbise, kitap, eşya, eş, iş, aş, arkadaş vb. seçimler için alternatifleri hassasiyetle gözden geçiririz. Kimi zaman da gerçekten güvendiğimiz birinin görüşüne başvurmadan hareket etmeyiz. Hayatımızı aydınlatacak, günah kirlerinden ve psikolojik hastalıklardan bizi kurtarıp hayatımıza mutluluk sağlayacak, ölümümüze sonsuzluk katacak bir kitap seçimi için, yer ve göklerin sahibi Allah bize rehberlik yapıyor; adeta ikna için arka arkaya, soluk soluğa ayetler sıralanıyor.
Dönüp gidenler bile kaderleriyle baş başa bırakılmıyor, sesleniliyor: “Nereye gidiyorsunuz, dönün, aklınızı kullanın, doğru yoldan ayrılmayın!” deniyor…
Bir insana, çok önemli bir problem sebebiyle uzun uzun mantıklı ve duygusal açıklamalar yaparsınız, sonunda da, “Neden ha la anlamak istemiyorsun, daha başka ne yapabilirim ki! Biraz makul olamaz mısın, kendine yazık ediyorsun, senin için çok endişe leniyorum!” der, son psikolojik vurgulamayı yaparsınız.
Muhatabınız, kalbi taş kesilmiş biri değilse, bu son sözleriniz ve duygusal tondaki yakarışınız e onun için çırpınışınız karşısın da, mutlaka yumuşayacak, en azından size saygı duyacak ve bir yönelişe geçecektir.
Kur’an, insanın hem aklına hem de kalbine hitap eden, adeta damarlara kadar nüfûz eden uslûbuyla, iradenin yoluna su serp miyor adeta cennet halıları seriyor, çimenlikler hazırlıyor!..
19.ayetten bu yana, eğitim ve öğretim konusunda, anne babalara, öğretmenlere, psikolog ve pedagoglara güzel bir mesaj bulunduğunu söyleyebiliriz. Burada üç husus göze çarpıyor.
Birincisi, kalp ve akıl hedef alınarak, hem duygulara hem de düşüncelere hitap eden bir yaklaşımın sergilenmesi. (Peygam berimizin mecnun olmadığının anlatılması ve “Nereye gidiyorsunuz?” denmesi gibi).
İkincisi, tehdit ve zorlama söz konusu olmadan tercihin insan akıl ve iradesine bırakılması.(“Doğru yola gitmek isteyenler için bir öğüt olan bu yolu, dileyen seçsin!” gibi bir seçenek sunuluyor)
Üçüncüsü de Anne baba, öğretmen, pedagog, psikolog, yönetici gibi eğitici rolde olanların daima gözetleyici pozisyonda bulunması.(Bunu son ayette görüyoruz. İnsan tercihiyle ortalarda tek başına bırakılmıyor, iradesinin yanına daima Allah’ın iradesi getiriliyor. İnsan ne zaman bir şeyi yapmayı dilese, iradesini kullanmaya yeltense, daima Allah’ın iradesini de beraberinde hissetme, ünsiyet ve güç kazanma durumundadır)
Bu durumda, anlatmak, göstermek, yaptırmak, takibini yapmak, ilgiyi kesmemek gibi çok yönlü bir eğitim sistemi söz konusu dur. Ben evladıma öğrencilerime, çevreme anlattım, gösterdim de…tercihiyle baş başa da bıraktım demek yeterli olmayacaktır. Fatih’ler fethederler, önemlisi elde ettiklerini korurlar içte ve dışta fetihlerini her yere götürürler, son nefesini ver emri gelinceye kadar da gönüllerdeki hizmetlerini hep sürdürürler…
İlk ele aldığımız Alak süresinde de benzer yaklaşımı ön plana çıkarmış ve üç kavramı dikkatinize sunmuştuk: Sevgi, Bilgi, İlgi!..
29-Alemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.
Son ayette iradelerin buluşmasından, adeta bu buluşmaya yapılan davetten söz edilebilir. Hayatını mutlu sonla bitirmek insanın iradesi dahilindedir. “Allah dilemedikçe dileyemezsiniz!”..Yani size verdiği bu meyil ve dileme gücünü kullanın, kullanmanız için verdi, vermeseydi kullanamazdınız, siz bir meyledin, dilemeyi isteyin, dileyin, iradenizi yönlendirin ki Allah da dilemenize anlam ve değer katsın, iradesini iradenizle buluştursun, varlık ufkunda Rahmanî benliğinizi oluştursun!..
Bu ayet bir iki kelimeyle insanın sahip olduğu olmadığı, iradesinin dahilinde ve haricinde, düşünebildiği düşünemediği her varlığın tek sahibinin Allah olduğu gerçeğini vecîz bir şekilde ifade etmektedir. Bir başka ayette “Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız sayamazsınız!”(14/34;16/18) denir. İnsan, her şeyin Allah’a ait olduğunu kabullenmekte zorlanmayabilir. Fakat, kendisi, benliği, canı, hayatı, varlıkla tek iletişimi aracı, her şeyi demek olan iradesini bir tarafa bırakıvermesi kolay değildir.
İşte bu noktada, insanın kendisine ait en önemli saf, öz ve ilk varlığı olarak iradesini bile Allah’a havale edebilmesi durumunda, Allah’a havale edemeyeceği hiç bir varlık, eşya ve hadise kalmamış demektir. İnsan için en büyük “Akabe-engel”(90/11) Ene-Ego-Benlik engelidir.
Ayette dikkat çeken bir başka husus, “Alemlerin Rabbi” olan, uzaydaki sistemleri evirip çeviren, iradesi ve gücü evreni kuşatan Allah’ın iradesinin sınırsızlığına ve insanın küllî irade karşısındaki cüz’î iradeye sahip durumuna dikkat çekilerek, insana Rahmetle bir anlayış kolaylığı sağlanıyor.Önce ki ayetlerde işaret edildiği gibi, aklını kullanması, düşünmesi ve Allah kul ilişkisindeki duruşunu belirlemesi isteniyor.
Ayrıca insanın, iradesini taalluk ettirmesi, işler hale getirmesi için alem, alemler, varlıklar, madde gerekmektedir. Su, güneş, toprak, hava yaratılmasaydı, insan, iradesiyle neyi yemeyi içmeyi dilecek ve başaracaktı? İnsanın bir damla sudan mükemmel bir insana dönüştürüldüğü ana rahmi, farklı bir tecelli alemi olarak aydınlatıcı başka bir çarpıcı örnektir.
Burada, anlaşılması zor gibi görünen kader konusuna da kısa ifade içinde özlü bir açıklık getirilmektedir.
Önceki ayette “Müstakim yolda yürümeyi dileyen” ve bu ayette “Sizin dilemeniz” şeklinde belirtilerek iki kez insan iradesine vurgu yapılmıştır:
Bu durumda terazinin bir kefesine insanın iradesi konmakta, diğer kefesine de Allah’ın meşîeti-dilemesi konmaktadır. Bir farkla ki, daima insana, aklı ve iradeyi verenin unutulmaması konusunda uyarılar yapılmakta, ama Rahmetin bir tecellisi olarak kaderin, daima insan iradesinin yanında yer aldığı da hissettirilmektedir. Bu insana, daima ihtiyaç duyduğu “Korkma! Arkanda biz varız seni hep destekliyoruz!” diyen, bize moral ve şevk gücü veren anne babamızı, öğretmenlerimizi, dost ve arkadaşlarımızı hatırlatmaktadır.
İnsan iradesine gereken sevgi duyulmuş, bilgi verilmiş, ilgi gösterilmiştir. Allah iradesi, (deyim yerindeyse) insan iradesinin hizmetine sunulmuş “Rabbim!” diyen her nefese, “Lebbeyk kulum!” diye icabet buyurulmuş; adeta:”Deniz derya benim, sahiller benim, gemi de benim!..Ama dümen ve rota senin kulum!..” demeye getirilmiştir. İnsan da o dümenin, Rabbisine ait olduğunu bilerek onu cennet sahillerine doğru çevirecektir.
İnsan bu ilk meyli, hamleyi, dilemeyi yapmadığı sürece; Allah’ın iradesini ve kudretini yanında bulamaz.Artık Allah dilemedikçe de hiç bir isteğinin sonucunu elde edemez. Allah adına kullanılmayan irade, Allah himayesinin garantisini de kaybeder. “Ben diliyorum, yapıyorum, elde ediyorum” diyenlerin yaptıklarının tadı burada kalır, acısı ahirette çıkar! Çünkü Allah iradesi, dünyada Adaletle icraat yapar ve insanların iradelerine mühlet verir.
Burda, ruhta olumlu etki yapacak bir denge kurulmaktadır:
İnsan psikolojisi baskı ve zorlama götürmez. Aynı zamanda sahipsizlikten ve ilgisizlikten de hiç hoşlanmaz. Her iki durumda da psikolojik rahatsızlıklar ortaya çıkar. Günümüzün insanının bunalım, stres ve depresyonlar yaşamasının temelinde bu ifrat-tefrit yaklaşımları bulunmaktadır. Farklı etkenlerle tüm dünyada insan ruhu uçlara götürülmüş, olumsuz programlanmıştır. Ya kadere karşı koyan, kendini her şey kabul eden, hatta “ilah öldü ben varım!” diyen hayat felsefesi geliştirilmiş, ya da “Alnıma böyle yazılmış, ben kaderimin mahkumuyum” anlayışıyla arabesk bir psikolojik yaşam tarzı kabullenilmiştir. Her iki durum, ruh psikolojisinin katledilmesi anlamını taşımaktadır.
Ayetlerdeki mesaj iyi algılanırsa, bütün duygu ve düşünceler sırat-ı müstakimi elde edecek, insanı daima mutluluk üreten davranışlara yönlendireceklerdir.
a-İnsan iradesi vardır.
Bu “Ben” varlığının ifadesidir. Fakat bu varlık bir çizgi gibidir. Hem yok gibidir, varlığı onu çizene bağlıdır, hem de varlığa anlam katan bir işleve sahiptir. Varlık amacı da, Varlık Sahibini tanımada ve anlamada bir ölçü sınırı, ya da sınır ölçüsü olsun diyedir. Dileme gücü-nü ölçer, dilediklerini diler, bir yerde durur, “Bunu dileyemiyorum, dilesem de yapamıyorum!” der. Diğer ifadeyle, dileyebildiklerimin sınırı buraya kadar der, ölçüyü koyar. Önemli nokta burasıdır.
Her insan ölçüsüzce ve sınırsızca dileyemeyeceğini bilir ve hayal gücü ve nefsin isteklerine bakarak bu durumu anlaşılır olarak kabullenir. Ancak, iradesine bağlı sınırlar içindeki dilemelerinde insan gerçek imtihanla karşı karşıyadır. Ya eşya ve hadiselere kendi iradesiyle sahip çıkar ya da bü-tün bunların ve iradesinin gerçek sahibi adına değerlendirir.
Yerle göğün birleştiği nokta olan ufuk çizgisi konumuyla insan, iradesiyle kaybetme veya kazanma kuşağında bulunuyor demektir. Ya benliğini yerle göğe açılan iki büyük kanat halinde açar, büyüdüğünü genişlediğini (şiştiğini) düşünerek, “Ben her şeyim!” der, nefsi adına varlığı kucaklayıp sahiplenir. Bunun en büyük dezavantajı, sahiplendiği her varlığın dert ve sıkıntısını da sırtına yüklenmiş olur. Bu psikolojik pek çok rahatsızlığa davetiye çıkarma anlamına gelir.
Ya da benliğini yer ve gök arasın da, iki varlık arası yok denecek kadar hiçlik içinde bir varlık olduğu düşüncesiyle, “Ben her şeyimi O’na borçluyum!” der. Sahibi adına kollarını açıp varlığı kucaklar. En büyük avantajı, her varlığı Sahibinin memuru olarak görür, hem sevgiyle yaklaşır hem de Sanatkârı adına onu çok iyi tanımaya çalışır, yabancılaşma kalkar, moral bulur. Geçmiş ve geleceğe, hastalıklara, felaketlere, bela ve musibetlere, özellikle ölüm olayına bakış açıları da hissettikleri de farklı olur.
İnsan kendine, benliğine, iradesine şu açılardan bakmalıdır:
Birincisi, “Ben-İrade”, Allah’ı tanımak anlamak, sevmek ve rızasına uygun yaşamak için verilmiştir.
İkincisi, Allah’ın iradesi karşısında insanın, iradesiz bir robot gibi olmadığını kavraması, duygu, düşünce ve davranışlarını yönlendirdiği her kötü davranışı karşısında sorumlu tutulması için verilmiştir.
Üçüncüsü, öğüt alarak yönelmesi istenen Kur’an’ın belirttiği hedefler doğrultusunda, kendisine bir hayat kurması, güzel ahlaka sahip olması ve evrensel insanî değerleri tüm yeryüzüne ulaştırması yolunda iyilikler yapması için verilmiştir.
Dördüncüsü, geleceğe, gelecekteki her olaya ve başarı yolunda koşmaya daha çok bu açıdan bakması için verilmiştir.
b-Allah iradesi vardır.
Bu bütün varlık aleminin ifadesidir. Her şey, insan iradesi bile O’nun iradesinin bir sonucudur. Bakış açımız şu olmalıdır
Birincisi, Ruhumuz, kalbimiz, vicdanımız, aklımız, irademiz, bütün duygu ve düşüncelerimiz, gerçekte sadece Allah’ı anmakla itminana ve huzura kavuşabilir. Ve bunlar daima bir dayanak ve imdat noktası arar durur. Aradıklarını da ancak Allah’ta bulur.
İkincisi, insan psikolojik bir varlık olarak son derece bencildir. Hayırların, iyiliklerin, güzelliklerin ve bütün başarıların kaynağı olarak sadece kendisini görmek ve göstermek ister. Bunların Allah’ın iradesiyle, kendi iradesine bir lütuf olarak geldiğini düşünmekle dengeyi sağlamış olacaktır.
Üçüncüsü, insan aciz, zayıf, fakir yapısı ve sınırsız ihtiyaçlarıyla, ideallerini gerçekleştirmesi imkansızken, Allah iradesine dayanmak suretiyle, yeryüzünde gerçekleştirmeyi planladığı evrensel ahlak hayatını, ancak O’nun yardımıyla hayata geçirebileceğini düşünerek, daima ona iltica eder.
Dördüncüsü, Geçmişe, geçmişte bize acı vermiş olaylara daha çok bu açıdan bakmalı, tesellî bulmalı, kadere taş atmamalı, ibret ve ders almalıdır. Özellikle geçmişte karşılıksız verilen sayısız nimetin şükrünü yerine getirmek ve gelecekte verilecek olanlara hak kazanmak için çabalamak gerekir.
………………………..
BEN DURUŞU  (drmavi)

Son kelam son rötuştu,
Klavye tuşu tutuştu,
Benliğin Ufuk Duruşu,
Sahibiyle buluştu.


Monitörde gül açtı,
Gece Miraçtı,
Yolcusu gönle taç,
Hasta benliğe ilaçtı!


Hayat veren ben miydim,
Doğdum güçlü bedendim,
Dilemeyi seçen ben,
Ben mi kendime ölüm verendim?


Düştüm derde,
Beni aradım her yerde,
Aynada buldum sordum,
Ben vardım hani nerde?..


Beni sevemedim,
Sırrına eremedim,
Buldum derdim,
Bendeymiş göremedim.


Ben tende hakirdi,
Aciz hem de fakirdi,
Güllerdeki diken,
Nur içinde kirdi.


Ben nefse dizgin saldı,
Azdı koştu zevke daldı,
Aldığı hep zehirli baldı,
Vicdan vardı nerde kaldı?


Kibirlendi dağlara uzandı
Yıkılmam dedi; kötü zandı
Saltanat sürdü tahtlarda
Upuzun tahtalara uzandı


Benlik sanki büyüydü
Dağlarla yarıştı güçlüydü
Dev endam tabutla göçtü
Bilemedi sadece ölçüydü


İradem O’na koştu
Bende benlik oluştu
Ufukta çizgi oldum
Yerle gök buluştu


Ben bir çizgiydi,
Çizgi hiç bir şeydi,
Beni çizen kalem,
Peki kalem kimdeydi?..


Ben isteyemezdi,
O dilemeseydi,
İstemeyi vermezdi,
Vermek istemeseydi,


Nice benler cüdadır,
O’nu bulan gedâdır,
Ben odunda yansam,
Sultan yolunda sezadır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder